You are on page 1of 7

‘Ben dünyanın en güzel ulusunun bir ferdiyim.

Kuralları katı ama basit, asla hile yapmayan, sınırları olmayan, her
zaman ‘şimdi’yi yaşayan bir ulus bu. Rüzgar, ışık ve barış dolu bu ulusta yalnızca denizin sözü geçer.’ Bernard
Moitessier

Bernard Moitessier tüm zamanların en meşhur denizcilerindendir.

Yaptığı yolculuklar ve yazdığı kitaplardan başka kişiliği ile de milyonlarca insana deniz sevgisi aşılamıştır.

Moitessier 1925’te Vietnam’da Hanoi’de doğdu, daha sonra ailesiyle Saygon’a yerleşti. Babası Vietnamlı çiftçilere
mal satan bir Fransız tüccardı ve oğlunun eğitimini tamamlayıp aile işinin başına geçmesini istiyordu.

Bernard ise denize aşıktı, çocukluğunda Vietnamlı balıkçılardan denizcilik sanatını öğrendi. 1947’de motorsuz bir
‘junk’ (Güneydoğu Asya denizlerinin geleneksel yelkenli yük taşıma teknesi) satın alıp Siyam Körfezi’nde yelkenle
deniz taşımacılığı yaptı. Harita ve pusula kullanmadan uzun yolculuklar yapan yerel denizcilerden kısıtlı
olanaklarla büyük yolculuklar yapmanın sırlarını öğrendi.

Çok iyi bir yüzücüydü: 100 metre serbestte Güneydoğu Asya birincisiydi, aklı denizde olduğu için okulda pek
başarılı değildi ama Fransızca, İngilizce, Hollandaca, Almanca, Vietnam ve Siyam dillerini konuşuyordu. Klasik
eserlerin çoğunu okumuştu, edebiyat sohbetlerine katılmayı seviyor, deniz yazarlarının tümünü takip ediyor,
özellikle Slocum, Pidgeon, Gerbault ve Dumas gibi ünlü denizcilerin kitaplarını sayfa sayfa inceliyordu.

