Dersim Dersim
By Cafer Solgun
2/5
()
About this ebook
"O gün askerler köye gelip 30-40 kişiyi götürdüler. Bize "Sizi sürgüne göndereceğiz" dediler. Sürgüne götürdüklerini zannedip önlerine düştük. Harçik suyu kenarında bulunan Taxtıkal mıntıkasına götürdüler. Karanlık çökmek üzereydi, karşımıza dört tane ağır makineli silah kurdular. Sonra hepimizi taramaya başladılar. Bu tarama sırasında yanımda annem, babam, iki kız kardeşim ve erkek kardeşim vardı. Ben o sırada elimi, kız kardeşimin başına koymuş tutuyordum. Kurşun kız kardeşimin başından geçti ve kafatası parçalandı, benim de sağ elimin orta iki parmağı koptu, bayılmıştım." Bego Polat, Katliamın Tanıklarından.
Cumhuriyet tarihi bugüne değin bir "resmi ideoloji" mantığı içinde, bizlere bir "medeniyet projesi" olarak öğretildi. İçyüzünde acı, kan ve katliam olan bu "medeniyet projesine" karşı çıkanlar, "gerici, feodal ve yok edilmesi gerekenler" idi.
Dersim bu medeniyet projesinin ötesinde "ameliye" yapılan en kanlı yer oldu. Çünkü Dersim, "çıbanbaşı" idi. Peki onların bir tarihleri yok muydu? Kültürleri? Dilleri? İnançları? Acıları ya da sevinçleri?
Kendisi de Dersimli olan Türkiye'nin önde gelen Kürt-Alevi aydınlarından Cafer Solgun; tarihi, kültürü, coğrafyasıyla Dersim'i ve cumhuriyet tarihinin en büyük katliamı Dersim 38'i anlattı.
Related to Dersim Dersim
Related ebooks
Biz Dünyada Göçer Olduk (Göç Şiirleri Antolojisi) Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsProblem Tsunamileri Rating: 0 out of 5 stars0 ratings1965: 2015’ten 50 Yıl Önce 1915’ten 50 Yıl Sonra Rating: 4 out of 5 stars4/5Yersiz Yurtsuz Yazılar Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsFelsefe Şiirleri: Şiir Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsAğır Kitap Rating: 4 out of 5 stars4/5Paris'deki Heval: Bir sizmanin anatomisi Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsİffet Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsBeşinci Mevsim Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsEdebiyat ve Sanat Güncesi 1: Edebi Bakışla Yaşamak (Ramazan F. Güzel Kitapları -37) Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsBarbarların Son Seferi Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsOğul: Ütopik, #1 Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsStressiz Yaşama Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsKesik Baş Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsKur’ân: Ebedî Doğrular “Putlara Ultimatom” Cilt II Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsTanrının Çorbasını İçmiştik Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsDerin Rejim Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsReis’in Rejimi Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsOrtaya Karışık Memleket Halleri Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsZihin Geçidi: Karanlığın Keşfi Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsDogu Türkistan Seyahatim: Uygur Türkleri, Uygurlar, Dogu Türkistan, Uygur Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsDon Kişot: [Resimli] Rating: 3 out of 5 stars3/5Altıncı Mevsim Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsHasat Günleri Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsTürkiye’de kim kimdir? Rating: 4 out of 5 stars4/5Aykırı Düşünceler Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsDemirci Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsKayıp Ağaçlar Adası Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsruhumdaki yaralar Rating: 0 out of 5 stars0 ratingsHz. YUNUS EMRE ŞİİRLERİ Rating: 5 out of 5 stars5/5
Related categories
Reviews for Dersim Dersim
7 ratings1 review
- Rating: 1 out of 5 stars1/5This book contains numerous of false informations about the Republic of Turkey.
