Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Musul ve Azınlıkları
Musul ve Azınlıkları
Musul ve Azınlıkları
Ebook141 pages1 hour

Musul ve Azınlıkları

Rating: 4 out of 5 stars

4/5

()

Read preview

About this ebook

Musul ve Azınlıkları, günümüzde yaşanan işgallerin bir kez daha tarih sahnesine çıkardığı Ortadoğu halklarının bir panoramasını sunar. Tarihsel halkların sınırlarıyla yeni yeni kurulan modern ulus devletlerin sınırlarının çatıştığı bu coğrafyada yazar, antik çağların, dini ve etnik azınlıkların, birbiri ardına kurulup yıkılan uygarlıkların izini sürer. Dünyada (artık karmaşık bir ırklar mozaiğinin olmadığı Kafkaslar dışında), etnografik harita çıkarmaya çalışanları şaşırtan şehirlerarasında Musul vilayeti gibisi pek az bulunur.

LanguageTürkçe
Release dateJul 31, 2017
ISBN9786058636316
Musul ve Azınlıkları

Related to Musul ve Azınlıkları

Related ebooks

Related categories

Reviews for Musul ve Azınlıkları

Rating: 4 out of 5 stars
4/5

1 rating0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Musul ve Azınlıkları - Sistematik Digital Publishing

    BÖLÜM I

    MUSUL’A GİDEN YOL

    Batıda Akdeniz’in mavi suları, doğuda büyük Suriye çölünün gri ve taşlı denizi ile çevrili Filistin ve Suriye, İtalya gibi dar ve dağlık coğrafyasıyla bir yarım adayı andırıyor. Aslında bu, hayali bir karşılaştırmadan çok daha fazlası. Yafa ve Hayfa, Beyrut ve Trablusşam Yakın Doğu’nun İtalya’sının Amalfi ve Napoli, Livorno ve Cenova’sı konumunda, tabi bu arada Şam ve Humus, Hama ve Halep onun Bari ve Ancona’sı, Rimini ve Venedik’i. Buralar kumun ve bozkırın üzerinde oraya buraya serpiştirilmiş, Adriyatik üzerindeki kara yelkenli gemilere benzeyen, öbek öbek Bedevi çadırlarının bulunduğu uçsuz bucaksız bir boşluğa, hakiki bir içdenize açılan kapılar.

    Musul’a yaptığımız yolculuğumuzun ilk bölümü Kudüs’ten Nasıra’ya uzanan ve yarımadanın omurgası sayılabilecek yüksek sıradağlar üzerinden geçiyor. Ardından batı kıyısı boyunca Hayfa’dan Beyrut’a ulaştık. Beyrut için tüm söylenmesi gereken Ortadoğu’nun Marsilya’sı olduğu. Bir zamanlar Marsilya nasıl bir ticaret merkeziyse ve pek çok hevesli, zeki Fenikeliye ev sahipliği yaptıysa, bugün de aynı şeyler Beyrut için geçerli. Türklerin hakimiyeti altında olduğu zamanlarda Beyrut, pek az Doğu şehrinin sahip olduğu büyüsünden tamamen mahrum kalmıştı, fakat Fransız Yönetimi altında yaşanan pek çok maddi gelişmeyle, şimdi Marsilya’ya her zaman olduğundan daha çok benziyor. Ancak şehirlerin arka planı söz konusu olduğunda Alplerin denize bakan yamaçlarının olanca cazibesine rağmen Fransız benzeri dut ağaçları ve karla kaplı Lübnan’la başa çıkamıyor. Yine de bu benzerlik burada ebedileşmiş halde. Küçük Juneh limanının sırtlarındaki Lübnan Dağlarının eteklerinden birinde, Lyon Körfezi’ne Notre Dame de la Garde misali uzanan, Asyalı tanrıların beşiği, bir zamanların işlek Fenike kıyılarıyla Beritus’u; Adonis nehrini aşıp şimdilerde Cebeyl olarak bilinen pagan Byblos lahitlerini ve tapınaklarını kutsarcasına kucaklayan muazzam bir Meryem Heykeline benzeyen kuleler yükseliyordu.

    Lübnan Dağı ile deniz arasında uzanan bu dar sahil şeridinde, henüz batıya yayılıp eski Roma ve Yunanistan’ın erdemlerini egzotik ritüelleriyle etkileri altına almadan çok önce; antik Doğu’nun tanrıçaları, yerli Fenike tanrıları ve uzak Babil’in tanrıları burada buluşmuştu.

