Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Yazı
Yazı
Yazı
Ebook142 pages1 hour

Yazı

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

2010 Orhan Kemal Öykü Yarışması'nda Ödül alan YAZI, aslında bir birine zincirli sekiz öyküden oluşan bir kitap: "Yazı-tura gibidir aşk; tura gelir yaşarsın, yazı gelir yazarsın..." diyen yazar aslında iç içe geçen zihin oyunlarıyla fantastik bir aşk öyküsünü, edebiyatı, mitolojiyi ve felsefeyi harmanlıyor, bir yandan da aşkı ve ilişkileri sorguluyor... "Sırtıma çöken ağırlığı da sanırım ilk o zaman duyumsadım... Öykülerimi, deniz kabuğunu, anılarımı, düşten hızlı gemileri, tunçtan heykelleri, çizgi film kahramanlarını, trenleri, kristalden adacıkları, geçmişi ve geleceği, geceyi, gündüzü, sabahın alacakaranlığını ve akşamın kızıllığını, aşkı, nefreti, sevgiyi, tutkuyu, hatta yaşamı ve ölümü tıka basa doldurup Pandora’nın Kutusu’na çevirdiğim çantam değildi bu ağırlığın nedeni. Aksine, “yokluk”tu... Evet, olması, yaşanması gereken bir şeyin yokluğuydu bana ağırlık veren. Ortasından eksilen bir halkanın, zinciri hafifletmek yerine ağırlaştıracağı hiç aklıma gelmemişti doğrusu..."

LanguageTürkçe
PublisherBarış Ekdi
Release dateNov 19, 2015
ISBN9781311987570
Yazı

Related to Yazı

Related ebooks

Reviews for Yazı

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Yazı - Barış Ekdi

    Deniz Kızının Şarkısı

    CH01

    Denizden yeni mi çıkmıştı, neydi;

    Saçları, dudakları

    Deniz koktu sabaha kadar;

    Yükselip alçalan göğsü deniz gibiydi.

    Orhan Veli

    GÜNEŞİN batmasına bir saat kala -gizli bir el tarafından yönetiliyormuşçasına - güzelce giyinip kuşandım; deniz kıyısındaki yolu takip ederek kasabanın en sevdiğim yeri olan Liman Kahvesi’ne vardım. Eski yazlardan kalma bir alışkanlık olan bu akşamüstü gezintileri kışa rastlayan bu iki günlük ziyaretimde de peşimi bırakmamış, daha ne olduğunu anlayamadan yolda bulmuştum kendimi. Gerisini de kahvenin yolunu ezbere bilen ayaklarım halletmişti. Limana girer girmez tanıdık tanımadık tüm tekneleri, takaları, kayıkları selamlayıp her zamanki masama kuruldum; sırtımı duvardaki hasıra verip etrafı izlemeye koyuldum:

    Ben nasıl Orhan Veli’nin Dalgacı Mahmut’u gibi her sabah gökyüzünü maviye boyuyorsam, güneş de bana inat bu saatlerde denizi ve göğü kızılla turuncu arası bir renge boyuyor, bununla da kalmayıp ayak ucumdan başlayarak karşıki kıyılara dek uzanan altından bir yol seriyordu önüme. Bana da bakışlarımı, düşüncelerimi yakamozlarla cilalanan bu yolda gezdirip yeni düşünceler, imgeler düşler yakalamak için ağ atmak kalıyordu denize.

    Ama bu kez her zamankinden farklı olarak daha ben masaya oturur oturmaz Oğluma ince belli bardakta tavşan kanı bir çaay! diye bağıran Celal Usta yoktu. Onun yerine, saçları ve dişleri dökülmüş, boz sakallı, kalınca bıyıklı, orta boylu, çakır gözlü ama tüm bunlara rağmen gene de oldukça dinç görünen birisi topallayarak yanıma yaklaştı, Hoş gelmişsin oğul. dedi, Buyur.