4 people found this helpful
Book preview
Dersim Dersim - Cafer Solgun
Yaşadığımız coğrafyada birlik-beraberlik
en fazla duyduğumuz, dinlediğimiz söylemdir ve sürekli olarak tehdit ve tehlike
altındadır. Bu nedenle onu korumamız ve kıymetini bilmemiz istenir. Tabii, birlik-beraberliğimizi
korumak ve kollamak adına her ne yapılırsa bizim de buna alkış tutmamız, sonuçlarına da katlanmamız gerekmektedir. Her an tehdit
altındaki birlik ve beraberliğimizin nasıl
kurulduğunun hikâyesi ise ilköğretim yıllarımızdan başlayarak hayatımızın her aşamasında bize resmi tarih
olarak belletilir. O resmi tarih
in içyüzünde acı vardır, kan vardır, katliam vardır… Resmi tarihin bu içyüzünün açıklaması olarak bize söylenenler ise gerici ayaklanma
, Kürt isyanı
, temizlenen feodal ağalar
ve bir de Her şey medeniyet için
ile Muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkmak için
olur…
Dersim, bu medeniyet
zihniyeti ve projesinin üzerinde ameliye
yaptığı en kanlı yerdir. Çünkü Dersim, çıbanbaşı
idi. Peki, onların bir tarihleri yok muydu? Bir kültürleri? Dilleri? İnançları? Acıları ya da sevinçleri? Efsaneleri? Bunların, kurulan birlik-beraberlikte
hiçbir önemi yoktu. Yok olmalıydılar…
Dolayısıyla Dersim 38
, resmi tarihin yazdığı birlik-beraberliğimizi nasıl kurduk
hikâyesinin en kanlı sayfasıdır. Ve şimdi bu sayfada unutulmayan, unutturulamayan acı, bütün zamanların baskılarına, yasaklarına galebe çalmış bir gerçek olarak kendisini bize hatırlatıyor. Gerçek bir birlik ve beraberlik
, Dersim 38 acısı ile yüzleşmeden, bu yarayı onarmadan mümkün değildir, mümkün olamamaktadır.
Bu kitabı çok zor hazırlayabildim… Zordu, çünkü Dersim 38 bir anlatılamaz olandır. Dersim’le ilgili ne dense bir şeyler hep eksik kalır. Sözcükler dilinize dolanır, boğazınız düğümlenir, ağlarsınız. Söylemek durumundayım, okuyacağınız satırlara da gözyaşları karışmıştır. Okurken, yazarken, dinlerken tıkandığım çok zaman oldu. Gün oldu, gece oldu; yarım kalmış cümleler bana baktı, ben onlara. Sevgili eşim, hayat arkadaşım Güler’le ağladık, ağlaştık. Bu nedenle Dersim 38 ancak vicdanların, yüreklerin diliyle anlaşılabilir, hissedilebilir; benim yapmaya çalıştığım sadece buna vesile ve tercüman olmaktır.
Bu kitabı yazarken, Dersim’i, Dersim 38’i ya hiç bilmeyen ya da yeterince bilmeyen veyahut eksik ve yanlış bilen bir okur profiline hitap etmem gerektiğini hep aklımda tuttum. Bu birlik ve beraberliğin
unsurlarından biri, çakıl taşını bile vermeyiz
denilen bu ülkenin, ülkemizin, adı Tunç Eli
yapılan Dersim’i ise Dersim 38’le yüzleşmekten hiç kimse kaçınamaz, kaçınmamalıdır. Çünkü Dersim 38 sadece Dersimlilerin değil, hepimizin
meselesi ve derdidir. Yeter ki birbirimize biraz da vicdanlarımızın gözüyle bakalım, dokunalım.
Bir tek kişi için bile bu kitap bunun vesilesi olacaksa, amacına da ulaşmış demektir…
Ağustos 2010, İstanbul
ÖNSÖZ YERİNE
Derdimize halk ağlasın…
Gülizar Ana: (Bildiği tek Türkçe sözcük utuz sekiz
olarak telaffuz ettiği 38
idi. 1996’da, 80 yaşında hayatını kaybetti) Utuz sekiz zulum vi, adır vi, be bex ti ye viye ekser ama ma qırkerdime vesnayme est me. Awaqe ma diya kes mevino. (38 zulümdü, ateşti, namertlikti, bizi kırdılar, yaktılar, astılar, sürdüler gittiler. Bizim gördüğümüzü hiç kimse görmesin. Bu acıyı ne dost görsün ne düşman.)