1951’de bir arkadaşı ile birlikte Snark ismini verdikleri eski bir tekne ile Avustralya’ya doğru yola çıktılar, ama
kurtlanmış ve çürümekte olan teknenin çok su yapması üzerine 6 ay sonra Endonezya’dan geri dönmek zorunda
kaldılar.
Moitessier 1952’de Kamboçya’da satın alıp Marie-Therese adını verdiği 9 metre boyunda randa yelkenli bir keç ile
bu kez tek başına Hint Okyanusu’na açıldı.
Teknede pusulası ve sekstantı vardı ama kronometresi yoktu.
Bu şekilde boylamını belirleyemiyor, sadece enlemini saptıyordu. Pusulası ve ipe bağlı bir tahta parçasından
oluşan basit bir parakete ile navigasyon yapıyordu. Bu yetersiz navigasyon yöntemi ile zor koşullarda tek başına
seyir yapıp Hint Okyanusu’nun batısındaki Chagos Takımadaları’na doğru yol alırken bir geceyarısı Diego Garcia
kayalıklarında teknesi parçalandı.
Kendi deyişiyle ‘güzel Marie-Therese kayalarda parçalanırken hüngür hüngür ağlayan bir zavallı’ haline gelmişti.
Karaya vurduğu ada çok küçüktü, bu nedenle yılda birkaç kez uğrayan gemilerin birine binip yakınlardaki
Mauritius Adasına yerleşti. Birçok arkadaş edindiği bu adada bulduğu her işe girdi, ağaç kesip mangal kömürü
yapmak, çekeklerde çıraklık gibi işlerde çalışıp para biriktirdi. Ahşap tekneleri karaya çekmeden kalafatlamak için
yaşlı denizcilerden öğrendiği bir yöntemi geliştirerek bu işten büyük kazanç sağladı.
Bu arada köpekbalığı dolu kayalıklarda gözlük ve şnorkelle dalarak zıpkınla balık avlayıp satıyordu. Günde 70-80
kg kadar balık zıpkınlıyordu. Sonunda korkulan oldu ve 1953’te 6 metre derinlikte avlanırken bir köpekbalığının
saldırısına uğradı. Ayağını ısıran köpekbalığının kafasına zıpkınının kabzası ile vurarak canını kurtardı. Bir ay
hastanede yattıktan sonra iyileşti ve bir balıkçı filosunun yöneticisi olarak iş buldu. Ayrıca ayda bir gelen bir yük
gemisine guano yüklemesini hızlandıracak yöntemler geliştirdi. Bu sayede şirketin karı ciddi miktarda artınca çok
para kazandı.
Biriktirdiği parası ile Marie-Therese II’yi inşa etti. Hiçbir plana başvurmadan, bir marangoz ve yerli işçilerin yardımı
ile 9 ayda bitirdiği teknenin dizaynı, arması ve bütün donanımını kendisi yaptı. Marie Therese II civadrası ile
birlikte 9.60 metre boyunda, bermuda yelkenli bir keçti.
Moitessier gerek bütçesinin yetersizliğinden gerekse 1950lerde Mauritius’ta istediği gereçleri bulamadığı için
teknesini vinç, ırgat gibi araçlarla donatamadan denize indirmek zorunda kaldı.
2 Kasım 1955’de Marie-Therese II ile tek başına Güney Afrika’ya gitti, orada 2 yıl çalışıp para biriktirdi.
O kadar parasızdı ki çarmık teli olarak ‘telefon direklerini tutan telleri’ kullandı, bu basit şeyleri alabilmek için kendi
deyişiyle ‘boyunduruğa vurulmuş öküz’ gibi çalışıyordu.

Eksiklerini en ucuz yoldan gidermek için her yolu deniyordu, bütün gün bir fabrikada çalışıyor, öğlen tatilinde veya
akşam paydostan sonra fabrikanın atelyesinde teknesinin eksik ve tamir gerektiren havalandırma, vinç, lomboz,
ırgat gibi parçalarını kendi imal ediyordu.
Akşamları limana uğrayan balina gemilerini gezip gemicilerle dostluk kuruyor, bu gemilerin çöpe atmak için
ayırdığı eski naylon halatlardan kendisi gibi küçük teknesi ile tek başına sefer yapan bir arkadaşı ile birlikte
sabahlara kadar sağlam lifleri çıkartarak bunlarla Marie-Therese II’nin kenevirden yapılmış koltuk halatı ve
ıskotalarını yeniliyordu.

Önce Durban ve daha sonra Cape Town’da çalışarak teknenin iki yıllık erzak ve malzeme gereksinimini satın
alacak kadar para biriktirdi. Masrafını azaltmak için sapanıyla penguen ve karabatak avlayarak beslendiği
dönemler oldu.

1958’de yeniden okyanusa yelken açtı, Saint Helena ve Ascension adalarına uğrayarak Karaibler’e ulaştı.

Trinidad’dan Grenada’ya geçerken yorgunluktan dümende uyuyakaldı ve bu kez de Marie-Therese II yine


kayalıklarda parçalandı. Ertesi gün teknesi yakın bir  köyde oturan yerliler tarafından yağmalandı.

Bir kez daha beş parasız ve eşyasız kalan Moitessier adada çalışıp para kazanacak bir iş de bulamadı. Avrupa’ya
gitmek istiyordu. Eski gazete kağıtlarından okyanusu aşabilecek nitelikte bir yelkenli tekne inşa etmeyi planladı.
Tam bu sırada Avrupa’ya giden bir Norveç tankerine tayfa olarak girdi. Fransa’ya varınca Paris’e yerleşti,
doktorlara ilaç tanıtımı, yelkenli tekne satışı gibi işlerde çalışarak para biriktirdi.