    Celal Usta yok mu? diye sordum.

    İki ay önce şehre, oğluyla gelininin yanına taşındı; burayı ben devraldım. diye cevap verdi.

    Buranın en çok çayını severim; gene öyle olsun, bir çay içeyim. dedim.

    Hay hay! dedikten sonra arkasını dönüp uzaklaştı yaşlı adam.

    O gittikten sonra kocaman yapraklı defterimi açtım, kurşunkalemimi alıp rastgele bir şeyler çizmeye başladım. Adamcağız tekrar masaya gelip, Buyur oğul! diyerek çayı bıraktı; aynı zamanda da kaçamak bir bakış fırlattı yüzüme: Meraklı, şüpheci bir bakış...

    Tekrar resim çizmeye koyuldum. Çizgilerim yavaş yavaş bir şeye benzemeye başlıyordu: Önce, narin, kıvrak, ince bir deniz kızı gövdesi oluştu. -Bunun bir düş olduğunu belirtmek istercesine silik kalmıştı çizgiler-. Ardından tam bir gerçekliği ifade eden daha kalın ve koyu çizgilerden oluşan bir baş belirdi bu gövdenin üstünde: Deniz kadar derin, gece kadar koyu renkli gözleri; siyah, parlak saçları; alımlı dudakları ve mükemmel hatlarıyla sevdiğim kadının yüzü, başı birleşti o narin bedenle.

    Tüm bunları yaparken bir yandan da bana çay getiren o yaşlı adamı düşünüyordum: Beni görür görmez heyecanlanmış, ama bu heyecanını bastırmaya çalışmıştı. Meraklı fakat utangaçtı. Yandaki cama vuran yansımasından gördüğüm kadarıyla, ben resim yaparken sık sık başını kaldırıp beni süzüyor, ardından da düşüncelere dalıp gidiyordu. Bana bir şeyler sormak, bir şeyler anlatmak istediği belliydi ama çekiniyordu. Üstelik giderek ben de meraklanıyordum.

    Defteri kapadığımda, boşalan bardağı almak için masaya geldi; çayımı tazelemesini isteyip masaya davet ettim.

    Çayları getirdikten sonra çekine çekine bir sandalyenin ucuna ilişti. Önce havadan sudan konuştuk biraz. Sonra adımı sordu, söyledim. Nereden geldiğimi sorunca "Sürgünşehir. dedim. Neresi olduğunu sormadı, yalnızca Yaaa... demekle yetindi. Ufak bir sessizlik oldu. Bu arada cesaretini toplamış olacak ki Affedersin, Deli Kadir ismini hiç duydun mu oğul?" diye sordu bana.

    Hayır, hiç duymadım. dedim, Neden?

    Hiiiç... cevabını aldım bu kez de, ama hayal kırıklığına uğradığı anlaşılıyordu. Sonra, -konuyu değiştirmek için olacak- neşeli bir tavır takınıp konuşmaya devam etti:

    O kadar şeyden konuştuk, daha adımı bile söylemedim. Yaşlılık işte, unutuyor insan... Bana Recep Reis derler. Bir zamanlar Marmara’nın karşı kıyısında balıkçılık yapardım... Lafı uzatmayayım, çoluk çocuk derken ekmek teknemi satmak zorunda kaldım; üstüne bir de felç geldi. Çok şükür kurtuldum kurtulmasına ama izi kaldı meretin; balığa çıkamaz oldum. Topallamaya da başladım üstelik. O günden sonra, kasabanın limanındaki kahveyi işletmeye başladım. Ne yaparsın geçim dünyası... Geçen kış kahvede yangın çıktı; sonra da yıkıldı kahve. Ben bu kıyıya göçtüm. Kızımla torunlarım burada. Sabahtan akşama kadar evde durmaktan sıkılınca yapacak bir iş aramaya başladım; baktım Celal Usta da gidiyor, hemen burayı devraldım. Hem boş oturmuyorum hem de üç beş kuruş yardımım dokunuyor çocuklara... Ya sen? Asıl seni sormalı.