Seydali: (1993’te, 77 yaşında hayata veda etti) İnsanları kurşuna diziyorlardı, çok az insan kaldı, çok az insan garba sürüldü. Abdullah Paşa çok zalimdi, çok acımasızdı. (…) (Asker) Kasaturayı defalarca Yusuf’un göğsüne, karnına vurup çıkarıyordu. Hiç kimse bakamıyordu ama ibret olsun diye insanlara seyrettiriyorlardı. Süngüyü vurdukça Yusuf’tan su sesi gibi kan sesi geliyordu. Yusuf sesini çıkarmıyordu. Sadece akrabalarından, Keko’dan su istedi; Keko cesaret edemedi. Hiçbirimiz cesaret edemedik, kimse Yusuf’a su veremedi. Ve Yusuf son kez konuştu: Ah Keko, bunların yaptığı değil; sizin bu haliniz bana daha çok acı veriyor.
Yusuf’tan duyduğumuz son sözler bunlardı. Yusuf ölmüştü. Ölüsünü alıp gömmemiz lazımdı, lakin cesaret edemiyorduk. Ertesi sabah, cesedin iplerini çözdüler. Kaskatı kesilmişti. Ayakta duruyor gibiydi. Taşıyıp bir uçurumdan aşağıya attılar. Kemere goskar
(goskarın taşı) dedikleri yerden aşağıya attılar. Yusuf’un cansız vücudu ayakları üstüne düştü, bir süre ayakta durur gibi oldu, sonra yana devrildi. Biz o günün gecesi kendi aramızda cesedi gizlice alıp gömmeye karar verdik. Asker de köylere baskına çıkmıştı. Ertesi sabah cesedin başına ulaştığımızda, cesedin paramparça olduğunu gördük. Gece yabani hayvanlar cesedi parçalamışlardı. O ceset parçalarını alelacele toprağa gömüp kimseye görünmeden, koşarak köye geri döndük.
Emine Ana: (2008 yılında 84 yaşındaydı) Ben, babam ve küçük kardeşim ormana daha yakın olduğu için daha güvenli olur, daha rahat kaçıp saklanırız
diye Robayik Köyü’ndeki akrabalarımızın yanına gidiyorduk. Köye yaklaştığımızda gördük ki köyün her tarafından dumanlar yükseliyor. Köy hâlâ yanıyordu… Tepe bir yer vardı, yüksek bir yer, mezarlıktır orası, orada hamile bir kadını ağaca bağlamışlardı, karnını yarmışlardı, içindeki bebek dışarıya çıkmıştı... İkisi de ölmüştü. Bu vahşeti gözlerimle gördüm. Köyün içine doğru gittik, sağ kalan var mı diye bakıyorduk. Köyün tam ortasında harman yeri vardı, amcamın eşi yüzüstü yerde yatıyordu. Vurulmuştu, sırtında kurşun izleri vardı. Üç dört metre ötesinde 5 yaşındaki kızı da yine yüzükoyun şekilde yerde yatıyordu. Çoğu süngülerle öldürülmüştü, süngü ile kurşun izi belliydi, süngü izi geniş ve derin oluyordu. O köyden sadece baskın anında orda olmayan 3 kişi kurtulmuştu. (…) Her taraf aynıydı, Dersim yanıyordu. Aha bu Munzur ceset akıyordu, kan akıyordu. (…) Dersim’in her yerinde kadınlar, kızlar tecavüze uğramamak için kendilerini kayalıklardan, uçurumlardan aşağıya atıyor, hayatlarına son veriyorlardı. (…)Bizim köyün ileri geleni Hasan Efendi idi. Ona da demişler, Aile efradını topla, yanınıza sadece pahada ağır yükte hafif eşyalarınızı alın, sizi sürgüne yolluyoruz.
