Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Horseman (Turkish)
Horseman (Turkish)
Horseman (Turkish)
Ebook931 pages8 hours

Horseman (Turkish)

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

THE HORSEMAN ihtilâflı bir epik roman. Konya platosunda, sekiz bin sene önce neolitik çağ kenti Çatalhöyük'te yaşanmış trajik bir aşk üçgeni'nin 20. Yüzyılda yeniden canlanışını anlatıyor. Romans, uluslararası siyasal entrikalar, reenkarnasyon, kültürel bağlar, mistisizm, ihanet, intikam, günah, kefaret. O'Donnelly'nin kitabı, ancak yıllar süren araştırmalar, farklı farklı yaşam deneyimleri kazandıktan sonra yazılabilecek bir tür roman; yazılabilmesi için yaşanılması gereken bir roman.

Katherine Neville'in kült romanı Sekizinci'ye (The Eight) benzer biçimde, O'Donnelly'nin HORSEMAN için hazırladığı fon da antik felsefeyle Türkiye'nin,İrlanda'nın, New York'un, Mekke'nin ve sonunda Tarsus'un tarihi çağlarını iç içe bağlıyor. Romanın tüm yolculuğu boyunca Amerikalı Ariadné kendini hem önceki hayatında yaşadığı bir aşk üçgeninin hem de Türkiye'de 1964-1973 yılları arasında cereyan eden sosyal, kültürel ve politik çatismalar içinde buluyor. Geçmiş ve şimdiki zaman manevî bir borçla birbirine bağlanıyor.

HORSEMAN, 1964 yılında başlıyor. Genç Amerikalı Ariadné, Tűrk gazetecisi Burhan ve Kűrt asıllı sosyoloji profesörü Mehmet Ali, ezilen halkın sosyal haklarını savunma amacıyla birbirlerine bağlanıyorlar. Türkiye'nin, Doğu ve Batının zıt menfaatlerinin çatışma arenasına döndüğü ve bir Kürt isyanının cadı kazanındaki kabarcıklar gibi gizlice fıkırdamaya başladığı günlerde, kader, ilerici, Batıcı, ama ulusal kimliğine de sahip çıkan Kemalist Burhan'ı bu kuşatılmış ülkede bir lider durumuna yükseltiyor.

HORSEMAN sırasıyla Türkiye, İrlanda, New York, ve Mekke'den tasvirler sunuyor ve en sonunda kökleri Çatalhöyük'ün sisleri arasında kalmış manevi bir günah/borcun ödeneceği Tarsus'ta noktalanıyor, "Çünkü er ya da geç, Tanrı'nın adaletiyle hasat toplanıyor, ne ekiyorsan onu biçiyorsun."

HORSEMAN - (Here are some reviews) Bazı yorumlar :

"... büyüleyici! Kazancakis Yunanistan için ne anlama geliyorsa O'Donnelly de Türkiye için aynı anlamı taşıyor... Keltlerin ülkesinden Anadolu'ya dek uzanan bir coğrafyadaki geleneklere, arkeolojiye, tarihe ve felsefeye dair bilgiler içeren kozmik bir aşk, günah, ve kefaret öyküsü!" -Dr. Muazzez İlmiye Çığ, Sümerbilimci, İstanbul, Türkiye.

"...Bravo, Kristina O'Donnelly! HORSEMAN adındaki heyecan verici romanında, okuyucuyu yakalamak ve dikkatini kitap bitene dek öykü üzerinde tutmak için ne gerekiyorsa yapıyor. Romantizmden hoşlananlar (kim hoşlanmaz ki?) 'Mehmet Ali'de kesinlikle çok şey bulacaklar! Bu romanı eşsiz kılan şey, Amerikalı Ariadne'nin çok katmanlı duygusal yaşantısı..." -Prof. Mahmut Esat Ozan, The Turkish Forum, Florida, ABD.

"... (romanlar) bize kokular, imgeler ve tatlı heyecanlardan oluşan zengin bir örgü sunuyor... Kristina O'Donnelly HORSEMAN'I ve onun devamı niteliğindeki SONSUZLUĞA ISYAN'I yazarken farklı farklı kültürler arasında geçen kendi kişisel yaşamına başvurmuş. Bu romanların ikisi de çok katmanlı, ve bir filme uyarlanmamaları için hiçbir neden yok... Yazar sözcüklerle bir resim çiziyor, inandırıcı bir öyküyü yardıma çağırıyor, ve New Age kategorisindeki bazı kitapların tersine, reenkarnasyonun yanında genel kültür araştırmaları ve benzeri konuları da derinlemesine ele alıyor. Bu kitap farklı kültürler ve çağlar arasındaki köprülerden geçmeye cesaret edebilecekler için birebir." -Raşid El-Talik, yazar ve fusion sanatçısı, Merakeş, Fas.

... birçok çakılın arasında duran bir değerli taş; HORSEMAN sürükleyici olduğu dek edebi bir metin!" — Prof. Martin Abend, haberler yorumcusu; New York, ABD.
"... Kristina etek giymiş bir Wilbur Smith gibi yazıyor... öyle çok renkli ve betimleyici... romanın karakterleri üç satırda canlandı. Parlak! — Mike Subritzky - Kusza, Yeni Zelanda savaş ozanı ve II. Anzak Macerası adlı Vietnam konulu kitabın yazarı, Yeni Zelanda.

LanguageTürkçe
PublisherRob Preece
Release dateDec 17, 2015
ISBN9781310364136
Horseman (Turkish)

Related to Horseman (Turkish)

Related ebooks

Reviews for Horseman (Turkish)

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Horseman (Turkish) - Kristina O'Donnelly

    Sabah Ülkeleri Dizisi

    Burası engin göklerin memleketidir. İçten gelen bir türküyü kapıp koyuverin, uzaklaştıkça türkü gökte masmavi olur. Işık burada yalnız karanlığı aydınlatmakla kalmaz, aydınlattığı maddeyi değiştirir ve görülen bir şair rüyasına çevirir. Başka yerlerde ölüp nur içinde yatılacağına burada nur içinde yaşanır.Gece yıldızlar tek tük görülen mıymıntı şeyler değildir. Yıldız kalabalıklığına engin gece dar gelir. Sanki parıltılarıyla göğü sarsıp gürlerler. Hele ufuktan ay bir görüne koysun evren bir peri masalına döner. – Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı

    Keltiya’dan Anadolu’ya, izin verme Işık sönsün! – Kristina O’Donnelly

    KALEYDOSKOPİK VE EGZOTİK, kökleri Türkiye’de olan, Sabah Ülkeleri Dizisi’nin ana teması münakaşalı, sömürücü, ve sonunda kefaret veren veya zafer kazanan aşk öyküleri içerdiği kadar, tarihi, sosyal ve kültürel olayları da anlatmakta. Bu dokuz kitaplık dizide, üç ayrı ailenin davaları, dertleri ve zaferleri tarih öncesi gizli köklerinden çağımıza dek takip edilmekte. Truva’lı Berk ailesi, Açean/Bizans’lı Alkibiades’ler, Türk’lerin Kayhan’ları.

    Yazar Kristina O’Donnelly’nin canlı, renkli, kendine öz üslûbu ile okuyanı olayların içine çeken akıcı bir dili var. Tűrkiye ve ABD'de köşe yazarlığı yapmış, editör, gazeteci ve yayımcı O’Donnelly, Müslüman dünyasındaki geleneklere, İrlanda’nın Katolik yaşantısına, Truva, Roma, Kelt, Türk ve Kürt tarih ve mitolojisine dair derin bilgi birikimini ortaya koyuyor. Kıtalararası fırtınalı serüvenler, tarihsel ve spiritüel düşünceler yazarın edebi yetenekleriyle zenginleştirilmiş. Derin bir öykü okumak isteyen okuyuculara önerilir.

    Dizinin konuları yazarın Türkiye ve ABD’deki hayatı, Avrupa’lı aile kökenleri, ayrıca Türkiye ve Amerika basın camiasında edindiği deneyimlerle enternasyonal politikanın arabesk dokusuna bakışı, çağdaş ve miladi tarihe yakınlığı, ve mitoloji, hırs, ihtiras, romantizm, reenkarnasyon, zafer ve kederle harman ettiği bir örgüdür. Kökleri Türkiye’de olan ve İrlanda, İsrail, ve ABD’ye uzanan egzotik kişiler, yerler ve gelenekler, her bir kitapta hızla gelişen ve beklenmedik bir şekilde sonuçlanan olaylar silsilesinde dantel gibi iç içe bağlanıyor.

    Hayat boyu süren yoğun araştırma ve yazma etkinliğinin meyvesi olan bu roman dizisi özgün ve çağdaş olduğu kadar tarihsel bir fona ve olaylara dayanıyor.

    HORSEMAN

    (Dizinin 1. romanı)

    ZAMANA BOYUN EĞMEYEN EZELİ BİR AŞK İÇİN,

    NE BEDEL ÖDEMEYE RAZISIN?

    HORSEMAN ihtilaflı bir epik roman. Konya platosunda, sekiz bin sene önceki neolitik çağ kenti Çatalhöyük’te yaşanmış trajik bir aşk üçgeni’nin 20. Yüzyılda yeniden canlanışını anlatıyor. Romans, siyasal entrikalar, reenkarnasyon, kültürel bağlar, mistisizm, ihanet, intikam, yıkım, kefaret.

    O’Donnelly’nin kitabı, ancak yıllar süren araştırmalar, farklı farklı yaşam deneyimleri kazandıktan sonra yazılabilecek bir tür roman; yazılabilmesi için yaşanılması gereken bir roman.

    HORSEMAN’ın fonu, antik felsefeyle Türkiye’nin, İrlanda’nın, New York’un, Mekke’nin ve sonunda Tarsus’un tarihi çağlarını iç içe bağlıyor. Öykünün yolculuğu boyunca Amerika’lı kadın kahraman Ariadné, kendini hem önceki hayatında yaşadığı bir aşk üçgeninin hem de Türkiye’de 1964-1973 yılları arasında cereyan eden sosyal, kültürel ve politik çatışmalar içinde buluyor. Geçmiş ve şimdiki zaman ruhî bir borçla birbirine bağlanıyor.

    HORSEMAN, 1964’de başlıyor. Genç Amerikalı Ariadné, Tűrk gazetecisi Burhan ve Kűrt asıllı sosyoloji profesörü Mehmet Ali, ezilen halkın haklarını savunma amacıyla birbirlerine bağlanıyorlar. Türkiye’nin, Doğu ve Batı’nın taban tabana zıt menfaatlerinin çatışma arenasına döndüğü ve bir Kürt isyanının cadı kazanındaki kabarcıklar gibi fıkırdamaya başladığı günlerde, kader, ilerici, Batı’cı, ama ulusal kimliğine de sahip çıkan Atatürk’çü Burhan’ı bir lider durumuna yükseltiyor.

    Türk Burhan’la Kürt Ali, birbirlerinden farklı mizaçlarına rağmen haksızlıklara karşı mücadele konusunda aynı iradede, ve insan bencilliğinin kara çamurunda açan çiçekler gibi ender varlıklardır. Mehmet Ali, Burhan, ve Ariadné bir üçgen oluştururlar, ve zamanın bu kavisinde bir araya gelişlerinin sonucu, öngörülemez.

    HORSEMAN sırasıyla Türkiye, İrlanda, Mekke ve New York’tan tasvirler sunuyor ve en sonunda kökleri Çatalhöyük’ün sisleri arasında kalmış bir günahın kefaretinin ödeneceği Tarsus’ta noktalanıyor, Çünkü er ya da geç, Tanrı’nın adaletiyle hasat toplanıyor, ne ekiyorsan, onu biçiyorsun.

    Roman karakterlerinin özellikleri

    Ariadné (Aylâ) O’Neill: Zengin bir Amerikalı ailenin tek çocuğu ve sosyal bilincini Aquarius Çağı’nın ruhuyla geliştirmiş bir kadın. Gücünü ‘yapabilirsin-ve-yapacaksın’ azminden alan Ariadné bir umut, trajedi ve zafer yolculuğuna çıkıyor. Sevgi ve anlayış dolu bir aile ortamında yetiştiğinin kıymetini bilerek, bir gazeteci/yazar kimliğiyle, kendinden daha az şanslı olanlara yardım edebilmeyi umuyor. Ariadné, gazeteci ve senatör Türk asıllı Burhan’ın ve ona kendi davasının yandaşı olmasını isteyen Kürt asıllı Mehmet Ali’nin arasında kalınca, tarafsız bir yolda ilerlemeye karar veriyor.