Uzun yıllar sonra karşılaştığı çocukluk sevgilisi Françoise ile evlendi ve Françoise’ın ilk evliliğinden olma üç
çocuğu ile mutlu bir aile yaşantısı başladı

Bu sıralar Vietnam’dan yola çıktığından beri denizde geçen maceralarını anlattığı ‘Vagabond Des Mers du Sud’
(Güney Denizlerinin Maceraperest Gezgini) isimli ilk kitabını yayınladı.

En çok satılan kitaplar arasına giren bu eser sayesinde açıkdeniz yelkenciliğinin ünlü isimleri arasına katılan
Moitessier’nin kitabı İngilizce’ye de çevrilerek 1960’da ‘Sailing to the Reefs’ (Yelkenle Kayalıklara Doğru) ismiyle
yayınlandı.

Bu eser tüm dünyada amatör denizciler tarafından halen ilgiyle okunmakta, yelken ve deniz edebiyatının başta
gelen eserleri arasında yer almaktadır.

Bu kitapla modern toplum hayatına alternatif olarak denizlerde macera, barış ve dostluk dolu bir yaşam öneren
Moitessier açıkdeniz yelkenciliğinin idolu haline gelmiştir.

Moitessier kitabının satışından biriktirdiği para, arkadaşlarının desteği ve zengin bir yelkencinin yardımları ile
1961’de iki yıldır planları üzerinde çalışıp hayalini kurduğu 12 metrelik bermuda armalı saç keçi yaptırdı.

Bu tekneye dünya denizlerini tek başına dolaşarak amatör açıkdeniz yelkenciliğini başlatan Joshua Slocum’un ön
ismini verdi.

Tekne daha kızaktayken Akdeniz’de yelken okulu olarak çalıştırmak üzere ilanlar verip avans aldı. Bu paralar
sayesinde inşaatı tamamlanan tekne planlanan ilk seferden iki gün önce seyre hazırlanabildi.

Joshua iki yaz sezonu yelken okulu olarak hizmet verdi, bu sayede Moitessier’in okyanuslara açılmadan önce
teknenin tüm eksiklerini giderme ve donanımını geliştirme şansı oldu.

Ekim 1963 -  Mart 1966 arasında eşi Françoise ve köpekleri Yuki ile birlikte ‘balayı seyahati’ olarak adlandırdığı
yolculuğa çıktı. Kazablanka, Kanarya Adaları, Karaibler, Panama Kanalı, Galapagos Adaları üzerinden Tahiti’ye
ulaştı. Kanarya Adaları’ndayken çocuklarını bir aylığına yanlarına aldırdılar, onlarla gezip tatil yaptılar.

Tahiti’den dönerken rüzgarlar uygun olduğu için tercih edilen batı rotasını değil, daha zor ama kısa olan doğu
rotasını izlediler, hiçbir limana uğramadan Horn Burnu’nu dönüp Atlantik’i aşarak 4 ayda Fransa’ya geri dönüler.
Bu sayede çok sevdikleri çocuklarının Paskalya tatiline ucu ucuna yetiştiler.

Bu geçişte nonstop toplam 14261 deniz mili yol yaparak küçük bir yelkenli ile hiç durmadan o güne dek yapılan en
uzun seyri gerçekleştirdiler.

Bu bir dünya rekoruydu.


1966’da bu yolculuğun anılarını ‘Kestirme Yol: Cape Horn’ isimli kitapta yayınladı.
Denizi anlatan yazılarında aldığı keyfi elle tutulur derecede hissettiren Moitessier Paris’e geldiğinden kısa süre
sonra derin bir depresyona girdi. Bir kez daha Joshua ile dünya denizlerine açılma hayali ile yaşıyordu.

1967’de Sir Francis Chichester yelkenlisi ile tek başına sadece tek bir kez Avustralya’da durarak dünya turu
yapmıştı.