Hasan Efendi buna inanmıyordu, katledileceklerini biliyordu. Diğer köylerde yaşayan, evli kız kardeşleri de onunla gitmek istiyordu ama Hasan Efendi buna razı olmuyordu. Hasan Efendi Kureşan Aşireti’nin önde gelenlerindendi ama ne direnişçiydi ne de taraf, tek kurşun atmışlığı yoktu. Buna rağmen ailesiyle birlikte garba götürülme bahanesiyle yola çıkarılmış, Pertek’in Balişer Köyü’ne yakın bir derede topluca katledilmişlerdi.
"Nur talebesi" Malatyalı Yüzbaşı Şevki Bey: (Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi, Mufassal Tarihçe-i Hayatı adlı eserinde Yüzbaşı Şevki Bey’in ağzından aktarıyor) Dersim İsyanı’nda isyan edenlerin bazılarıyla askerler harp ederken, diğer isyancılar yavaş yavaş geri çekilip dağın zirvesine doğru gitmişlerdi. Bizim askerler onlara ulaşamıyor ve bir şey yapamıyorlardı. Bu defa, herhalde gelen emirler mucibince, Hulusi Bey’e de verilen emir gibi, geri dönüp ne kadar insan varsa, masum, çoluk-çocuk, ihtiyar demeden katletmeye başlamışlardı. Hatta hınçlarını alamayan bazı taburlar, topladıkları çoluk-çocuk, kadın-ihtiyar, bütün masumları büyük avlulu, etrafı surlu bir evin içine doldurmuş; tenekelerce gazyağı döküp ateşe vermişlerdi. Ateş içinde yükselen feryatlar ve çığlıklar ortasında, bir kadın kucağındaki bebeğini ateşte yanmaması için surun üstünden dışarıya fırlatmış; fakat bir yüzbaşı o bebeği süngüleyip surun üstünden tekrar ateşin ortasına atmıştı. Gözümle gördüm.
Hüseyin Gül: (2009’da 82 yaşındaydı) Askerler köylere gelip herkesi öldürüyorlardı. Askerler bizim köyü, Demenan’ı yakıp yıktıktan sonra, kaçarak Kavun Köyü’ne gittik. Bunun üzerine askerler Kavun Köyü’ne gelip köylülere Aranızda Demenanlılar var mı?
diye sordu. O gün köye gelen askerler, Demenan Aşireti’nden olan yaklaşık 40 kişiyi çocuk, kadın, yaşlı demeden kollarından bağlayıp topladı. Karanlık çökünce bizi Harçik Suyu kıyısında bulunan bir kayalığın üzerine çıkardılar ve ağır makineli tüfeklerle kurşuna dizdiler. Ben de çenemden, sağ elimden ve sırtımdan yaralanmıştım. Yaralanınca yere düştüm ve ölmüş gibi davrandım. Askerler beni ve öldürdükleri diğer kişileri bacaklarımızdan tutup kayalık üzerinden suyun içine attılar. Suya düşünce boğulmamak için çok çırpındım, su beni 200 metre kadar sürükledi. Sonunda suyun ortasında bulunan bir kayaya takıldım. Kayanın üzerine çıktım ve belli bir süre bekledim. Çenemden akan kan nedeniyle üzerim kıpkırmızı olmuştu. O sırada silah sesleri gelmeye devam ediyordu. Suyun üzerinden durmaksızın cesetler akıyordu. (…) Sonra baktım ki bu yaralı kişi teyzemin oğlu, o da benim gibi o zaman 10 yaşındaydı. Çok kötü yaralanmıştı. Kurşun kafasından, göğsünden ve omzundan geçmişti. Belli bir süre ikimiz de kayalığın üzerinde bekledik. Sonra kıyıya ulaşmak için tekrar suya girdik. Su bizi belli bir yere kadar sürükledikten sonra kıyıya vurduk. Bir söğüt ağacının dibine geçip orada sabahladık. 4 gün boyunca sadece su içtik, yemek bulamadık, zaten dördüncü gün kuzenim öldü.