    Burhan Kayhanoğlu: Vicdanının emirlerinden başka hiçbir şeye boyun eğmez. Hayat gailesine ne kadar alçak seviyeden başladığı nazara alındığında, Türk politik yaşamının kaygan zemininden fűze gibi yűkselmesi göz kamaştırıcıdır. Romanın akışı içinde gazete köşe yazarlığından İşçi Partisi senatörlüğüne yükseliyor. Dűşmanları tamamen bağlı olduğu Atatürk’çü görüşlerine ihanet etmesi için onu zorlayınca, ömrünün en büyük savaşına gözünü kırpmadan giriveriyor.

    Mehmet Ali Mesut: Tarsus’lu, gizemli, yeşil gözlü Kürt reformcusu, Ariadné ve Burhan’ın hayatında kaçınılmaz bir varlıktır. Aydın ruhlu Mehmet Ali yorulmak bilmeden halkının geleceğini iyileştirmek için çabalarken İşçi Partisine girer, feodal ağa amcası Şeyh Abdullah’ın düşmanlığını kazanır, ayrıca, kardeş gibi sevdiği Peşmerge lideri kuzeni Kartal Bey’le Burhan dolayısıyla ölesiye boğuşur. Ali’nin Ariadné’ye içten bağlılığı sınır tanımaz ve onu mutlu etmek için en büyük fedakârlığı yapmaya hazırdır.

    Ramazan: Mehmet Ali’nin küçük kuzeni; dokuz yaşındayken bir jandarma komutanından vahşet görmüş ve duygusal açıdan sakat ve dilsiz kalmıştır. Ne var ki, Ariadné ve Mehmet Ali’ye olan sevgisi sayesinde konuşma yeteneğini yeniden kazandığı gibi duyu-ötesi algılama gücünü de geliştirir. Zaman içinde Peşmerge arasında saygın bir konum kazanır. Ama Kader, Ramazan’a Mehmet Ali’nin geçmiş hayatında işlediği günahın rövanşını almak görevini verince, Ramazan’ın ruhî güçlüğü ateşle denenir.

    Yorumlar

    (HORSEMAN, Jada Press¹, ABD, tarafından yapılan yarışmanın 2004 Senesinin Grand Prize ödülünü, ve 2005 senesinde de POW!² Ödülünü, Multikülturel roman janrasında kazandı. Romantic Times Magazin’in (ABD) Reenkarnasyon Janrası seçiminde, Okurlara Önerildi, ve Angelfire.com, New-Age eserleri arasında, Yorumcu’nun Seçtiği Kitap, belirtisini aldı.)

    "… büyüleyici! Kazancakis Yunanistan için ne anlama geliyorsa O’Donnelly de Türkiye için aynı anlamı taşiyor... HORSEMAN, Keltlerin ülkesinden Anadolu’ya uzanan, geleneklere, arkeolojiye, tarihe ve felsefeye dair bilgiler içeren kozmik bir aşk, günah, ve kefaret öyküsüdür!" — Dr. Muazzez İlmiye Çig, Sümerbilimci, İstanbul, Türkiye.

    ... Türk tarihi, kültürü ve politikaları hakkında çok geniş detaylı, müthiş etkileyici, büyük çapta bir öykü.. Piers Anthony, Sci-Fi/Fantasy diziler Yazarı, Florida, ABD

    "…Bravo, Kristina O’Donnelly! HORSEMAN adındaki heyecan verici romanında, okuyucuyu yakalamak ve dikkatini kitap bitene dek öykü üzerinde tutmak için ne gerekiyorsa yapıyor. Romantizmden hoşlananlar (kim hoşlanmaz ki?) Mehmet Ali’yi kesinlikle çok sevecekler! Bu romanı eşsiz kılan şey, Amerikalı Ariadné’nin çok katmanlı duygusal yaşantısı." — Prof. Mahmut Esat Ozan, The Turkish Forum, Florida, ABD.

    "…kokular, imgeler ve tatlı heyecanlardan oluşan zengin bir örgü … Kristina O’Donnelly HORSEMAN’i yazarken farklı farklı kültürler arasında geçen kendi kişisel yaşamına başvurmuş. Bu roman çok katmanlı, filme uyarlanmaları gerekir. Yazar sözcüklerle bir resim yapıyor, ve New Age kategorisindeki bazı kitapların tersine, reenkarnasyon kadar genel kültür araştırmaları gibi konuları da derinlemesine ele alıyor. Bu kitap farklı kültürler ve çağlar arasındaki köprülerden geçmeye cesaret edebilecekler için birebir." — Raşid El-Talik, Yazar ve Fusion-müziği sanatçısı.

    … birçok çakılın arasında duran bir değerli taş; sürükleyici olduğu kadar edebi bir metin! — Prof. Martin Abend, ABD.

    "… Kristina etek giymiş bir Wilbur Smith gibi yazıyor… öyle çok renkli ve betimleyici... romanın karakterleri üç satırda canlandı. Parlak bir eser!" — Mike Subritzky-Kusza, Yeni Zelanda Savaş Ozanı, ve II. Anzak Macerası adlı Vietnam konulu kitabın yazarı, Yeni Zelanda.

    "...O’Donnelly’nin çok canlı, orijinal, günümüzde ender bir çekiciliği olan Eski Dünya (Asya ve Avrupa) karakterleriyle zengin olan eseri, eşsiz bir okuma deneyimi veriyor." – Lewis Perdue, Yazar, The Da Vinci Legacy, California, ABD

    "...HORSEMAN ortamı ender bulunan bir eser. Ms. O’Donnelly pek azımızın gördüğü cezbedici bir dünyanın kapısını açmış. Karakterler, dini ve kültürel ayrıntılarına rağmen birbirlerine zamanın bir başından öbürüne bağlanmış… tarih, romans’ın içine örülmüş. HORSEMAN değişik kültür ve karakterlerin karışımı olan bir öyküye girişmek isteyenlere önerilir." Kathe Robin, Yorumcu, Romantic Times Magazine, New York, ABD

    "... Som bir destan! HORSEMAN’ın yazı stili çok zarif. Detayların zenginliği okuyucuyu hemen olayların ortasına koyarak, baş-kahramana döndürüyor. Çok defa yanlış anlaşılan kültürlerin bilinirliğiyle, Aşk, Karma, ve siyasal entrikaların arasında sürülüp gideceksiniz. Değişik konularda geniş bir bilgi membası olan yazar, bunları alışagelmemiş, bonkör ve eğlendirici bir şekilde okuyucuya sunuyor!" Pascale Blue, Özel Eğitim Öğretmeni, New Mexico, ABD

    …O’Donnelly geçmiş-yaşam regresyonu, Tarot, ve yerel büyüleri duygusal tutkular ve serüvenlerle harmanlarken, Ali, Burhan ve Ariadné ülkelerinin aldığı yön üstünde bazen işbirliği yapıyor bazen da çekişiyor. Karakterlerin ebedi aşk üçgeni umutsuzluk ve coşku etrafında örülüyor. Eğer çok eylemli, seksi, artalanı büyüleyici, romantik bir gerilim öyküsü istiyorsanız, HORSEMAN’dan hoşnut olursunuz. Rob Preece, Yazar ve Yayımcı, Texas, ABD.

    " …HORSEMAN’ı çok ilginç ve heyecanlı buldum, kültürel değişimleri, kişisel duygular ve soyut ihtilaflarla anlatıyor. O’Donnelly’nin yaratıcı yetkisi okuyucusuyla doğal bir şekilde bağlanırken, roman okumayı zevkli ve unutulmaz bir deneyime çeviriyor." Samuel E. Stone, Polisiye, Gerilim romanları yazarı ve EPIC/EPPRO üyesi, ABD

    "...HORSEMAN Katherine Neville’s ünlü kült romanı The Eight’i (Sekizli) anımsatan bir epik. O’Donnelly’nin yazı stili şaşırtıcı, coşkusu ve fikirleri, olağanüstü." Brent Kroetch, Yayımcı; Siyasal Gerilim roman yazarı. Texas, ABD.

    "...çekici karakterler, dini, etnik ve kültürel çeşitlilik, paranormal, ve romantik unsurlar birleşerek okurun gerçekten çabuk unutamayacağı eşsiz bir öykü yaratmış. Kristina O’Donnelly (edebiyat alanında) yükselen, tebriği hak eden, parlak bir yıldız." Karen Goodman, Yorumcu, Angelfire.com, New Age / Yeni Çağ – Kitapları, ABD.

    "… okuyucuyu nasıl yakalandığını bilemeden karakterlerinin yaşamının ortasına atan, soluk kesici bir öykü. Yüksek derecede tanımlayıcı, ezeli ve çağdaş dünyalar içinde yaşayan ilginç karakterler, merak uyandırıcı olaylar ve, kültürel ve politik çatışmalar dizisi. Türk-Kürt ihtilaflarını mükemmel bir şekilde aydınlatan destan, eşzamanda coğrafi/tarihi bir yolculuk ve İnsan ruhundaki zayıf ve güçlü yönlerin derin analizi. Romans, siyasal entrikalar, kültürel köprüler, ihanet, inanç … HORSEMAN, güncel ve capcanlı. O’Donnelly, İslam dünyasındaki gelenekler ve ahlaki töreler, Katolik-İrlanda deneyimi, ve Kelt mitolojisinden nüanslar sunuyor. Kıtalar-arası serüvenler, yazarın tarihi anlayışı ve edebi yetkisiyle canlanıyor." Elaine Federici, Köşe yazarı, Web-tasarımcısı, N. Carolina, ABD.

    … Kristina O’Donnelly, büyüleyici anlatış tarzıyla okuyucuyu bir şahane ortamdan öbürüne çekerek, Türk-Kürt ilişkilerine ihtilaf ve şan veriyor. Her sınırı – siyasal, dinsel, kültürel, reenkarnasyon – aşan, tatmin edici, bir epik aşk öyküsü. Vicki M. Taylor, Yazar, FL, ABD

    ¹ International Jada Book of the Year Awards: Yargıçlar, Profesyonel Yazar ve Yayımcılar Paneli.

    ² POW! = Promoting Outstanding Writers Grub’u – Yıllık edebiyat ve sanat yarışmasının Sponsor ve Yargıçları, Kuzey Florida Universitesi’nin Edebiyat / Felsefe Fakültesinden Panel.

    Önsöz

    Karen-Claire Voss

    (Editör ve Profesör, İstanbul Üniversitesi, İstanbul, 2003)

    BÖYLE BİR ROMANA giriş yazmak çok zor, çünkü sıradan bir eser değil ve bu yüzden de ona sıradan bir giriş yazmak imkânsız. Yazar Kristina O’Donnelly’nin kabiliyetine büyük bir saygı ve beğeni duyduğum için elimden geleni yapacağım.

    Roman, heyecanlı bir prolog/öndeyişle açılıyor ve bu ton, romanın gerisine damgasını vuruyor.

    1. Bölüm açılınca kadın kahramanımız, on yedi yaşındaki Ariadné bir kâbustan uyanıyor ve kendini arabalarının arka koltuğunda, anne ve babasıyla birlikte buluyor. Türkiye’de, Konya ilindeki Çatalhöyük’e doğru, 8,000 yıllık eski bir kentin toprak altından çıkarılışını görmeye gidiyorlar. Ariadné, bu vahim gün sona ermeden önce, kendi hayatında olduğu kadar Türkiye’nin talihinde de önemli roller oynayacak karakterlerle tanışıyor.

    Zaman geçtikçe, bir gazetede köşe yazarı, bir eş, ve bir anne oluyor. Büyük bir gayretle, Türk kültürünün içinde, ilk bakışta anlaşılması zor olan nüansları anlamaya çalışıyor. Kendine, yazılarında kullanmak üzere Türkçe bir takma isim kabul ediyor. Bir kocanın sadakatsızlığının acısını çekiyor. Kendini kanlı, politik çatışmalarının ortasında buluyor ve hayatı tehlike altına giriyor.