    Bu dağlardan ve vadilerden Baal ve Melkart, Eşmun ve Resef-Mikal, kutsal Astarte ve onun sevgili Tammuz’u ufuktaki fark edilebilir derecede güçsüzleşen Kıbrıs Olimposu’na baktılar. Tuhaf ve kaba doğulu adlarını geride bırakarak, denizler aşıp Helen dünyasının Zeus ve Herkül’ü, Asklepios ve Apollo’su, Afrodit’i ve güzel Adonis’i oldular. Beyrut ve Cebeyl arasındaki güzel vadide, vadiye adını veren ve yine aynı vadide kıskanç bir domuz tarafından öldürülen Afrodit’in aşığı Adonis doğdu. Irmağın kenarlarını bürüyen böğürtlenler ve çalılar arasından çığlıklarını duyduğu Adonis’e doğru aceleyle ilerlerken kanayan ayaklarının bastığı yerlerden bugün bile ırmağın dudaklarını tüylendiren narin pembelikte yaban gülleri yükseldi. Tanrıçasının kollarından kayıp giderken Adonis’in olanca canlılığının kanayan derinliklerinden körpe bir anemon çiçeği hasıl oldu. Bu sırada ölümünün anısına her baharda nehir kan kırmızısı akar oldu.

    "Ardından Lübnan’da aldığı yarasıyla büyüleyen Tammuz geldi,

    Bütün bir yaz gününde

    Suriyeli bakirelerin aşıkane şiirleri

    Onun kaderine yas tuttular,

    Doğduğu kayadan denize doğru mosmor akan Adonis, Tammuz’un yıllık yarasından akan kan oluyordu."

    Bu olağanüstü hadiseyi kış yağmurlarıyla dağlardan taşınan topraktaki bir mineral tabakasına bağlayanlar da vardı, fakat bendeniz Milton ve Afqa sakinleri gibi ırmağın yaşam mevsimin dönüşünde epik kahramanının kanıyla kızıla boyandığını düşünmeyi tercih ediyorum.

    resim 01

    "Nehirler Afrodit’in kederine üzülüyor ve kuyular dağlarda Adonis için gözyaşı döküyordu. Çiçekler ıstırapla kızarıyor ve Cytherea ³ bütün o dağlar ve ağaçlı küçük vadiler boyunca acıklı sesiyle hazin ağıtlar yaktı:

    Vah, Cythera vah, sevdiği yok oldu gitti, sevgili Adonis’i

    Doğu’nun bu köşesinde diğer pek çok yerinde olduğu gibi Hıristiyanlık ve paganizm birbirlerinden hiçbir zaman ayrı düşmezler. Tharaud kardeşlerin sözleriyle anlatacak olursak dikkatli dinleyenler, flütlerin çığlığı ve kafirlerin zillerinin kilise çanlarına karıştığını duyabilir. Dolayısıyla yalnızca bir kaç kilometre içinde şen şakrak Afrodit ve onun kırmızı yanaklı gençliğinden Leydi Melisende’ye, çok başka ihtirasların bulunduğu Batı’nın şairlerine ve şövalyelerine geçmek için Leydi’nin kalesinin kulelerinden aldığımız ilham yetiyor da artıyor. Outremer kraliçesi olan Princesse Lointaine’in aşkında, bu elle tutulamayan, asla fark edilemeyecek olan bu uhrevi aşkta, Jaufré Rudel ve onun ardılı Troubadour Haçlı ruhunda yatan şiirsel özü ortaya koymuşlardı. Bu bir efsaneydi; ya da isterseniz şairlerin hayal güçlerinin bir mahsulü, güzel bir aldanmanın melankolisi de diyebilirsiniz; ancak kutlanmaya başladığı günden bu yana Baflı ⁴ tanrıçanın sevdalı maceralarına değgin insanların akıllarında değişenleri anlatmıştı. Yunan şairin dizelerinde acılı Afrodit, Benimle kal Adonis diye ağıt yakıyordu. Talihsiz Adonis’im benimle kal, bu sana sahip olabileceğim, kendimi sana verebileceğim son anlar ve dudaklarımı, eriyen dudaklarımı. Uyan Adonis, kısa bir süre için de olsa ve yeniden öp beni, son bir öpücük. Hatta bir an için öp beni, o içten ruhunun dudaklarıma, kalbime aktığı; nefesinin çekildiği, senin o tatlı aşk iksirini son damlasına kadar içtiğim o an boyunca sürecek bir öpücükle öp beni.

    Bu tutkulu taşkınlığı Blaye’in kibar prensinin mistik özlemleriyle karşılaştıralım:

    Uzaktaki aşkıma kavuşamazsam, başkaca aşk yaşamayacağım ben. O kadın ki, ne yakında ne uzakta, daha asilini, daha yücesini görmedim ben. Öyle saf, öyle mükemmel ki, onun için esir olurum Arap ellerde.

    "İşte bu üstün duygu

    Sizi sevmese de sevmek Hep sevmek, aralıksız sevmek Belirsiz bir aşkla

    Boşuna değil asilce,

    Seviyorum uzaktaki

    Prensesi!"