Bego Polat: (2009 yılında 82 yaşındaydı) O gün askerler köye gelip 30- 40 kişiyi götürdüler. Bize Sizi sürgüne göndereceğiz
dediler. Sürgüne götürdüklerini zannedip önlerine düştük. Harçik Suyu kenarında bulunan Taxtıkal mıntıkasına götürdüler. Karanlık çökmek üzereydi, karşımıza dört tane ağır makineli silah kurdular. Sonra hepimizi taramaya başladılar. Bu tarama sırasında yanımda annem, babam, iki kız kardeşim ve erkek kardeşim vardı. Ben o sırada elimi, kız kardeşimin başına koymuş tutuyordum. Kurşun kız kardeşimin başından geçti ve kafatası parçalandı, benim de sağ elimin orta iki parmağı koptu, ben de bayılmıştım.
Mehmet Söylemez: 38 üstümüze çöktü. Bizi öldürdüler. Ne kız kaldı, ne erkek. Munzur’un üzeri ceset doluydu…
Dünya Ana: Gerçek gerçek, evliya evliya danışıyorum, geziyorum, ağıt yakıyorum. Kimsesiz kaldım. Kimse yok. Derdime yanak yok. Rica ediyorum. Halk halka ağlasın. Kim ağlasın? Biz de halkız. Biz de kardeşiz. (…) Unutmayın. Öpüyorum ayağınızdan, elinizden, gözünüzden. Bunu unutmayın. Bu derdi unutmayın.
1.BÖLÜM
DERSİM DÖRT DAĞ İÇİNDE…
Devletsiz halkların tarihi olmaz
denir… Buna göre tarihi olmak
, ancak devleti olmak
ile mümkün olabilir. Egemen tarih anlayışının kalıplarıyla düşünüldüğünde, bu böyledir. Ancak devlet
olmadan önce de bir tarihi
vardı insanın. Devletli
olduğu tarih kesitinden itibaren tarih yapmak
adına yaptıklarına ve yaşadıklarına bu tarih öncesi
edinimlerinin bir etkisi olmadığı düşünülebilir mi? Katı bir Marksist bakış açısıyla bakıldığında, tarihi meydana getiren sınıf mücadeleleridir; öncesi, insanın ilkel
dönemleri olarak yaşanmıştır.
Günümüzde, özellikle yaşadığımız coğrafyanın uygarlık tarihine kazandırdıklarına duyulan ve gün geçtikçe artan ilgi, merak ve araştırmalar, devletsiz halkların tarihi yoktur
yaklaşımını hayli zorlayacak veriler bulunmasını sağlıyor. Marx’ın, doğu toplumlarını yeterince incelemeye zaman ve olanak bulamadan öğretisini geliştirdiği bilinen bir durumdur. Örneğin antik Yunan uygarlığından haberdar olduğu kadar Sümerlerden, Hititlerden, Fars uygarlığından ve İslam uygarlığından da haberdar olsaydı, belki de yeterince açıklayamadan kavramsallaştırdığı Asya Tipi Üretim Tarzı
konusunda geliştirdiği teoriye yeni ufuklar kazandırabilirdi. Bunu Karl Marx’ın yapması artık mümkün değil; kuşkusuz Marksizm’i dogmatik bir bağlılıkla sürdürmek gayretinde olanların da…
Niyetimin burada bir tarih tartışması yürütmek olmadığını hemen belirteyim. Ama söze buradan başlamamın da elbette bir nedeni var.