    Bütün bunlar Ariadné’nin kendi varlığının, o ana dek hiç bilmediği yönlerini keşfetmesine olanak veriyor.

    HORSEMAN, olağanüstü bir aşk öyküsünün daha ötesine ulaşıp okuru karakterlerin derinliklerine çekip götürüyor.

    Yazarın reenkarnasyonun gerçek olduğuna inancı gibi gerçeklik dediğimiz şey gündelik yaşamın içerdiğinden daha farklı düzeylerden oluşur fikri de kurgu değil, bir keşif.

    Romanda eşsiz bir şekilde tasvir edilen anlardan biri Ariadné’nin, İrlanda’da Aziz Patrick Katedrali’nde gerçekleşen düğünü. Kocası bir Türk. Ariadné ile evlenebilmek için yalnızca nikâhın kilisede kıyılmasını kabul etmek kâfi değilmiş gibi, çocuklarının da Katolik olarak büyütülmesini kabul etmek zorunda kalıyor. Bu kararı vermek her ikisi için de çok güç oluyor ve uzun vadeli sonuçlar doğuruyor.

    Dikkat çekici noktalardan bir diğeri, Ariadné’nin hacca gidişi. Kendini kocasından kaçmaya mecbur hissediyor ve kızını geride bırakamayacağı için onu da Türkiye’den gizli çıkartmaya çalışıyor. Mekke’ye, Suudi Arabistan’da İslam’in kalbine gitme fikri böyle ortaya çıkıyor. Müslüman olmayanlara yasak olan bu kutsal şehir, Ariadné gibi kültürüne, geçmişine ve bilgisine sahip olan biri için sorun olmuyor. Öte yandan, Amerikalı ve Avrupalı okur kendini Ariadné’nin yerine koyup, çevreye onun gözleriyle bakıp, Kristina O’Donnelly’nin hayal gücünün içinde seyahat etmeye başlayınca, çağdaş romanlarda neredeyse hiç keşfedilmemiş bir kentin ender imgelerini görme şansını da buluyor.

    Kitabın oldukça ilginç yanlarından biri de bütün bunların öykünün içine yerleştiriliş biçimi, ya da başka türlü söylemek gerekirse, kalem kağıda değmeden önce yazarın beyninde ve kalbinde biçimlendirdiği öykünün kompozisyonu. O’Donnelly, bizi, karakterlerinin hayatı açısından önemli gelişmelerle sonuçlanan olayların arasında dolaştırırken, onların ruh dünyalarına sokuyor ve böylece, o an, bir karakterin gerçekten ne yaşadığını hissediyoruz. Türk kültürünün portresini çiziş tarzı da aynı derecede özgün. Örneğin, Ariadné’nin ilk kez Türk usulü dans ettiği bir sahne var. Yazar, Ariadné’nin hislerini, aklından geçenleri, çekincelerini ve Türklerce kabul edilebilme arzusunun nasıl bir şey olduğunu okura anlatabilmeyi başarıyor.

    Kristina O’Donnelly’nin karmaşık ve tartışmalı Türk-Kürt ilişkileri konusunu çok cesurca, bilgili ve parlak bir şekilde aydınlatma biçimi de övgüye değer. Bu, son derece hassas, pek ender olarak açıkça tartışılan ve daha da ender olarak bir aşk öyküsünün parçası haline getirilen bir konu.

    HORSEMAN, değerli bir kitap. Bu sözcüğü kolay sarf etmem, ve inanılmaz bir kadını ve harika bir aşk öyküsünü anlattığı için de söylemiyorum. Aksine bu öykünün, diğer aşk öykülerinde olduğu gibi, gerçek yaşamın karmaşıklığından kaçmamıza izin vermediği, bizi o karmaşıklığın içine daha fazla ittiği için söylüyorum.

    HORSEMAN, günümüzün Türkiye’sindeki yaşamın nüanslarını anlayışlı bir şekilde kavramamızı da sağlıyor. Yalnız bu yanıyla dahi olsa azımsanacak bir hizmet değil, çünkü Amerikan kamuoyu Türkiye hakkında acınası bir cehalet içerisinde. Türkiye’de on yıl yaşamış biri olarak, bu kültürde var olan zenginlik, sıcaklık ve anlamı gayet iyi biliyorum, ve Kristina O’Donnelly, Türkleri, işte bu zenginlikleri ile Batılılara anlatmayı başarıyor.

    Umarım, bu giriş, HORSEMAN hakkında sizlere bir fikir verir ve kitabı sonuna kadar okuyabilecek isteği doğurur.

    Şimdi ilk sayfayı çevirin ve eşsiz bir hayat yolculuğuna çıkan efsanevi bir kadına eşlik etmeye hazırlanın.

    * * * *

    Prolog

    "HAYIIIR! DİYE GENÇ KADIN tüm gücüyle haykırdı, Hayııır! Ona tekrar dokunamazsınız, bırakmam! Hayııır!"

    Ama etrafında öfkeyle kaynaşan ayaktakımının kocasını linç etmeye gerildiğini apaçık görüyordu. Terör, gırtlağına piton gibi sarılıp daralırken can havliyle aralarından sıyrılıp çıktı ve mikrofonlu, yüksek bir platformda duran, beyaz giyinmiş, uzun boylu iri cüsseli erkeğe doğru koşmaya başladı. Yumruklarını sallayıp küfür savuran erkeklerle sarılı duran bu adam, dalgalı sarışın-kumral saçlı, düz sırtlı, ve geniş omuzluydu. Kuvvetli ama sakin konuşma tarzı tehlikeden yılmadığını gösteriyordu.

    Genç kadının kalbi göğüs kafesinde azap çeken kuş gibi çırpındı. Kocası damarındaki kan, kemiğinin üstündeki et gibi varlığına sinmişti, eğer tüm benliğini feda ettiği hemşerileri tarafından katledilirse, ondan ayrılmak azabını çekmektense, onunla beraber can vermeye hazırdı.

    Ansızın eski anılar gözlerinin önünden film şeridi gibi geçmeye başladı: Binlerce sene önce, İnsanoğlu, aynı bugünki gibi kan dökmekten hoşlanırdı. Savaş Lordu Kurt’un tesirine çabucak girip Beyaz Karaca’ya ihanet etmişlerdi. Onu bir hayvan gibi tuzağa düşürüp, kanlar akan vücudunu keskin taş ve dikenlerin üstünde sürükleyerek düşmanının elinde ölüme terk etmişlerdi. Beyaz Karaca ... herkesin hakkını savunan, barışsever, hayvanlar ve kuşlarla bile konuşabilen, gökteki her yıldızı tanıyan, çocuklarının sevgili babası, Beyaz Karaca. Onlara büyük bir orduyla hücum eden ağabeyi Kurt’a karşı tek başına şahlanıp, sonuna dek boğuşan Beyaz Karaca....

    Allah-ü Ekber! Allah-ü Ekber!

    Genç kadın ayak parmaklarının üstünde topaç gibi dönüp göz kamaştırıcı parlak, kızgın güneşe doğru baktı. Kutsal Meryem Ana adına! Gerçekten müezzini mi duyuyordu? Yüksek minarenin şerefesinde dikilip, dindarları camiye, Tanrı’nın sevgi ve merhametinde manevi huzur bulmaya mı davet ediyordu?

    Oysaki çağırdıkları imansız adamlardı, sevgili kocasını öldürmek isteyen, gözleri dönmüş katiller ...

    Allah-ü ekber! Lailahe-il-Al-lah! Müezzin, Arapça, Tanrı uludur; Şüphesiz bilirim, bildiririm Tanrı’dan başka yoktur tapacak; Şüphesiz bilirim, bildiririm Tanrı’nın elçisidir Muhammed; Haydin namaza, haydin felağa, diyordu.

    Kocası katillerin hücumu altındayken, Tanrı’dan güç ummak ....

    Birden kendini toparladı ve yolunu kesen iri yarı adama doğru hamle etti. Adam, böyle bir reaksiyonu beklemediği için şaşırıp geri adım attı.

    Fakat diğerleri öne çıktı, kadının kollarını tutmaya çalıştı.

    Yine de kadın kollarını insanüstü bir azimle evirdi-çevirdi ve aralarından kurtulmayı başardı.

    Bu arada etrafa toz ve benzin kokuları saçarak gelen kamyondan bir grub erkek yere atladı. Apaçık silâhlı, çatık kaşlı, ve çoğu, bıyıklıydı. Kalabalığı yarıp kocasının etrafında kalan son muhafızları da alt üst edip onu kordon içine aldılar.

    Aralarından biri kocasına çıkıştı, İmansız Amerikan uşağı! Nasıl da buraya gelip, bu masumları çirkin yalanlarınla zehirlemeye cüret ediyorsun?!

    Bir anda adamın yalnız sesi, naralar eşliğinde koroya dönüştü. Amerika’nın iki yüzlü uşağına ölüm!

    Minyon yapılı çevik kadın hantal kalabalığın içinde nefes nefese zig zag çizerek kocasının durduğu podyumun altına ulaşabildi.

    Fakat tam o anda kocasının sırtına altı erkek birden yüklendi, kocası çöktü, gözden kayboldu.

    Ansızın siyah-beyaz devasa bedenli bir çoban köpeği olan Atillâ bir yıldırım gibi çakarak kalabalığı yardı, kocasına saldıran adamlardan birinin üstüne sıçrayarak boğazını kavradı.

    Kadının kalbi yerinden çıkmıştı. Dehşet içinde haykırırken yeniden ileriye hamle etti, ama bu kez kara-sakallı takkeli bir adam onu kavrayıverdi. Adam, kadının başındaki mavi eşarbı avuçlayıp çekti, saçlarını serbest bıraktı. Platin sarışınlığı güneşin altında saklanamazcasına parlamıştı.

    Adamın zafer dolu haykırışı yükseldi, Heeeeyt! Amerikan fahişe işte burada!

    Kadın uzaktan bir yerden, Atillâ’nın uluyarak havladığını duydu. Sonra, uluması son nefesi andıran acılı bir iniltiye döndü.

    Kadının ayağı tökezledi, dengesini kaybetti, yüz üstü çakıl taşlarının üzerine kapaklandı. İçindeki ses, Ayağa kalk. Kalk! Diye emrediyordu, Kalk ve mücadele et.

    Kanayan dizlerinin üstüne doğru toplanıp dengesini ararken, ayağa kalkmaya çabaladı. Tepesine dikilip etrafına gölge saçan sakallı adam, kadının iki yakasını kavradı, şiddetle onu sağa sola silkelemeye başladı, kadın direnince elbisesinin önü sitemli bir sesle boğazınden beline dek yırtıldı, adam, yakasını bırakıp omuzlarını kavradı, onu yere bastırdı. Kadın başını kaldırabilip baktığında, adam tütün sarısı dişlerini göstererek sırıtıyordu.

    Ansızın boğuk bir erkek sesi, Onu hemen serbest bırak! diye emir verdi. Domuz oğlu kâfir, bırak onu hemen!

    Kara-sakallı adamı bir çift güçlü kol havaya kaldırdı ve kadının üzerinden çekti attı.

    Genç kadın güneşten kamaşan gözlerini kırpıştırdı: Ali’nin ince yapılı esmer bedeni, önünde duruyordu!

    Ali, onu kollarının altından kavrayıp, titreyen bacaklarının üzerine kaldırıverdi. Bakışları birbirine kenetlendiği anda, kadın ferahlıkla iç çekti. Ali’ye burada rast gelmek şaşırtmamıştı onu. Ne de olsa kocası buralara Ali’yi desteklemek için gelmişti. İkisi de aynı ideallere baş koymuş ahiret kardeşleriydi; amaçları, hemşerilerini, özgürlüklerini kısıtlayan, çağdışı kalmış kültürel ve ahlaki standartlardan kurtarmaktı.

    Ali’ye dayandı ve o anda, bu kaosun arasında huzur veren varlığına şükretti. Ali’nin üzerinde bir siyah pantolon ve arbede sırasında bütün düğmeleri kopmuş, beline kadar açık beyaz bir gömlek vardı. Esmer teni güneşten derin bakır rengine dönmüştü, siyah kirpikli yeşil gözlerinin içi ateş gibi parlıyordu.

    Aylâââ! Buradayım, Aylâ! Gel yanıma!