    Aslında ben de bir tür balıkçı sayılırım Reis. dedim. Sonra, parmağımın ucuyla güneşin benim için çizmiş olduğu ışıktan yolu göstererek sürdürdüm konuşmamı: Şu gördüğün ışıklı yol var ya, akşamüstü buraya gelip güneş batana dek o yolun üstünde dolaşır, ağ atarım denize. Hava kararır, güneş kaybolur; sizinkilerin geleceği vakte doğru o ağları çekerim denizden. Bir de bakarım ki bin bir renkli kuşlar mı, deniz kızları mı, cinler, periler, melekler mi, prensler, prensesler, şövalyeler, soytarılar mı istersin çeşit çeşit düşünceler, düşler yakalamışım. Oturur, onları ayırır, işime yarayanlarını tek tek şu gördüğün deftere kaydederim. Sonrası Galata Köprüsü’nün başındaki balıkçıların yaptıklarına benzer: Onlar nasıl balıkları temizleyip pişirir, kılçıklarıyla beraber yarım ekmeğin arasına koyup satarlarsa ben de bu düşleri, düşünceleri alıp güzel sözcüklere bular, pişirir, bir kitabın içine koyar, satarım. Böylece üç-beş kuruş da benim elime geçer, benim de karnım doyar.

    Anlattıklarım biraz karışık gelmiş olacak ki beresini çıkarıp başını kaşıdı Reis. Bu arada gözleri masada duran defterime takıldı; göz ucuyla onu işaret ederek, Ben seni ressam falan sanmıştım. dedi.

    Haa, o mu? Arada bir şeyler karalarım işte öylesine... diyerek defteri açtım, çizdiğim son resmi gösterdim ona.

    Resmi görünce bir anda kireç gibi bembeyaz kesildi Reis’in yüzü. Gözleri yuvalarından fırlayacak gibi oldu; elini ağzına götürüp kekeleyerek konuşmaya çalıştı:

    "Ha...Hayalsu... Yü...Yüzleri de değişmiyormuş demek... Sen... Sen Kadir değilsin ama O’nu tanıyorsun... Buldun demek... Ya Kadir?"

    Bunları söylerken bir resme bir bana bakıyor, başını iki yana sallayıp duruyordu. Bense onun yanı başında durmuş, olanları anlamaya çalışıyordum. Hiçbir zaman bir insanı duygulandırabilecek kadar güzel bir resim çizemeyeceğimi biliyor, bu yüzden de bu adamcağızın neredeyse kalp krizine sebep olacak derecede heyecanlanmasına bir anlam veremiyordum.

    Titreyen elleriyle kıpırdamamamı işaret edip Dur hele! dedi ve çay ocağına doğru hızlı hızlı yürüdü. Geri döndüğünde sedef kakmalı küçük bir sandık vardı elinde. Sandığı açıp bir ucu yanmış, kat yerlerinden yırtılmaya yüz tutmuş, eski, sararmış bir kağıt çıkarıp masanın üstüne yaydı. Denizcilerin kullandığı bu ayrıntılı haritanın üzerinde gezdirdiği parmağı küçük bir kayalıkta durdu. İşte şimdi, şaşkınlıktan donakalma sırası bana gelmişti:

    Biraz önce defterime çizmiş olduğum resmin aynısı o gösterdiği yerde duruyordu. Hiçbir şey söylemeden, bir deftere bir haritaya bakarak iki resmi karşılaştırmaya koyulduk: Çizgilerin silikliğine, koyuluğuna, kıvraklığına, yüzlerdeki ifadeye, başların daha koyu bedeninse daha silik çizilmiş olmasına varana dek her şey aynı elden çıkmıştı sanki... İlk kez on beş-yirmi dakika önce yapmış olduğum ve Recep Reis’ten başka hiç kimsenin görmediği bir resmi -üstelik de sevdiğim kadının resmiydi bu!- yıllanmış, sararmış bir denizci haritasının ortasında görmek... Meraklı, sorgulayan bakışlarını karşısındakine yönelten bendim bu kez.