Dersim üzerine yazarken, konunun fazla bilinmediğini de dikkate alarak, kısa da olsa bir Dersim tarihçesi
ile başlamanın gerekli ve yararlı olacağını düşündüm. Bu nedenle ilk olarak, daha önce okuduklarımı, bildiklerimi anımsamaya, zihnimde toparlamaya çalıştım. Açıkça ifade etmem gerekir ki bu vesileyle Dersim’in Cumhuriyet öncesi tarihine ilişkin çok da derin
bir bilgiye sahip olmadığımı bir kez daha fark ettim. Konuştuğum, görüşlerine başvurduğum arkadaşlarım oldu. Kitaplığımdaki ilgili kitapları koydum önüme; okumadıklarım vardı, okudum; bazılarını yeniden okudum. İnternette konuyla ilgili yayınlanmış yazıları gözden geçirdim. Sonuç şu: Adına Dersim’in tarihi
diyebileceğimiz başı sonu belli bir tarihçe
yok. Konuyla ilgili yazılanların da ne denli sağlıklı, bilimsel ve ciddi bir araştırmanın ürünü olduğu oldukça tartışılır. Özellikle internet ortamında, Dersim’de yaşanan acılar ve sorunlarla ilgili değeri müphem bir bilgi kirliliğinden
de rahatlıkla söz edilebilir. Kuşkusuz bu duruma yol açan en önemli etmen, konuyla ilgili olarak günümüze ulaşan yazılı kaynakların yok denecek kadar az olması. Çünkü Dersim’in yazılı
bir tarihi yok. Bunlarla birlikte bölgede arkeolojik kazılar ve araştırmalar için oldukça uygun ve zengin sayılabilecek kalıntı ve materyaller (viraneye dönmüş Ermeni kiliseleri, köprüler vb.) olmasına rağmen, bu yönde herhangi bir çalışmanın yapılmadığını da özellikle vurgulamak isterim. Buna ihtiyaç duyulmamasının tek açıklaması olabilir: Bu coğrafyanın tarihinin bilinmesi yönünde değil; aksine, bilinmemesi yönünde bir siyasi
tercihin yapılmış olması… Bu siyasi tercihin temelinde ise tarihi, kendi kalıpları etrafında yeniden oluşturmak isteyen bir resmi ideoloji
mantığının bulunduğunu iyi biliyoruz…
Dersim üzerine yabancı tarihçilerin araştırmalarından, yabancı elçilik yetkililerinin istihbarat amaçlı olduğu açıkça belli olan raporlarından ve genellikle Dersim üzerinde egemenlik kurmak çabasında olmuş devlet ve imparatorlukların görevli tarihçilerinin yazdıklarından öğrenilebilecek bilgiler elbette ki mevcut. Günümüzde yazar-çizeri, sanatçısı bol bir memleket olan Dersim’in, Cumhuriyet öncesi tarihinde entelijansiya
olarak adlandırılabilecek bir dinamiği yoktu; bunun gereksindiği koşullara sahip değildi çünkü. Beni, Devletsiz halkların tarihi de yoktur
sözünü hatırlamaya yönelten nedenler bunlardı...
Aşiret beylikleri ve bir tür aşiret konfederasyonları şeklinde yönetilen Dersim’in, tarih boyunca, bildiğimiz anlamda kendi coğrafyasına hükmeden, dolayısıyla da çevresine yayılma, hükmetme eğilimi gösteren bir devlet
anlayışı olmamıştır. Başka nesnel nedenlerin yanı sıra bu durum, bir tarih yazıcılığının ve bütün olarak yazınsal-düşünsel bir mirasın oluşamamasında rol oynayan temel etkenlerin başında geliyor.
Diğer taraftan bilinen bir durumdur ki Dersim, kendi başına bir devlet
olmamakla birlikte uzun yıllar boyunca, hatta bir tarih belirtmek gerekirse Cumhuriyet dönemine kadar, herhangi bir egemen devlete de biat etmemiş, bölgede hüküm süren devlet ve imparatorlukların boyunduruğu altına girmemiştir. Bu tarihsel gelişimin kırılma noktası ise Dersim 1937-38’dir…
Bu gerçekler ışığında dört dağ
içindeki Dersim’in bir tarihi
olmadığı sonucuna mı varacağız? Tarihi
olmadığına göre, soruyu daha geniş bağlamda ve sözcükleri de eğip bükmeden doğrudan ifade edecek olursak; tarihi ile birlikte, kültürü, kimliği, gelenek ve görenekleri, inancı, efsaneleri de mi yok?