    Kendine seslenildiğini duyan kadın, Ali’den ayrıldı, çevresindeki kalabalığa, seslere, ve olan bitene odaklandı. Kocası büyük bir meşe ağacının gölgesinde dizlerinin üzerine çökmüştü, Atillâ’nın hareketsiz bedeninin yanındaydı. Yüzündeki, boynundaki, sağ omzundaki ve kollarındaki yaralardan oluk oluk kan akıyordu. Parçalanmış beyaz gömleği silme kan içindeydi.

    Adım adım kocasına yaklaşırken, onu böylesine yaralı ve ezilmiş görmek içini parçaladı, başkalarının iyiliği için kendini feda ettiği zamanları anımsadı. Evet, diye düşündü hüzünle, Her birkaç nesilde bir, bir horseman/vizyoner lider doğar, gönüllü olarak kendini hemşerileri evrimsel merdivenin basamaklarında tırmanıp yükselebilsin diye feda eder.

    Aniden kendini yaşadığı zamandan soyutlanmış hissetti.

    Transa geçmişçesine döndü, etrafına baktı.

    Gözlerini kırparak, aklını toplamaya çalıştı.

    Beyaz cüppeli, dalgalı koyu saçlı, geniş omuzlu, uzun boylu, yakışıklı bir genç adam görüş açısını kapatmıştı; yüz ifadesi sertti, sağ kolu çelik halat gibi dümdüz uzanmıştı. Elinde yarı otomatik bir tabanca vardı. Tetikteki parmağında tereddüt olmadığı belliydi. Silâhın namlusu kocasına doğrulmuştu.

    Kadının dehşet dolu bakışını izleyen Ali de genç adamı görmüştü. Tüm gücüyle haykırdı, Oğlum, dur, yapma!

    Karışma baba! Geri çekil! Bu, şart!

    Panter gibi ayaklanıp ileriye fırlayan Ali, kükredi, Hayır! Müsaade etmem, cinayettir bu!

    Ne yazık ki hamlesini tamamlayamadan, mermi namludan çıkmış, altın sarısı alevler saçarak hedefine doğru yol alıyordu....

    I. KISIM – 1964, Türkiye

    1. Bölüm

    ACIYLA İNLERKEN BİRDEN içini bir huzur kapladı. Ariadné uyandı, çevresini daha net görebilmek için gözlerini kırpıştırdı, ve anne babasının, sessizce ilerleyen klimalı Mercedes-Benz’lerinin pencerelerinden dolan güneş ışığında belirginleşen sarışın başlarının arkasını görünce, ferahladı, gülümsedi. Uyuya kalmış olduğunu anlayarak kol saatine göz attı. Hayret, ancak birkaç dakika olmuştu! Oysaki yıllar geçmiş gibiydi; üstüne soğuk ter basmıştı, bacakları ise ateş içinde yanıyordu. Aşağı doğru baktı, dizkapaklarının üzerinde çiziklerden akan kanı görünce şaşkınlığı arttı.

    Mendil çıkartmak için eliyle cebini yoklarken, mavi gözleri pencereden dışarı bakınıp doğayı yudumladı. Orta Anadolu’nun derinliklerinde, Konya Ovasında, tenha bir yolda süzülüyorlardı. Doğal manzara sakindi. Çevrede felâket çağrıştıracak bir hal yoktu. Fakat avare gözleri kucağındaki buruşuk gazetenin sütunlarından birine ilişince, içi korkuyla sarsıldı ve gülümsemesi soldu.

    Gazeteyi düzelterek sayfadaki köşe yazısının başındaki siyah-beyaz fotoğrafı inceledi. Bu, Avrasya kökeni yüz hatlarından belli olan genç bir adamın, gözlerinin içi gülümserken çekilmiş hoş bir portresiydi. Ürpererek dudaklarını ısırdı. Hayret, bu fotoğraf hayal meyal hatırladığı düşünde gördüğü erkeklerden biriydi!

    Güneşin yakıcı ışınları altında ona ümitsizce ulaşmaya çabalayışı, belleğinde canlandı. Eli ayağı titremeye başladı, iğneyle patlatılmış bir balon gibi sönüp koltuğa çöktü. Çok beğendiği Türk gazetecisi Burhan Kayhanoğlu, kâbusunda gördüğü, platformda düşmanlarla sarılı duran erkeğe benziyordu....

    Kaygıyla iç geçirecekken zorla soluğunu tuttu. Gazeteci olmayı düşündüğü ilk günden bu yana, Burhan Kayhanoğlu o meslekte sahip olmak istediği her özelliği simgelemişti: Cesur, reformcu, sorunları çözebilen, ve hayatın farklı kulvarlarında yürüyen insanları aynı ortamda buluşturabilen bir karakter. Ama neden böylesine tuhaf bir rüya görmüştü? Acaba uykuya dalmadan önce köşe yazısını okuduğu için mi? Hmm. İşin doğrusu, Burhan’ı kaosla ilişkilendirmek olağanüstü değildi; mağdur düşenlerin savunucusu olarak bilinen bu gazeteci, siyasal iktidarı ele almaya çalışan toprak ağalarının, yobaz dincilerin ve komprador yöneticilerin şiddetli saldırılarına her gün maruz kalıyordu.

    Annesi, Sesin soluğun kesildi, iyi misin? diyerek Ariadné’yi derin düşüncelerden çekip çıkardı.

    Kayıtsızca, Ah, öylesine dalmışım, diye cevap verdi kız, sonra konuşmaya devam ederse sesinin titreyeceğini sezerek, sustu. Mendiliyle çabucak yaralı dizlerini örttü.

    Pristin başını arkaya çevirip kızına baktı; boynunda asılı olan oval lâl taşı, güneş ışınlarını oyuntulu derinliklerine tutsaklamış, kıpkırmızı parlıyordu. Taşı iki yanından destekleyen iki yuvarlak, beyaz kalsedon taşı, parlaklığını artırıyordu.

    Neyin var, Ariadné?

    Ariadné parmak uçlarıyla o taşların kendi boynunda asılı olan eşine dokunarak, mırıldandı, Yok bir şeyim; sadece saçma bir kâbus gördüm. Bildiğin o eski rüyalarımdan biri. Ancak bu sefer…

    Evet, bu sefer…? Devam et, Ariadné!

    Kaşlarını hafifçe çatarak Ariadné annesinin oval yüzünü, güzel boynu ve omuzlarının kararlı kuvvetini inceledi. Sarışın, mavi gözlü, minyon yapılı Pristin, sürekli gördüğü kâbuslarıyla zindan olan çocukluğunda aklını kaçırmamak için yaslandığı dayanağıydı. Kırk yaşında olmasına rağmen çenesinin hizasındaki dalgalı saçları, porselen gibi pürüzsüz teni, ve ince vücut hatları onu daha genç gösteriyordu. Birbirlerine çok benziyorlardı, çoğu insan ilk bakışta onların kırklık bir anneyle on yedi yaşındaki kızı değil de iki kız kardeş olduğunu sanıyordu.

    Ariadné gülümsedi. Ah, Annecim, fazlasıyla kötü değildi. Sadece biraz farklıydı, o kadar. Senaryonun çoğu aynıydı: Güneşin altında koşuyorum, vs.. Ama bu sefer, çoğunlukla olduğu gibi yalnız başıma, hiç bir yere varamadan koşacağıma, kana susamış bir çılgın ayak takımına rastlıyorum. Göz kırptı, Sen, aktif bir hayal gücünün genetik bir hastalık olduğunu söylersin ya...? Şey, biliyorsun, yazar olmayı istiyorum… senin gibi bir yazar. Ya da belki de, Burhan Kayhanoğlu gibi.

    Ariadné’nin bakışları pencereye döndü. Kozmopolit ve modern İstanbul’dan yaklaşık 650 kilometre uzakta, 1964’ü geride bırakıp başka bir devreye girmişlerdi. Modern, parlak lacivert Mercedes Benz, Ortaçağ atmosferine gömülmüş tarlalar ve köyler arasından süzülüp gidiyordu. Yol boylarında, köylüler, filozof görünüşlü eşeklerin çektiği çürük çarık arabalarına yükledikleri sebze-meyvelerini pazarlıyorlardı. Çevredeki köylerde günün en önemli saati kadınların ağır su kovalarını zorlukla eve taşımaya başlamadan önce, komşularla biraz sohbetleşmek için çeşme başında buluşmalarıydı. Erkeklerse tam aksine, kahvede tavla oynayarak, sigara, nargile tüttürerek, kadınları hakkında konuşarak, futbol ve siyaset tartışarak vakit geçirirdi.

    Genç kız, boğazının düğümlendiğini hissetti. Ben, diye düşündü hüzünle, ebeveynlerinin parası sayesinde Barbarlardan korunaklı yaşayan, imtiyazlı bir Roma İmparatorluğu Yurttaşı’na benziyorum.

    Ansızın lâstiklerden biri patladı; araba yol kenarına doğru savrulup, etrafı ağaçlarla çevrili hendeğe yuvarlandı.

    Patrick ve Pristin arabanın kumanda tablasına, Ariadné de kapıya çarpmıştı.

    Şokun getirdiği sessizliği ilk bölen, Pristin oldu. Kızarmış alnını ovuşturup kendisinin iyi olduğunu mırıldanarak, kocasının nasıl olduğunu anlamak için ona doğru uzandı ve Ariadné’ye de göz attı.

    Ariadné soluk soluğa, Ben de iyiyim anne, babam nasıl? diye çığlık attı. Başdan aşağı tir tir titriyordu. Şoktan ayılıp, daha iyi görebilmek için gözlerini kırpıştırdı.

    Patrick inleyerek yanıtladı, Yaşıyorum! Lakin beti benzi atmıştı, sırtını doğrultmaya çabalıyordu. Göğsündeki keskin acıya rağmen kaşlarını çatıp motoru durdurdu, arabadan indi ve karmakarışık çalılıkların arasında nasıl yürüyeceğini güçlükle kestirerek arabanın ne kadar hasar gördüğünü tespit etmeye çalıştı.

    Anne kızda sallantılı bacaklarıyla ona katıldılar. Öğle vaktiydi. Konya’nın belki 15 kilometre dışındaydılar. Arka lâstiklerinde kocaman bir yırtık oluşmuştu, ve başlarında ki güneş yakıcıydı.

    Patrick, patlak lâstiği yedeğiyle değiştirmeye çalıştı ama yapamadı. Cıvatalar çok sıkıydı, üstelik göğsündeki acı sancı kuvvetini kesmişti. Çileden çıkıp İngilizce ve Türkçe küfürler savurarak iki koluyla kaburgasını sıvazladı ve hızlı adımlarla yolda aşağı yukarı yürümeye başladı.

    Ariadné’nin başı dönüyor, omzu acıyordu. Yan duran arabanın kaportasının üstüne oturmak için hamle ettiğinde, bir yandan zonklayan omzuna masaj yapıyor bir yandan da babasının öfkesini iki dilde dışa vurmasına kulak verip gizlice kıkırdıyordu.

    Pristin biraz sakinleştikten sonra el çantasını açtı, tarak çıkarıp saçlarını taradı, bir kaç tokayla saçlarını ensesinde topladı. Alnındaki kızarıklık morarmaya başlamıştı, örtmek için birkaç saç lülesini aşağı doğru çekiştirdi. Sonra kocasına yetişip, onu neşelendirmeye çalıştı, Biri çıkagelip bizi kurtaracak! Eminim.

    Kocası homurdandı, Tabii, haydudun biri bize bu onuru verir.

    Ariadné, Ba-ba! diye çıkıştı, Zaten yeterince korktum, bir de böyle şeyler söyleme!

    Patrick yüzünü buruşturup Mercedes’e döndü, torpido gözünden bir küçük tabanca çıkardı, emniyetini açtı. Hah, endişelenme güzel prensesim. Tedbirimi daha evvelden almıştım, dedi.

    Ariadné ister istemez gülüverdi. Eskiden ehliyetli bir atlet olmasına rağmen, 1.88’lik babası uzun süre önce güzelce yiyip içmeyi formuna özen göstermeye tercih etmişti. Favorilerine kır düşmüş dalgalı sarı saçları, mavi gözleri, yuvarlak kırmızı yanakları, safari pantolonu ve gömleğiyle Noel Baba gibi cana yakın ve tamamen zararsız görünüyordu.