Bu hikaye denizseverleri öylesine etkiledi ki İngiliz ‘Sunday Times’ gazetesi ertesi yıl ilk ‘Tek başına – Nonstop
Dünya Turu Yarışı’’nı düzenledi

olden Globe (Altın Küre) adı verilen bu yarışta İngiltere’de herhangi bir limandan başlayıp aynı limana dönülecek,
Güney Pasifik Okyanusu’nda seyredilecek ve yolda Ümit Burnu, Leeuwin Burnu ve Horn Burnu geçilecekti. Bu
tam da Moitessier’in gitmeyi düşündüğü rotaydı.
Tekneler 1 Haziran ile 31 Ekim arası istedikleri gün yarışa başlayabilecekler, en hızlı geçişi yapana 5000 İngiliz
sterlini ödül verilecekti.

Moitessier bu yarışa katılmaya karar verdi, Fransa’daki hayranları dünya denizlerinde İngilizler’e karşı yarışacak
olan Moitessier’yi destekliyor, gazeteler ona telsiz, fotograf makinası gibi araçlar vermeyi teklif ederek karşılığında
yarış haberleri ve fotografları istiyordu.

Moitessier ise tam tersine teknesini hafifletmeye ve sadeleştirmeye çalışıyordu, önce yolda süratini azaltacağı için
pervaneyi söktü, uzun yolda gerekli olmayacak herşeyi tekneden çıkarttı.

Telsiz sayesinde dünya ile iletişim kurabileceği, hava durumu ve navigasyon bilgileri alabileceği halde telsizi
çalıştırmak için jeneratör, yakıt, aküler gibi ağırlıklar da gerekeceği için bu yardımı reddetti. Hatta yola çıkmadan
kısa bir süre önce Joshua’nın motorunu da sökerek tekneyi doldrumlardan en az etkilenecek şekilde hafifletti.

Bir süre rüzgar bekledikten sonra 1968 Ağustos ayında Plymouth’dan yola çıktı.

Eşi Françoise gazetecilere ‘Onun buna ihtiyacı vardı, denize çıkmalıydı’ dedi.

Altı ay sonra Moitessier her üç burnu da dönmüş, Atlantik Okyanusu’nda eve dönüş yolundaydı. Dünya turunu
başarıyla tamamlamak üzereydi, en öndeydi ve yarışı kazanmasına çok az bir zaman kalmıştı.

Birdenbire yarışı kazanmak bir yana, bitirmek hevesini bile yitirdiğini farketti.

‘Şimdi Avrupa’ya, şehir hayatına dönmek, hiç terketmemiş olmakla eş anlamlı, yarışı bitirmek için geri dönmek,
başkalarının kurallarını sessizce kabul etmek, kendimi inkar etmek demek. Güneş, deniz, rüzgar, gökteki yıldızlar
ve albatroslar bana doğru yolu gösteriyor, ruhum çok uzun zamandır aydınlık sessizliğin şarkısında yelken açıyor.’
diye düşünüyordu.

Yaşamı boyu aradığını Güney Pasifik’te bulacağını anlayarak rotasını değiştirip ikinci kere Ümit Burnu’na yöneldi.

Cape Town açıklarında demirde duran bir tankere yaklaşarak güvertesine sapanla, plastik bir kutu içinde,
Londra’daki yarış yetkililerine verilmek üzere yazılmış bir mesaj attı;

bu mesajda ‘Hiç durmadan Pasifik Adaları’na doğru yola devam ediyorum, çünkü denizde mutluyum. Belki de
ruhumu kurtarmak istiyorum.’ yazılıydı.

‘Ruhunu kurtarmak için’ yarışı bıraktı, rota değiştirdi ve hiçbir yere uğramadan Tahiti’ye vardı. Böylece 40 ftlik
teknesiyle dünyanın etrafında hiç durmadan birbuçuk tur attı, teknesinde tam 10 ay tek başına yaşadı.