1937 Dersim Tedip ve Tenkil Harekâtı
na karar verenlerin mantalitesi de aslında tam olarak buydu… Çünkü Dersim’i Dersim
olarak yok edip ona yeni
bir tarih yazmak istediler. Tedip
ve tenkil
sözcüklerinin TDK sözlüğündeki karşılıkları uslandırma, terbiye etme
ve cezalandırma, toplu imha
şeklinde belirtilmektedir. Bu anlamda güdülen amacın ne
olduğu konusunda herhangi bir kuşku bulunmasa gerekir.
Tipik beyaz adam
mantığıyla, bu geri kalmış, feodal, aşiretçi, asi
coğrafya, içerisinde yaşayanlarla birlikte yok edilmeliydi. Kendilerini buna ikna etmek için ürettikleri gerekçeleri de bu bakış açısından besleniyordu…
Dersim’in, Dersim’e özgü yazılı bir tarihi yok. Ama bu, bir tarihi yok
anlamına gelmediği gibi, kendisini yaşatacak, yeniden üretecek etnik ve kültürel yapısının, iktisadi yaşamının, efsanelerinin, inançlarının, değerlerinin olmadığı anlamına da gelmiyor. Aksi söz konusu olsaydı, daha öncesi bir yana, Cumhuriyet dönemi boyunca maruz kaldığı sistematik baskı, ayrımcılık ve asimilasyon politikalarına rağmen, bugün hâlâ yaşayan bir Dersim
olgusundan da açık ki bahsedemezdik.
Baskı ve asimilasyon politikalarının bir mantığı
olduğunu biliyoruz. Bu kitapta yeri geldikçe üzerinde durulacak hususlardan biri de budur. Yani yalnızca baskı ve eziyet olsun
diye yapılmış bir baskı ve eziyet
uygulaması değildir söz konusu olan… Bu, altı çizilmesi gereken bir husus. Zira biz Dersimliler, yıllardır kendi içimizde acımıza ağlıyoruz ama bize yaşatılan bu acının nedenlerini ve sorumlularını dillendirme konusunda, acımızı yaşamak ölçüsünde sahici
bir tutum sergilediğimizi maalesef söyleyemeyiz. Üzerinde ciddiyetle durmamız, sorgulamamız gereken bir bilinç çarpıtılmasına
maruz kaldık çünkü. Ancak gerçekleri yüksek sesle dillendirmekte daha fazla geç kalamayız. Bu, 38’den sonra yatılı kışla okullarında yetiştirilen ve adları Kemal
konulan kuşakların daha fazla ertelenmeye tahammülü olmayan bir sorumluluğudur aynı zamanda…
Resmi tarih yazıcılarının kurtuluş savaşının ünlü komutanlarından
olarak tanımladığı Sakallı Nurettin Paşa tarafından 1921’de, dönemin TBMM mebuslarını dahi isyan ettirecek denli sert
bir şekilde bastırılan Koçgiri Ayaklanması’nın ve peşi sıra diğer Kürt ayaklanmalarının ardından; Dersim, olanca ağırlığı
ile Cumhuriyet’in gündemine girmişti. Sakallı Nurettin Paşa ile aynı zihniyete sahip olduğu anlaşılan Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey 1926’da hükümete sunduğu raporda, Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır
demişti.