    Fakat babasının tabancayı kemerine sokarken yüzünde beliren ifadeyi fark edince, icap ederse ailesini korumak için tetiği çekmekten hiç mi hiç çekinmeyeceğini sezdi, içi titredi.

    Ariadné bakışlarını yola çevirdi. Çukurlar ve at pislikleriyle kaplı yolun kenarında, dalları meyve yüklü ağaçlarla dolu bahçeler, öbek öbek çalılar, ve yeşil otlaklar uzanıyordu. Ne var ki, hava çok sakin, çevre çok ıssızdı. Eyvah! Evet, evet, haydutlar şu ağaçların ya da bu çalılıkların ardına gizlenmiş, kötülük yapmaya hazırlanıyor olabilirlerdi!

    Ansızın gözlerinin önüne kâbuslarındaki sahneler saldırdı ve nabzı hızlandı. Tedirginlikle dizkapaklarına baktı. İçi biraz rahatladı. Kanama durmuştu ve sıyrıklar sanki kazadan kaynaklanmış gibiydi.

    Pristin kızına yaklaştı.

    Ariadné, Taş tılsımlarımız bu sefer bizi korumadı, ha, anne? diye fısıldayarak annesinin eline uzandı.

    Hayııır, tabii ki korudu. Üçümüzde hayattayız, değil mi?

    İyi ama, lâl taşı ve kalsedon taşının bizi kâbuslara karşı da koruması gerekiyordu; peki o halde ben neden yine kâbus gördüm?

    Pristin gülümsedi. Bu tılsımı ne zamandır takıyorsun?

    Üç yıldır…

    Peki en son ne zaman kâbus görmüştün?

    Ariadné omuz silkti. Aşağı yukarı üç yıl önce.

    Hımm. Üç yılda tek bir aksaklık pek fena sayılmaz.

    Şey, ama kazayı da sayarsan, bir saatten az bir süre içinde iki aksaklık eder.

    Pristin kızının saçlarını okşadı ve yanıt vermedi.

    Genç kızın dikkati güneşin döngüsüne takıldı, kafası dağıldı, ve Burhan Kayhanoğlu’nun yazılarından bir alıntı dudaklarından akıverdi, Anadolu’da yaşam Batı takvimine göre değil, mevsimlere göre geçer! Kasvetli ve sert bir mevsimin ardından bir başkası gelir. Tek değişmez etmen müezzindir, günde beş defa, şafak vakti, öğleyin, ikindi vakti, günbatımında, ve akşam alacasında sesi duyulur. Minarenin şerefesine çıkıp dindarları ibadete çağırır, bu dünyada kötülüklere maruz kalsalar da öbür dünyada onları daha iyi şeylerin beklediğini vurgular. Sesi titriyordu. Burhan, dini, kitleleri itaatli koyun sürüsü yapan bir uyuşturucuya benzetiyordu.

    Patrick kaşlarını çattı, Bak prensesim, bu adam komünist, onun gibi adamların taze beynini zehirlemesine izin verme.

    Ariadné, Ne, komünist mi?! diye diklendi. Nedenmiş? O da Kennedy gibi bir vatansever.

    Ne?! Babası kahkahayı koyuvermişti. Tanrı aşkına! Ben ülkesini sevdiğini inkâr etmiyorum. Yine de, o adamın bu ülkedeki Amerikan karşıtlığını körüklediğini kabul etmelisin.

    Abartıyorsun…

    Sen de bana gençliğimi hatırlatıyorsun, güzelim. Patrick gülümsüyordu. Senin yaşındayken ben de isyancıydım. Evet, İrlanda adına İngiltere’ye karşı savaşmak için İRA’ya katılmayı düşlerdim. Pristin’e göz kırptı. Ama Girit’te annenle tanıştığım gün, havai idealizmin yerine realizmi koydum. Çünkü O’Neill Enternasyonal Korporasyonu, New York’ta küçücük bir ofisten ve bir kilise faresi denli yoksul, gezgin İrlandalı olan benden ibaretti.

    Pristin alçak sesle sözünü kesti, Ama bu yoksul İrlanda’lının yüreği şarkılarla, cepleri de düşlerle zengindi.

    Patrick karısına şefkatla bakıp dudaklarını onu öpermiş gibi büzdü. Pristin’de uzanıp kocasının elini sıkıca tuttu.

    Ariadné’nin gözleri doldu, bakışını öteye çevirdi. Gerçekten talihli bir evlâttı, anne babasıyla özel bir bağı vardı, ve buna şükran duyuyordu; hayatı, üçünün de ortak paylaştığı açık bir kitap gibiydi.

    Patrick karısına, Beş dakika daha bekleyelim, sonra yürümeye koyulup neler bulabileceğimize bakalım, dedi.

    Ariadné’nin içini tuhaf bir korku kapladı. Babasının etrafı kolaçan etme kararı sakat olabilirdi. Sakinleşmek için düşüncelerini yolculuklarının esas hedefi üzerinde topladı: Çatalhöyük, İç Anadolu’daki sekiz bin yıllık eski, neolitik çağ kenti. 1958 yılında İngiliz arkeologu James Mellaart’in keşif ettiği bu yerleşim, çağdaş tarihçilerin Batı Asya’daki neolitik gelişmeye ilişkin görüşlerini tekrar tasarlamalarına yol açmıştı.

    Gözlerini yumarak, Çatalhöyük hakkında ilk okuduğu günü anımsadı. Geçen yaz, Mellaart’in ekibindeki arkeologlardan biri akademisyen annesine bu konuda mektup yazmıştı. Tasviri kısaydı ama yine de Ariadné’yi Çatalhöyüğü görme arzusuyla yakıp kavurmaya yetmişti. Anne-babası da sınıfını başarıyla geçmesine ödül olarak onu Çatalhöyük’e götürmeye söz vermişlerdi. Yoğun okul derslerinin arasına orayla ilgili araştırmaları da sıkıştırmıştı, öğrendikleri üstünde sürekli konuşur olmuştu. Ve nihayet, nihayet, hayallerinin gerçekleşmesine ramak kalmıştı. Zaman çarkını geriye çevirip, tarih tünelinin derinliğine girebilmenin eşiğindeydi....

    Yolda, aniden, kirli gri gömlek ve sarkık kahverengi pantolon giymiş, sakallı, yaşlı bir adam göründü. Üstüne yeşil sebzeler ve kırmızı domateslerle dolu ağır bir sepet yüklenmiş, şikâyetle anıran eşeğini semerinden çekerek götürüyordu.

    Pristin, el çantasından para çıkarıp elini uzatarak, yumuşak bir sesle, Türkçe sordu, Efendi, bize yardım için köyden birini yollar mısın lütfen?

    Köylü, modern haki pantolonlu ve gömlekli turist kadına baktı, sonra gözlerini onun yanında duran aksi bakışlı kocasının üstünden aşırıp Ariadné’nin çözük sarı saçlarını, omuzdan askılı, sade biçimli mavi kot elbisesini, ve sandallı ayaklarını süzdü. Omuzlarını silkti, yanıt vermeden yoluna devam etti. Kıkır kıkır gülüp taş fırlatan iki afacan, ve uzun boylu, kel kafalı, iri cüsseli, yüzü kirli, lime lime olmuş kırmızı bir gömlek ve kaslı bacaklarını zar zor örten gri bir pantolon giymiş bir erkek çocuğu da adamı takip etti. Küçük erkek ve kızın iri kahverengi gözleri neşe doluydu, ama yine de yabancılarla söz etmekten çekinmiş, sadece kaçamak bakışlar atmışlardı.

    Ariadné kel çocuğun alık alık baktığını fark etti, ağzı da açıktı.

    Genç kız geri çekildi, nedense tüyleri diken diken olmuştu. Istırapla, Ah kutsal Meryem Ana, diye inledi içinden, bu çocuğu tanıyorum! Ama nasıl ve nereden?

    Çocuk yolun ortasında durdu, Ariadné’yle yüz yüze gelene dek yavaşça geri döndü. Uzun kolları iki yana sarkmış, çıplak iri kafası güneş altında parlayarak öylece dikildi karşısında.

    Patrick kaşlarını çattı ve tabancanın kabzasını açıkça kavrayarak kızının önüne geçti.

    Ariadné ona telâşla fısıldadı, Ah, Baba’cım, aşırı tepki veriyorsun! Onun ne yapacağını sanıyorsun ki?

    Patrick sertçe, Bilmiyorum, dedi, ama her ihtimale karşı hazır olmam gerekir. Ne olur, ne olmaz.

    Gerilim yüklü sessizlik aniden kanat çırpma sesleriyle delindi. Karnında siyah lekeler olan bir kırmızı keklik birdenbire yukarıdan süzülüp çocuğun sağ omzuna konuverdi.

    Ariadné kekliğe ağzı bir karış açık bakakaldı. Güzel bir kuştu, ibiği kırmızıydı, kırmızı kenarlı gözlerinin çevresinde siyah halkalar vardı. Boyu otuz santim var yoktu. Kanatlarında kestane rengi şeritler, kuyruğunda da yine kestane rengi kısa tüyler vardı.

    Pristin, kızının yanına doğru ilerlerken sakin sesle anlatıyordu, Keklik çoğunlukla avda kullanılır. Islığıyla, kendi türünden diğer kuşları avcının saklandığı yere çeker. Bazıları, özellikle, Anadolu’lu Kürtler, iyi şans getirdiğine inanırlar. Sesini alçalttı, Bu çocuğun gözlerindeki ifadeden hoşlanmadım; çabuk git arabaya bin.

    Ariadné kıpırdayamadan bir başka arabanın motor sesi yankılandı. Endişelenerek çevresine bakındı, yolun dönemecinden bir siyah, eski model De-Soto’nun çıktığını fark edince içi rahatladı. Siyah saçlı, ince bıyıklı şoför, genç kızın heyecanlı el sallayışına yine el sallayarak karşılık verdi ve onlara doğru yaklaştı.

    Şoför yardıma ihtiyaçlarının olduğunu bir bakışta anlamıştı. Kel kafalı çocuk omzundaki keklikle geri çekilirken, adam yavaşlayıp durdu, arabadan indi, bagajı açtı. Aletlerini alırken onlara gülümsedi, yeşil gözleri ve beyaz dişleri güneşte ışıldıyordu. Sonra işe başladı. Hareketleri çabuk ve zarifti. İnce yapılı, uzunca boylu, atmaca burunlu adamın üstünde kısa kollu yeşil poplin gömlek ve ütülü gri pantolon vardı, yaşı otuza yakın görünüyordu. Siması, insana güven veriyordu. Patrick’in yardım teklifini geri çevirip, nereye gittikleri hakkında sorular sorarken lâstiği ustaca değiştirdi.

    Patrick, Mercedes’e bindi, motoru çalıştırdı ve diğer üçü de arkasından arabayı itip yola çıkardılar.

    Ariadné taşralı bir Türk’ün İngilizce anlamayacağını varsayarak, heyecanla konuşuyordu, Bu adam hem bir romantik Beyaz Şövalye, hem de usta tamirci!

    Türk, sırtını doğrultup ona baktı. Uzun kara kirpikli iri yeşil gözlerini onunkilere sabitlerken, genç kız elektrik ceryanı çarpmış gibi oldu, geri çekildi; yüzü kıpkırmızı olmuştu.

    Buz gibi bir sessizlik etrafa çöktü.

    Sonra adam aksanlı İngilizcesiyle Patrick’e yolu tarif etmeye başlayarak büyüyü bozdu. Yolun ötesi çetrefillidir, korkarım kaybolacaksınız. En iyisi size kente kadar kılavuzluk edeyim. Lütfen beni izleyin.

    Eyvah, adam İngilizce söylediklerini anlamıştı! Ariadné’nin yüzü kıpkırmızı kesti, Yer yarılsa da içine girsem, diye dua etti.

    Patrick gülümsedi. Nazik öneriniz için teşekkür ederim. Okey, ne bekliyorsunuz, hanımlar? Arabaya binsenize.

    Pristin kocasının yanındaki yerini alırken, Patrick utançtan yerin dibine geçmiş kızına başını sallayarak belli belirsiz bir işaretle duygularını anladığını belirtti.

    Bu arada Türk adam genç kıza sıcak bir şekilde gülümsedi ve arabasına döndü.