    "İşte bu üstün duygu

    İçinde devinen aşk

    Hayal, rüya, düş

    Sanki...

    Sadece bu düş aklımda

    Hayalsiz yaşamak nedir ki?

    Seviyorum uzaktaki

    Prensesi!

    Fakat bu okuyucuların müsamahasına sığındığım ve önceki başıboş gezinmelerime açabileceğim bir parantez. Bu vesile ile Fenike kıyısında hala kar altında olan Lübnan Dağını aşmak için doğuya yöneldiğimiz Beyrut’tan ileri gitmedik. Sol yanımızda sahil çamlarıyla ve Maruni manastırlarıyla Brumana’yı bırakıp, Fransız yönetiminin yazlık merkezi ve bir öbek villa, kahve ve kumarhaneden ibaret olan Abey’i geçtik. Ardından yazın en sıcak ve rutubetli zamanlarının kendilerini nemli ve yakıcı sahillerden dağlık bölgelere doğru savurduğu varlıklı Suriyelilerin kumar oynamak için kaldıkları pek çok kumarhanenin olduğu En Sofar geldi. Buradan sonra Şam yolu üzerindeki en yüksek rakımlı yer olan Murad’a ulaştık. Şaraplarıyla ünlü Shtora’da antik çağların gerçek Coelesyria’sı (Çukursuriye) Bekaa’nın zengin ovasına giriş yaptık ve arkasından Hermon Dağı’yla Karşı-Lübnan Dağlarını birbirinden ayıran bir geçitle Şam’a doğru yola koyulduk.

    Okuyucuların canını sıkmamak için kendisini 16 yıllık bir aradan sonra gözlerimin önüne çölün ortasındaki bir metropolden çok daha fazlası olarak seren Şam’ı tasvir etmeye girişmeyeceğim. Tipik bir Türk vilayet başkentinin kışla tarzındaki bürolarının savaş sonrası gelişmenin kafe ve sinemalarına, bilindik Suriye konutlarına, hepsi birer pencere olan yavan kutularına, boş dış duvarları güzel avlular ve şırıldayan şadırvanlarıyla süslü hakiki Şam evlerine karıştığı binlerce kerpiç ve sıvalı kulübe vardı. Şam Beyrut gibi batıya değil fakat doğudaki Suriye çölüne ve güneydeki Mekke’ye bakıyor. Merhum Mösyö Maurice Barrès Enquéte aux Pays du Levant, ⁵ adlı eserinde Şam’da Doğu ve Batı’nın, birbirlerini yok etmek için değil, birbirlerini anlamak ve bir olmak için karşılaştığını görerek etkilenmiştir. Bu saptamayı açıkça reddediyorum. Batıyla Doğu arasındaki karşıtlık pek az Doğu şehrinde Şam’da olduğu gibi körfezin genişlemesinden daha keskin bir şekilde hafifler. Acaba Mösyö Barrés o çok gurur duyduğu III. Napolyon’un 1860’daki silahlı müdahalesine yol açan olayları unutmuş mudur? Acaba kendileri Partant pour la Syne (Syne yolcusu) şarkısının doğuşunu unutmuş mudur? Hayır, Şam şehrinin özünde yatan ve onun karakterinin merkezinde duran şey Fransız mandası döneminde Barada rıhtımında yapılan olağanüstü kafeler değil, şimdi ve her zaman olduğu gibi Emevi Halifelerinin büyük camiidir.

    Kahire için Al-Azhar Camii’nin anlamı ne ise, Müslüman Kudüs için Mescid-i Aksa’nın önemi ne ise, Emeviye Camii’nin de Şam açısından önemi aynı. Camii aynı zamanda Şam’ın seçkin tek anıtı olmasıyla da dikkat çekici ve Kudüs’ten önce mutlaka görülmesi gereken bir yer. Caminin avlusu oldukça büyük olmasına rağmen Mescid-i Aksa’nın sahip olduğu o ferahlık veren geniş görünüme sahip değil. Caminin kendisi restore edilmiş olmasına rağmen Kudüs’teki Mescidi Aksa’dan çok daha etkileyici fakat yine de Kubbetüs Sahra’nın kusursuz güzelliği yanında soluk kalıyor.

    Doğuya olan yolculuğumuza devam etmek için camiden çıkarken iki küçük hadiseyi hatırladım. Bunlardan birincisi elinde hurma ağaçlarının dallarından bir demetle caminin halılarını süpürmekle meşgul bir adamın görüntüsü, adımımı kapıdan henüz atmışken gözüme ilişen ikincisi ise elindeki limonları bir elbise fırçasıyla parlatan bir seyyar satıcının

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1