Çıbanbaşı
olarak tarif edilen Dersim’in Dersim
olmaktan çıkartılması ve bu coğrafyada yaşayanların tamamen etnik kimlik bakımından Türk, mezhep bakımından da Sünni olmaları gerekiyordu. Türkiye coğrafyasında yaşayan farklı etnik kimliklerin ve inanç gruplarının yok
sayılmasının temelinde, mantık ve uygulamalarında dönemin faşist rejimlerinden etkilenildiği açıktır. Bu zihniyete göre, bir ulus-devlet inşası
daha fazla ertelenemez bir zorunluluk
haline gelmişti. Sorun budur ve buradadır…
Bu sorunun neden-sonuç ilişkisi içerisinde irdelenmesi gerekir. Bu, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu sancılı demokratikleşmenin kaçınılmaz kıldığı yüzleşme
süreciyle de yakından ilgilidir. Ama tüm bunlardan önce Dersim’in tarihi serüvenini anlamamız gerekiyor. Çünkü Dersim’in yazılı bir tarihi yok, ama bir tarihi
var. Ve bu yasaklı
tarih, artık gün ışığına çıkıyor. Kendi anlamına kavuşuyor. Çıban
üzerinde yapılan ameliye
, bu zihniyetin sahiplerini, insanlığın vicdanında mahkûm ediyor. Bunun engellenemez, önüne geçilemez süreci yaşanıyor.
Bugüne kadar yaşanan engellemeler, yasaklamalar, görmezden gelmeler, inkâr, Dersim’in tarihine ve onun dayandığı değerlere duyulan ilgi ve sahiplenmenin artmasından başka bir sonuç üretemezdi ve öyle de olmaktadır. Dersim tarihine ve bir bütün olarak Dersim’e dair gizlenen gerçeklere duyulan ilgiye yol gösterecek derli toplu materyallerin, ciddi araştırmaların olmayışının birinci derecede sorumlusu ise egemen, yasakçı ve inkârcı resmi ideoloji zihniyeti ve bu zihniyeti üretmekle kendisini mükellef gören üniversitelerdir.
Üniversiteleri özellikle vurgulamamın nedeni anlaşılıyor olsa gerek. Bilim üretmesi gereken kurumlar olarak üniversitelerin öncelikli görevleri, bulundukları coğrafyadaki tarihi ve sosyolojik değerler, olgular ve gerçekler üzerine araştırma yapmaktır. Oysa bizim üniversitelerimizin kıblesi bilimsellik değil, resmi ideoloji olmuştur. Dahası, kendilerini resmi ideolojinin tezlerini, kalıplarını üretmeye ve kanıtlamaya
adamışlar; bu çerçevenin dışına çıkmak isteyenleri önlemeye de büyük bir titizlik göstermişlerdir. Bugün de resmi ideolojinin hayatın gerçekleri karşısında çoktan iflas etmiş olan kalıplarını, ezberlerini, dogmalarını üretmeye ve güncellemeye
çalışıyorlar.
İçerisindeki demokrat ve onurlu bilim insanlarını tenzih ederek söylüyorum; darbe yönetimlerini destekleyen, darbeciler tarafından brife
edildikten sonra sokaklara dökülen, darbe tezgâhçısı oluşumlarla rejim tehlikede
gerekçesiyle illegal ilişkiler içerisine giren üniversite
modelinin dünya üzerinde pek fazla örneği kalmamış olsa gerek. Bu anlayışta bilim kurumları
na sahip olan Türkiye’de öğrenmemiz, yüzleşmemiz, paylaşmamız gereken çok gerçek
var… Dersim, bence bunlar içerisinde, resmi ideoloji mantığını en çıplak
haliyle sergileyen en önemli örneklerin başında gelmektedir…
Dersim Neden Dersim
?
1935 yılında adı kanunla Tunç Eli
olarak değiştirilen Dersim, sanılanın aksine bugünkü Tunceli
il merkezinin değil; bir coğrafi bölgenin adıdır. Bugün Tunceli
adıyla bildiğimiz yer daha önce Kalan
ve Mameki
adını taşıyordu. Tarihin farklı dönemlerinde Dersim’in merkezi ise bugün ilçeleri durumunda olan Hozat ve Çemişgezek olmuştur. Dersim, Osmanlı döneminde uzun bir süre bugünkü Erzurum’a bağlı bir sancak olarak yer almış,