    Genç kız utançtan ateş gibi yanan yanaklarına ellerini siper ederek kendini arabanın arka koltuğuna attı. Birden, annesini kaybetmiş bir köpek yavrusunun kederli sesini andıran bir inilti duydu, donup kaldı. Türk adam, motoru çalıştırıp onlara yol göstermek için arabasına manevra yaptırırken, Ariadné gözleriyle çevreyi yokladı. Köpek yavrusu yine alçak sesle iniltiler çıkardı, sesler bu sefer daha telâşlıydı ve arabanın biraz evvel düştüğü hendeğin içinden geliyordu. O tarafı işaret ederek, Bir dakika dursana, baba, dedi, hemen dönerim.

    Patrick arabadan atlayan kızının arkasından bağırdı, Tuvaletini biraz daha tutamaz mısın, yavrum?

    Ariadné babasının motorun gürültüsünden ötürü köpek yavrusunu duyamadığını anladı, niçin gittiğini açıklamayı düşündü ama hayvancık yürek sızlatan bir inilti daha çıkarınca karmakarışık çalılarla kaplı hendeğin içine girip hızla ilerledi. Sağ tarafında ani bir hareket olduğunu fark edince durakladı, çalıların dibinde sürünen bir gölge görür gibi oldu. Sonra, kuru bir dalın kırılma sesine benzeyen bir çatırtı duydu.

    Köpek yavrusu yine inledi. Sesi yalnızca birkaç metre öteden geliyordu. Tereddüt etti. Bir gariplik seziyordu. Havadaki koku, hayvan kokusundan çok insana ait, biraz sarmısağa benzeyen, çürük bir kokuydu.

    Orada bir insan mı vardı…?

    Neden olmasın? Bir çoban yakındaki ağaç gölgesinde uyuyor olabilirdi. Hem zaten ebeveynleri ve Beyaz Şövalye bir çağırış mesafesindeydi. Köpek yavrusundan yeni bir inilti gelince, artık caymadan dolaşık çalılıklar arasında hızlıca ilerledi.

    Birkaç adım attıktan sonra eteği bir şeye takıldı ve durmak zorunda kaldı. İleri doğru hareket etmeye çalıştı ama kendini kurtaramadı. Sağa sola dönüp eğilip büküldü; her hareketi dirençle karşılaşıyor, eteği daha fazla yukarı doğru sıyrılıyor, çalıların üstündeki dikenler bacaklarını daha fazla çizerek kanatıyordu.

    Sonunda öfkelenip tüm gücüyle eteğini çekiştirdi. Tabii ki etek yırtıldı ve de kurtuldu. Bedeni ise bu güç mücadelesini kazanırken aldığı hızla dengesini kaybetti. Yere düşerken de sol tarafında bir öbek çalının aralandığını hissetti.

    Paniğe kapıldı, tekrar ayağa kalkmaya çalışırken ekşi ter kokusunu alınca, durdu. Ayağa kalkacağına hemen yana doğru yuvarlandı, ve yanına düşen ağır vücudun altında ezilmekten kıl payı kurtuldu.

    Genç kızın korkudan dona kalmış gözleri önünde beliren kel kafaya ve ter içindeki kirli yüze kitlendi. Çocuk ağzı açık bir şekilde ona bakıyordu, kokusu mide bulandırıcıydı. Genç kızın şoka giren beyni yine de çocuğun bakışının korku dolu olduğunu ayırd edebildi. Evet, o çocuktan korkmuştu, çocukta ondan.

    Zavallı, yabani çocuk....

    Yeni bir panik dalgası bedenini sardı, harekete geçti, sıçrayarak ayakları üzerinde doğruldu. Çocuğun gözlerinde karanlık bir ifade belirdi ve hızla eğilip elinin tersiyle ağzına bir tokat indirdi. Kız darbenin etkisiyle alt dudağını ısırdı, sesi gırtlağında düğümlendi.

    Genç kızın içinde panik ve hiddet birbirine geçmişti. Buna izin vermeyecekti, hayır, bu bir kâbus değildi, eli kolu bağlıymış gibi davranamazdı! Özellikle de güpegündüz, ve anne babası bir taş atımı uzaktayken!

    Titreyen çenesini güçlükle oynatarak boğuk bir sesle çığlık attı ve aynı anda saldırganın kasıklarına da bir yumruk indirdi.

    Çocuğun elleri kızın boğazına sarıldı, parmakları beyne giden atardamara baskı yapınca güneşli yaz günü yerini karanlığa bıraktı.

    * * * *

    ARİADNÉ KENDİNE GELİNCE, sırtı ağaca yaslanmış, dizlerini kendine doğru çekmiş ve kolları dizlerini sarmış bir halde yerde oturduğunu fark etti. Elleri bileklerinden bağlanmıştı. Kasları acıyla sızlıyordu, kolları ve bacakları kaşınan kırmızı lekelerle kaplıydı. Titrek bir soluk aldı.

    İlk tepkisi yılgınlıktı, derin, karanlık bir yılgınlık. Bu çılgın çocuk kendisini kaçırmış olmalıydı! Başı korkunç ağrıyıp zonklarken, şişmiş göz kapakları çevreyi sadece ince bir yarıktan görebilmesine olanak sağlıyordu. Olanca kuvvetiyle panikten bağırmak arzusuna direnerek, durumunu gözden geçirdi. Hı-hı, evet, devasa meşe ağaçları ve gür çalılıklar arasında bulunan bir meydandaydı, güneş ışınlarının geldiği yönden vaktin öğle sonrası olduğu anlaşılıyordu, duyulan tek ses dalların arasında dolaşıp yaprakları hışırdatan rüzgârın ve kuşların sesiydi.

    Ama en önemlisi, kötü insan kokusu yoktu. O halde yalnız olduğunu varsayabilirdi. Rahatlayarak iç geçirdi.

    Sonra birtakım iniltiler, homurtular, ayak sürüme sesleri duydu. Elini boğazına atıp, koruyucu tılsımını kavradı. Vahşi hayvanlarla dolu bir ormanda mıydı acaba? Ya etrafta aç kurtlar da varsa?!

    Öte yandan, en önemli sorun, anne babasından — endişeden çılgına dönmüş olmalıydılar — ne kadar uzakta olduğunu anlamaktı.

    Birdenbire aklına yeşil gözlü Beyaz Şövalye geldi. Bir nebze rahatladı. Adam, sorumluluk sahibi bir insan olduğu izlenimini vermişti, bölgeyi iyi tanıdığına da kuşku yoktu. Evet, ebeveynlerine onu aramaları için yardım etmesi mümkündü.

    Bakışını seslerin geldiği yöne sabitledi. İçine ter damlacıkları süzülen gözleri yanıyordu. Çok geçmeden homurtular kesildi ve ayak sesleri durdu. Dinlemeye öylesine yoğunlaştı ki, dudakları katılaştı. Sakin olmaya uğraştı. Şu anda yapabileceği en yanlış şey paniğe kapılmaktı!

    Dikkatlice kıpırdayarak, kendini tutsak eden ipi gevşetmeye çalıştı. Ama yabani çocuk düğümü sıkı yapmıştı, ip de sağlamdı.

    Parmak uçlarıyla koruyucu tılsımına dokunup düşüncelerini Beyaz Şövalye’nin üstünde topladı. Hmm, adamda insanın merakını celbeden bir şey vardı, güçlü, canlı bir şey. Beyaz Şövalye’nin kendisini izlediğine inancı büyüdü. Ansızın beynine bir düşünce ok gibi saplandı: Düşünce ve eylem bir araya gelince, yaratıcılık doğar.

    Kaşlarını çatıp bu sözün kaynağını anımsamaya çalıştı.

    Ah, evet, geçenlerde J. S. Andersen’in Üç Büyülü Sözcük adlı harika kitabını okumuştu, olumlu düşünmenin gücünü bütün detayları ile anlatan bir kitaptı bu.

    İnanırsan yapabilirsin; inanan insan için her şey mümkündür.

    Peki, bu tanıdık alıntı neredendi?

    İncil’den.

    Tamam, diye haykırdı, İnanıyorum, İNANIYORUUM!

    Hayalinde, kendisini bulmak için ormanda izini süren Beyaz Şövalye’nin formunu yaratmak için yoğunlaştı.

    İmage it, Ordain it, Aklında yarat, Mukadder kıl.

    Sonunda hayal öyle bir gerçeklik duygusu yarattı ki, yeniden sesler duyduğunda adamın çalılıkların arasından çıkıp gelmesini bekleyerek gülümsedi.

    Beyaz Şövalye yerine, gömleğini bir çıkın yapıp içine ağır bir şeyler doldurup taşıyan kel kafalı, göğsü bağrı açık, iri yapılı yabani çocuğun görünmesi büyük bir hayal kırıklığı oldu.

    Oğlan tereddütle adım atarak yaklaştı, durdu, kendini diz üstü yere bıraktı; çıkını gevşeyen ellerinin arasından yere düştü, yarım düzine kırmızı elma etrafa saçıldı. Badem gibi iri, nemli, kahverengi gözleriyle ona bakarak, dizleri üstünde kaldı.

    Ariadné, korku ve empati arasında gidip gelerek fısıldadı, Lütfen çöz beni.

    Yabani oğlan elmalardan birini aldı, elini uzatıp ikram ediyor gibi yaklaştı.

    Elmanın hoş kokusu kızın burun deliklerine ulaştı, ama son derece vakitsiz bir ihtiyacı da uyandırdı. Tuvalete gitmesi lâzımdı. Güçlükle yutkunarak, tekrarladı, Lütfen çöz beni, düğümler çok sıkı, valla canımı acıtıyorsun.

    Çocuğun gözleri doldu, elmayı bıraktı, ağzını açtı ve boğazından korkmuş bir köpek yavrusu gibi acıklı sesler döküldü. Çocuğun güçlü fiziği ve kederli, ince sesi arasındaki zıtlık, kalp kırıcıydı.

    Ariadné, Demek sesini duyduğum köpek yavrusu sendin! Ama konuşamıyorsun, öyle mi?

    Çocuğun yüzündeki ifade değişmedi.

    Ariadné onun sağır olup olmadığından emin değildi. Beni çözmen gerek, diye ısrar etti, sesinin ümitsizliğini yansıtmasına izin veriyordu. İçgüdüsü ona bu çocuğun kötü insan olmadığını söylemişti; dolayısıyla belki sesinin tonu, lisanın ulaşamayacağı yere ulaşabilirdi. Lütfen, Tanrı aşkına, serbest bırak beni! Bu düğümler canımı yakıyor! Hem kaşınıyorum da; yüzümü, kollarımı kaşımam lâzım.

    Çocuk tepki vermedi. Ama gözleri aşağı inip tılsımına ilişti, dikkatle inceledi. Sonra, başını aşağı yukarı salladı.

    Ariadné homurdandı, Bu da ne demek? Yani taşlar ve nazarlıklar hakkında bilgili olduğunu mu söylüyorsun?

    Kahverengi gözlerinde bilgece bir ifadeyle, yabani çocuk başını olumlu anlamda salladı.

    Genç kız güldü. Ha! Sen bugün başımıza gelen üçüncü felâketsin! Acaba koruyucu tılsımım boynumda niçin asılı olduğunu ne zaman hatırlayacak?

    Çocuk sessiz kaldı.

    Genç kız derin bir nefes alınca, çocuğun daha önce olduğu kadar kötü kokmadığını fark etti. Hımm, ilginç; vakit sarf edip bir yere gidip yıkanmış olsa gerek. İyi işaret. Kendisini kaçırma nedeni her ne olursa olsun, cinayet bu sebepler arasında yer almıyordu.

    Ürpererek, geri çekildi, ölüm düşüncesi onu tir tir titretmeye yetmişti. Tanımadığı bir ses kulağında fısıldadı, Dikkat et, kasırgaya dikkat et.

    Kasırga?!

    Gözlerini gökyüzüne çevirdi. Havada fırtına çıkacağına dair bir işaret yoktu. Ama fısıltı ısrarcıydı, Kasırga, Kasırga… derken bir hava durumundan çok bir insan ismini telâffuz eder gibiydi.