    Deli Kadir yapmıştı o resmi. dedi. Bunu söylerken çekingenliği hâlâ üstündeydi. Onun hikâyesini anlatırım istersen, ama önce bir şey yapmasını isteyeceğim senden.

    Sedefli sandıktan bu kez de irice bir deniz kabuğu çıkarıp kulağıma dayadı, Dinle bakalım şunu. dedi.

    Denizin uğultusunu dinlemeye hazırlanan kulaklarımın bir şarkıyla karşılaşması şaşkınlığımı daha da arttırdı. Bilmediğim bir dilde olmalarına karşın şarkının sözlerini anlayabiliyor, ama bir türlü çeviremiyordum bu sözleri. Bir veda şarkısıydı bu; uzaklara gitmekten, ölümden, bir daha hiç buluşamamaktan söz eden hüzün dolu bir şarkı... Dikkatim sözlerden seslere yöneldiğinde ise, sesin sahibinin biraz önce resmini yaptığım kişi olduğunu anladım hemen. Deniz kabuğunu masaya bırakıp öylece kalakaldım.

    Kısa bir sessizlikten sonra Recep Reis öksürdü. Biraz önceki heyecanlı, utangaç hali gitmiş, yerini, otoriter bir ses tonuyla -ama nasihat verircesine- ağır ağır konuşan mağrur bir kumandan almıştı sanki... Önce, geçmişi hatırlamaya çalışarak kısa cümlelerle söze başladı, ardından açıldıkça açıldı:

    "Yaklaşık yirmi beş yıl önceydi. O zamanlar karşı kıyıdaki kahveyi işletiyordum. Deli Kadir’le de orada tanışmıştım. Ben kırk yaşlarındaydım, o da senin yaşlarında... Kimsesi olmadığından Garip Kadir derlerdi ona. Çalışıp didinmiş, bir tekne sahibi olmuştu. O tekneyle balığa çıkar, o teknede yatıp kalkardı. Mert delikanlıydı vesselam! Görür görmez kanım ısındı, baba-oğul gibi oluverdik. Denizde olmadığı zamanlar karşılıklı oturup dertleşirdik.

    Gel zaman git zaman durgunlaştı Kadir; önceleri ağlarını tıka basa doldurup gelirken artık eli boş dönmeye başladı. Derken teknesini satıp küçük bir kayık aldı; kahvehanenin bir göz odasında yatıp kalkmaya başladı. Sabahları daha güneş doğmadan denize açılır, karanlık basmadan da gelmezdi. Sonra da sabaha dek gaz lambasının ışığında bir şeyler çizip dururdu. Mutlu görünüyordu ama bir derdi vardı besbelli. ‘Âşık mısın, sevdalı mısın?’ derdik, güler geçerdi bize. Hem, limanla deniz arasında mekik dokuyan adam nereden bulacaktı aşık olacak kızı?

    Bir gün, sakladığı sır ortaya çıktı: Bizim çocuklardan biri odasına gizlice girip eşyalarını karıştırmış Kadir’in. Çizdiği resimleri bulmuş, bize getirdi. Aynı deniz kızının resmiydi hepsi de... O günden sonra Garip Kadir’in ismi Deli Kadir’e çıktı; kadınsızlık başına vurmuş, delirmiş, olmadık hayaller görmeye başlamış dendi. Kadir ise tek bir söz söylemedi kendini savunmak için; her şeyi sineye çekti.

    Ama sonunda onunla konuşmayı başardım: Bir deniz kızına aşıkmış bizimkisi! Gel de inan! Deli Kadir’i tanımasam inanmazdım ya, o güne dek yalan söylediğini görmüş değilim. Anlattığına göre, ismi Hayalsu imiş bu kızın ve

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1