    Çocuk elmayı cebinden bir sustalı bıçak çıkarıp soydu ve dilimlemeye başladı. Bıçağı çok becerikli kullanıyordu. Genç kız gene ürperdi, nedense kalbine çılgınlık girdi. Mutlaka bir fırsatını bulup, yardım için bağırması gerekiyordu.

    Çocuk dudaklarının arasına bir dilim elma sıkıştırdığında, Ariadné onu tükürüp başını yana çevirmeden edemedi.

    Sonra, Yeter artık! diye patladı. Sen hiçbir şey anlamıyor musun? Yemek istemiyorum, ama tuvalete gitmem lâzım!

    Yabani çocuk onun yüzüne dik dik bakarak kaşlarını çattı.

    Ariadné gene bağırdı, Tuvalete gitmem gerek! Ayıptır söylemesi ama, çişimi yapmam gerek!

    Oğlan birden ona doğru atıldı, elindeki bıçak şimşek gibi parladı ve tam boğazının kesileceğinden korkarken ayak bileklerini ve dizlerini saran ipleri gevşetiverdi. Sonra çocuk ayağa kalkıp eğildi ve dirseklerinden kavrayarak onun da kalkmasına yardım etti.

    Ama çocuk el kol işaretleriyle ona ağacın arkasına gitmesini işaret ettiğinde, genc kız hareket edemeyecek haldeydi, bacakları uyuşmuştu.

    Çocuk sorgulu gözlerle onun ifadesini inceledi, sonra kızın halini anlamış gibi, onun ayaklarını parmağıyla gösterdi ve kendi ayaklarını da yere vurmaya başladı.

    Ariadné başını salladı ve onu taklit etti. Bacaklarındaki kan dolaşımı acı verici karıncalanmalarla yeniden başladı. Çocuk onu ileriye doğru itti ve Ariadné bir ağacın gerisindeki çalı öbeğinin ardına gitmeyi başardı.

    Ama çocuğun yakında olduğunu bilmesi ve bileklerinin gevşekte olsa, hâlâ bağlı kalması kendini bırakmasını engelliyordu. Sonra göz ucuyla onun arkasını dönüp uzaklaştığını gördü. Şaşırdı. Bu yabani çocuk geri zekâlıydı ama yine de onun mahremiyet gereksinimine saygı gösterecek inceliği vardı.

    İşini bitirip, hangi yöne doğru koşup kaçabileceğini düşünerek çalıların arasından yavaşça çıktı. Tam ümidi artarken, insan üstü bir hızla hareket eden çocuğun kel kafası, başının üstünde bir dolunay gibi yükseldi.

    Genç kızın omuzları çöktü.

    Çocuk onu dirseğinden tutarak eski yerine doğru yürüttü; eli çok kuvvetli ve iri olmasına rağmen kolunu yumuşakça kavramıştı.

    Ariadné sırtını ağacın sert kabuğuna dayayıp yere çömeldi. İngilizce mırıldandı, Olanların hiçbir anlamı yok.

    Yabani çocuk karşısına çömeldi.

    Ariadné onun kaşlarını yukarı kaldırışından kullandığı lisandaki farklılığı ayrımsayıp ayrımsamadığını anlamaya çabaladı.

    Türkçe olarak, yavaş yavaş, sabırlı bir tonla, Bak, genç adam, en az on kişi şu anda beni arıyordur, dedi.

    Çocuğun gözlerindeki ifade alaycıydı. Yine de sustalı bıçağını çıkardı ve kızın el bileklerini saran ipleri de çözdü.

    Kızın şaşkın gözleri iplere kitlendi. Hay Allah, bu çocuk ipleri kesmeden çözmeyi nasıl da becermişti?

    Çocuk Ariadné’nin bir kol boyu ötesine bağdaş kurup oturdu, başını yana eğdi, boş gözlerle yüzüne baktı.

    Genç kız kılını kıpırdamaya cesaret edemedi, kesik kesik nefes alıyordu. Çocuğun yüzünü inceledi, onun yaklaşık on yedi yaşında olduğunu tahmin etti. Hayret ama insanda yaşlı biri olduğu izlenimini bırakıyordu, çok yaşlı biri….

    Çocuk ağzını açtı ve bülbül gibi şakımaya başladı.

    Çocuğun sesi o kadar güzel, hazin, ve kalpten geliyordu ki onun gözlerinde yaşlar belirdiği sırada kendi gözleri de ıslanmıştı, ve çocuğun eli eline uzandığında geri çeviremedi. Üzgünüm, diye mırıldandı, gerçekten sana yardım edebilmeyi isterdim.

    Aniden çocuk hızla ayağa sıçradı, sustalı bıçağını açtı, ve ustaca hareketlerle her seferinde sapı avcunun içine gelecek şekilde atıp tutmaya başladı. Tehlikeli çağrışımlar yaratmasına karşın bu heyecan verici bir gösteriydi, Ariadné de büyülenerek seyretti. Çocuk biraz sonra yoruldu ve yere bağdaş kurup oturdu; gözleri kapalıydı, mutlu görünüyordu. Eğer kucağındaki parlak sustalı bıçak olmasaydı, onu sonsuz huzuru düşünen Buda’ya benzetebilirdi.

    Biraz sonra çocuğa usulca hitap etti, Bak, çocuk, saat geç oluyor. Gerçekten anne babamın yanına dönmeliyim.

    Çocuk yanıt vermedi.

    Yoruldum, canım da yanıyor, burada hastalanıp ölebilirim bile. İstediğin bu mu? Ölmemi mi istiyorsun?

    Çocuk gözlerini açıp elleriyle hiddetli bir hareket yaptı.

    Ariadné bağırdı, Seni anlıyamıyorum!

    Çocuk omuz silkti.

    Peki, niyetin ne? Ne istiyorsun benden?

    Yabani çocuk dudaklarını sessizce oynatarak, Bilmiyorum, dedi.

    Ariadné artık çileden çıktı. Sancılı bacakları üzerinde güçlükle doğrulmaya çabalayarak, haykırdı, Lânet olası deli çocuk! Haline üzgünüm ama artık gitmem gerek!

    Başlangıçta çocuk tepki vermeden onun ayağa kalkıp birkaç adım atışını izledi.

    Sonra, bir kurt uluması havayı deldi, yılgınlık kızın midesinde düğümlendi. Çocuk ayağa fırladı ve kolunu onun boynuna sıkıca dolayarak yere çökertti. Çocuk boğazını çok sıkmamış olmasına rağmen direndi ve çocuğun gözlerinden bir kez daha yaşların süzüldüğünü görünce aklını kaçırıp bas bas bağırdı.

    Sağ taraftaki çalılıkların içinde bir hareket olduğunu fark ettiği sırada artık yerde boğuşuyorlardı. Ama bu hareketi çocuk da sezmişti. Elini kızın boğazında tutarak dizlerinin üstünde doğruldu, diğer eliyle sustalısını açtı, ucundan tutup fırlatmak üzere hazırladı.

    Ariadné sesini çıkarmadı. Evet, oğlum, işte kurtuluşum çalıların arasında! Beyaz Şövalye bizi buldu.

    Çocuk alt dudağını ısırdı. Genç kızı serbest bırakıp, olanca heybetiyle ayağa dikildi, bıçağını kaldırdı ve bacaklarını iki yana açtı, beklenmedik konuklarıyla dövüşmeye hazırdı.

    Ariadné’nin beyni hızla işliyordu. Eğer içgüdüsü haklıysa ve imdat geldiyse, çocuğun dikkatini şimdi mi dağıtmalıydı, yoksa daha olumlu bir fırsat mı beklemeliydi?

    Ağacın arkasındaki çalılar hışırdadı, aralandı, ve çocuk bir anda otların arasına daldı; hareketi öylesine süratliydi ki, Ariadné onun ödün vermemeye kararlı olduğunu anladı.

    Oturduğu yerden korkuyla başını uzatıp bakınca büyük bir ferahlıkla içini çekti: Beyaz Şövalye!

    Evet, yeşil gözlü Anadolu’lu artık renkli bir hayal değildi, ete kemiğe bürünmüş ve yardımına gelmişti.

    Adam yaklaşık üç metre ötelerinde durdu, sırtı dik, kolları iki yanındaydı; yüzü, saçları ve kolları onu ararken kirlenmişti.

    Usulca, İngilizce olarak, İyi misiniz, Miss Ariadné? diye sordu, gözlerini çocuğun üstünden ayırmıyordu.

    Sağ olun, iyiyim.

    Adam Türkçe’ye geçerek, normal bir tonla, Öyleyse, kalkın ve bana doğru yürüyün, dedi, "arkadaşınız buna aldırmayacak."

    Ariadné adamın arkadaş sözcüğünü vurguladığına dikkat etti, yavaşça ayağa kalktı. Sonra, oğlanın, rakibinden daha uzun boylu ve iri cüsseli olduğunu fark edince kalbi cızladı. İriliğinden başka ustaca kullandığı bıçak dövüşte başarı ihtimalini onun lehine çeviriyordu.

    Beyaz şövalyesini uyarmak için sakince konuştu, Dikkatli olun lütfen, çocuk kötü niyetli değil, ama ne yapacağı belli olmaz.

    Yeşil gözlü adamın bakışları çocuğun üstünden ayrılmadı. Bana doğru yürüyün, diye ısrar etti, size zarar vermeyeceğine söz veriyorum.

    Ariadné çekinerek bir adım attı.

    Çocuk Hayır! diye haykırdı, sözcük dudaklarından acıyla yırtılmıştı. İleri doğru atılıp yeşil gözlü şövalyeyi yakasından tuttu ve bir oyuncak asker gibi havaya kaldırdı.

    Şövalyesi şiddetle yere yıkılırken genç kız başının döndüğünü hissetti. Adam yere düştüğü sırada vücudunun yere çarpmasından çıkan sesi ve ciğerlerinden kopan titrek soluğu duydu. Fakat çocuk adama doğru koşarken adam zıplayarak ayağa kalktı, yumruklarını kaldırdı, ve birbirlerine girdiler.

    Dehşete düşen genç kız elleriyle kulaklarını örttü, kırmızı bir duman görüşünü bulandırdı. Sanki boğuşanlar iki rakip değildi de hızla yanıp sönen hareketlerden ibaret bir pantomim oyunuydu.

    Gözleri netleşince beyaz şövalyenin arkaya doğru sendelediğini fark etti. Adamın şakağındaki derin yaradan kan akıyordu. Çocukta, kana bulanmış bıçağını rakibinin gırtlağına hedefliyordu.

    Genç kız centilmen şövalyesinin hayatı için endişelenip aklını toparladı. Ayağıyla ani bir hareket yapıp çocuğun dikkatini dağıtarak adama yeniden doğrulma şansını vermeye çalıştı.

    Çocuk hareketini yarıda kesti, omzunun üstünden kıza baktı.

    Bu fırsat adam için yeterliydi. Eli zıpkın gibi uzanıp rakibinin bileğini kavradı, bıçağını düşürmek için bütün kuvvetiyle sıktı. Birbirlerine öyle yakındılar ki çocuğun bıçağı aşağı kaydı ve ucu adamın gömleğine takılıp onu omzundan karnına kadar yırttı. Adam yeniden yaralanmasına karşın çocuğun dizine sıkı bir tekme atmayı başardı. Çocuk acıyla iki büklüm olunca başının yan tarafına sert bir yumruk indirdi, ve onu yere düşürdü.

    Çocuk düştüğü yerde inliyordu. Soğuk ve zalim bir dünyada kaybolmuş çaresiz bir köpek yavrusu oluvermişti.

    Adam bir dizini yere dayadı, sustalıyı aldı, kapattı ve kendi cebine yerleştirdi. Sonra bir eliyle ağlayan çocuğun başını sıvazladı. Ariadné’ye bakmadan, boğuk bir sesle, Hakkındaki değerlendirmeniz doğruydu, dedi, kötü biri değil, hayır, sadece sağı solu belli olmaz.

    Ariadné bir an önce gitmek istemesine rağmen, tükenmiş bir halde oturduğu yerden kımıldayamadı. İngilizce çıkıştı, Nereden biliyorsunuz bunu? Hele de sizi çılgınca yaralamasından sonra?

    Adam, omuz silkti. Üstünde durmayın, beni ağır yaralamadı. Yapabilirdi, ama yapmamayı seçti.

    Ne demek istiyorsunuz?

    O talihsiz bir çocuk, Miss Ariadné. Onu iyi tanıyorum; benim kuzenimdir. Dokuz yaşındayken başına korkunç bir şey gelmişti, ve sonucunda hem konuşma yeteneğini kaybetti, hem de dünyayla ilişkisini kesti. Hadi, şimdi yola çıkalım.

    Genç kız çenesiyle yerde yüzükoyun yatan çocuğu işaret ederek sordu, Bizimle gelecek mi?

    Elbette; onu böyle perişan bir haldeyken terk edemeyiz.

    Peki ya bize gene saldırırsa?

    Uslu duracağından eminim.

    Kız, sessiz kaldı. Gerçekten vakit geçti, üstelik öylesine yorgundu ki yolun yarısında yere yığılıp kalmaktan korkuyordu. Ayrıca, yeşil gözlü şövalyenin derin yarası artık kanamıyordu ama yaranın iltihap kapma olasılığı vardı.

    Dar patikalardan dikkatle ilerlerken, güneş batmaya başladı. Gölgeler gözlerine türlü oyunlar oynuyor, özellikle, yeniden ortaya çıkıp başlarının üstünde dönüp dolaşarak uçan kekliğin silueti bir tuhaf görünüyordu.

    Adam kuşa işaret etti, Adı Nevruz Hanım. Nevruz kuzenimin merhum annesinin ismiydi. Kuzenim, kuşun, annesinin ruhunu taşıdığına inanıyor. Kuşun onun yanından hiç ayrılmayışına bakınca, bunun doğru olduğuna benim de inanasım geliyor.

    Zavallı çocuk… ona yararı dokunacak olsa, ben de inanırım.

    Adam yumuşak bir tonla, Umarım çok korkmadınız, dedi.

    Genç kız, tılsımını işaret ederek, Fazla korkmadım çünkü koruyucum var.

    Öyle mi? Nasıl bir koruyucu bu?

    Lâl taşı ve kalsedon taşı korkuyu, kâbusları, kazaları ve kötü insanları bizden uzak tutar. Kalsedon taşı, boyna asıldığında ya da elde tutulduğunda insana huzur verdiğine inanılır.

    "İnanılır, dediniz. Peki siz de buna inanıyor musunuz?"

    Annem inanıyor; benim için yeterli.

    Onlar konuşurken yabani çocuk inlemeyi sürdürüyor, önünü hiç görmüyormuşçasına yürüyordu, yoluna çıkan her şeye çarptığı için adam dirseğinden tutarak onu yönlendiriyordu.

    Genç kız dengesini yitirmeye başladığı için sustu. O da kendini iyi hissetmiyor, midesi bulanıyordu, aslında kendisinin de yardıma ihtiyacı vardı. Başı ağrıyor, çenesi göğsüne sarkıyor, kollarını, bacaklarını, yüzünü dalayan dallarla çalılıkların arasında ilerlemek güç geliyordu. İnce sandaletleri, yerdeki çakıl taşlarının tabanına ve parmak uçlarına batmasına engel olmuyordu.

    Yeşil gözlü şövalyenin güven telkin edici bir sesle, Biraz daha dayan, dediğini hayal meyal duydu, adamın kolunu belinde hissetti, ama yine de ayakta durmakta güçlük çekiyordu.

    Nefes nefese ona gülümsemeye çalıştı ama olmadı, dudakları donmuş gibiydi. Adam kolunu daha sıkı sararak, iç geçirdi.

    Genç kız başını kaldırıp şövalyesine baktı, solgun yüzüne bir bitkinlik çöktüğünü görünce, üzüldü. Yorgunluğuna rağmen, şövalyenin yeşil gözleri sevecen, beline sarılışı güçlüydü, öbür eliyle sürekli inleyip duran çocuğa da destek veriyordu.

    Nihayet bir yolun başına çıktılar; yolun sonunda lâcivert Mercedes’in alev alev yanan farlarını ve farların önünde hızlı adımlarla volta atan babasının siluetini gördüler.

    Şövalyesinin onu kollarına alıp ayaklarını yerden kestiğini ve şefkatli bir hareketle babasına teslim ettiğini hayal meyal fark etti.

    Sonra yanaklarında annesinin yatıştırıcı öpücüğünü hissetti, ve acıyan bedeni arka koltuğun yumuşak döşemesine yatırılınca kendini bıraktı. Gülümseyerek gözlerini sıkı sıkı yumdu.

    Düşünceleri yavaşça sönüp gitti, ve uykuya daldı.

    Beyaz Şövalye’nin alnının kenarındaki yarasından gölgelenen parlak yeşil gözleri, onu takip etti; elini ona uzatıyor, elini vermesini istiyordu.

    Ateş gibi yanan bir hıçkırık kalbini sarstı — şövalyenin açık avcunun ortasında, çarpı işareti şeklinde, kanayan bir yara vardı.....

    * * * *

    2. Bölüm

    ERTESİ SABAH ARİADNÉ ebeveynlerinin fısıldamalarına uyandı, aralarında onu uyandırıp-uyandırmamayı tartışıyorlardı. Onları dinlerken, Konya’da kaldıkları otelin suit odasının saydam perdeleri arasından sıvışarak giren güneş ışığının keyfini sürdü. Dünkü travma, belirsiz bir rüyaya dönmüştü. Ama kalbi, o talihsiz çocuğun hazin hayatının anısını hâlâ taşıyordu.

    İçini çekerek gözlerini açtı, kaygısızmış gibi şakıdı, Günaydın, Anne’cim, günaydın, Baba’cım!

    Ah, canım kızımız, sana da günaydın! Annesiyle babası bir ağızdan karşılık verirlerken, bacaklarını yelkenleyip yataktan indirdi.

    Aman, duşa çok ihtiyacım var! diye güldü ve annesinin yardıma uzattığı elini usulca iterek, banyoya koşar adım daldı.

    Duş süzgecinden akan su damlaları vūcudundan duvarlara sıçrarken, dün ormanda geçirdiği saatlerin geride neler bıraktığını incelemeye koyuldu. Hassas cildinin üstünde dikenler ve böcek ısırıkları bir sürü izler bırakmış, her attığı adımın mosmor haritasını çıkarmıştı. Duştan akan sıcak suya rağmen üstüne bir titreme geldi.

    Dün akşam ebeveynleriyle kavuşmasından sonra olanları tam hatırlayamıyordu. Aklında tek kalan, Beyaz Şövalye’nin (gerçek ismi Mehmet Ali Mesut’muş) kuzeni için söyledikleriydi. Çocuğun ismi Ramazan’dı. On yedi yaşındaydı, küçüklüğünde anne ve babasını kaybetmişti. Kardeşleri yoktu, babaannesiyle oturuyordu. Evet, geri zekâlıydı ama hem iyi huylu hem de çok becerikliydi. Şimdiye dek kesinlikle hiç kimseye ne şiddet göstermiş ne de zorbalık taslamıştı. Dolayısıyla Mehmet Ali Bey, Ariadné’ye olan davranışını gizemli buluyor ve üzülüyordu.

    Sabun cildini tahriş etmeye başlayınca duşu kısa kesti. Havluyla çabucak kurulanıp, kırmızı bornozuna sarılınca dünün izlerinin çoğunu havlunun örttüğünü gördü, ve rahatlayarak odaya döndü.

    Ebeveynleri, mavi gökyüzünü odanın içine dolduran açık pencerenin yanında kurulmuş kahvaltı masasında oturuyorlardı. Önlerinde mis kokulu yakut-rengi çaydan, sıcak ekmeğe, taze tere yağı, kara zeytin ve keskin-lezzetli beyaz peynir ve vişne reçeline dek Türk-tipi bol bir kahvaltı şöleni bekliyordu.

    Genç kız neşeli davranmaya kararlı bir şekilde masaya oturdu. Önemli olan tek şey vardı: Nihayet Konya’daydı, Çatalhöyük’e yakındı. Ahh, Çatalhöyük! Sürprizlerle dolu ilginç bir yolculuğun sonunda fener gibi bekleyen, büyüleyici Çatalhöyük....

    İlk bardak tatlı, koyu çayı içtikten sonra o kadar güçlendi ki, ebeveynlerinin Beyaz Şövalye hakkında anlattıklarını gözünü kırpmadan dinleyebildi.

    Gülümseyerek Patrick devam etti, Bak, ne dersin, Mehmet Ali Bey Sosyoloji profesörüymüş. İstanbul Üniversitesinde Siyasal Bilimler Fakültesinde ders veriyor. Kürt asıllı. Duyduğuma göre, hayli de zenginmiş. Tarsus’ta geniş pamuk tarlaları varmış.

    Ariadné hafife alan bir tonla sordu, Tarsus, tarihte Kleopatra ve Mark Antoni’nin aşk yuvası olarak tanınır. Acaba Mehmet Ali Bey Konya’da ne arıyor?

    Pristin hevesle cevap verdi, Üç gün sonra küçük kızkardeşi muhteşem bir köy nikâhıyla evlenecekmiş. Şeref misafiri olarak bizleri davet etti—

    Patrick karısının sözünü kesti, yüz ifadesi kaygılıydı, Bilmem kabul etmekle doğru ettik mi ...

    Aaa, tabii ki doğru ettik! Geleneksel bir Türk nikâhına şahit olmak çok kıymetli bir olay. Anadolu töreleri hakkında kim bilir neler öğreneceğiz.

    Babasına göz kırpıp, annesinin akademisyen damarına basmak istercesine, genç kız, Ama Anne’cim, babam şimdi Mehmet Ali Bey Kürt’tür dedi... yani Türk değil, dedi.

    Pristin gülümsedi. Fark etmez ki, ikisi de Anadolu’lu. Kürt ve Türk, iç içe yaşadılar bu topraklarda. Ama evet, Kürt ırkının tarihsel kökeni hayli ilginçtir. Yan başlarındaki İran soyundan kan almışlardır. Buna rağmen Türk’ler gibi çoğunlukla Sünni Müslüman oldukları için birbirleriyle evlenebilirler.

    Patrick’in gözlerinde yeniden kaygılı bir ışık açıldı, Kürt’ler şeytana ibadet eder diye hikâyeler duymuştum—

    Pristin, sözünü kesti, Cahillerin saçmalıklarını dinleme!

    Tartışma benimle şimdi! Ne dediğimi çok iyi biliyorsun.

    Hayır, bilmiyorum! Yoksa bazı Kürt’lerin mensup olduğu Yezidi tarikatını şeytana tapmakla mı karıştıyorsun?

    Karıştırmıyorum, gerçek olarak vurguluyorum!

    Pristin dudak büktü. Hımf, gerçeği bilmiyorsun! Yezidi’ler Şeytan’a değil, Melek Tavus’a ibadet ederler.

    Patrick ısrarla zıt gitti, Melek Tavus, İslam Dini'ne göre Allah tarafından Şeytan'a çevrilmiş melektir.

    "Ama Yezidi inancında Melek Tavus kötü bir melek değil ki, yanlış anlaşılmış ve sonradan affedilmiş iyi bir melek."

    Patrick Ariadné’ye dönerek konuştu. Kızım, eve dönünce ansiklopedide Yezidi’ler hakkındaki bölümleri oku.

    Peki, dedi Pristin. Yezidi inancında mitolojik dinlerin gölgeleri bulunur; örneğin, ışık, refah, ve askerlerin tanrısı Mitrah, ve Anahit—Farsilerin Afrodit versiyonu—atalarından gelen kültürel tradisyonlarda yaşamaya devam eder. Başını kızına çevirerek devam etti, "Mitraik inançları oldukça ilginçtir. Örneğin, ruh yaşamın gerçek özüdür, ebedidir, ama vücut ölümlüdür ve ölümden sonra su, toprak, rüzgâr ve ateşe, yani tabiatın dört temel elementine parçalanır. Buna kontrast, ruh, ebedi Mitrah’ın nurlarından biri olduğu için, ebediyete döner. Ölüm, yaşamın sonu olmadığına göre, her ölümden sonra bu nur taneleri benliklerini yenilemek için yeni bir bedene – yeni bir yaşam çarkına, girer. Amaçları hırs, nefret, kıskançlık, intikamcılık, cimrilik gibi materyalist duygulardan arınmış, halis bir benlik olmaktır. Tabii

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1