O yarışı bıraktığı için ödül İngiliz Robin Knox-Johnston’a verildi, ama Moitessier’in tüm arzusu denizle içiçe
yaşamak olduğu için yarışı bırakması, çok ihtiyacı olduğu halde ödül parasını ve ünü reddederek ‘yenilmeyi’
bilinçli olarak tercih etmesi ona dünyanın gözünde çok farklı bir yer kazandırdı.

Davranışı birçok insanın yüreğini titretti, onların gözlerinde gerçek galip ve kahraman Moitessier’di.

Sonraları ‘A Voyage for Madmen’ (Çılgınlara Göre Bir Yolculuk) adı verilen bu yarışa dokuz yelkenci birbirinden
çok farklı teknelerle katılmıştı.
Aralarından sadece üçü denizle ilgili mesleklerdeydi, bir tek Moitessier’in Güney Okyanusu’nda yelken seyri
tecrübesi vardı.

Ticari gemilerde kaptanlık yapan İngiliz Robin Knox-Johnston ‘Suahili’ adlı 32 ft ahşap keç ile, İngiliz
Donanması’nda kaptan olan Nigel Tetley ise ‘Victress’ adlı kontrplaktan yapılmış 37 ft bir trimaran ile
yarışıyorlardı. 42 ft boyundaki ahşap uskunası ‘Galway Blazer II’nin armasını Çin ‘junk’larını örnek alarak
çarmıksız direklerle donatan Bill King ve 30 ft randa yelkenli saç kotra ‘Captain Browne’ ile yarışan Loick
Fougeron da Moitessier’le aynı limandan yola çıkmışlardı.

Bu ilk nonstop tek başına dünya turu yarışı yaşanan dramatik olaylar nedeniyle hafızalardan hiç silinmedi.

Yarışçıların biri hariç tümü çeşitli nedenlerle yarışı bırakmak zorunda kaldılar, elektronik mühendisi Donald
Crowhurst kendi dizaynı olan trimaran teknesi Teignmouth’un Güney Okyanusu’na dayanamayacağını anlayınca
önce telsizden yalan söyledi, seyir defterini ayrıntılı şekilde sahte bilgilerle doldurdu.

Atlantik’te oyalanarak zaman geçirmeye, diğerleri finişe yaklaşırken sanki dünyanın çevresini dönmüş gibi onlarla
birlikte İngiltere’ye dönmeye karar verdi, sonra yalanının anlaşılacağı endişesiyle delirerek teknesinden atladı.

Nigel Tetley’in teknesi Victress yarışı bitirmesine ramak kala okyanusta parçalandı, zor kurtulan Tetley yenilgiye
dayanamayarak bir yıl sonra intihar etti.

Robin Knox-Johnston yarışın birincisi ve tek bitireni oldu, ama gerçek kahraman Moitessier’di.

Yarışı bıraktığında ‘Denize bakıyorum ve büyük bir tehlike atlattığımı görüyorum. Mucizelere pek inanmasam da
bazen gerçekten mucizeler oluyor. Eğer hava biraz daha doğudan esseydi şimdi kuzeye, Londra’ya dönüyor
olabilirdim. İnsan bazen doğru yolu kıl payı bulabiliyor. Bu yüzden vazgeçenleri ve devam edenleri yargılamasak
daha iyi olur. Ben kendim için doğru olanı bir mucize sonucu buldum, Tanrı’nın bizim için yarattığı denizde huzur
içinde ilerliyorum.’ diyordu.
Moitessier Güney Pasifik’te bir atole yerleşti, kendine bir ev yaptı, hindistan cevizi ağaçları dikti, atolünü yeşil bir
cennete dönüştürdü ve uzun yıllar burada yaşadı.
Kısa bir süre A.B.D.’ne gitti, sıkıntıları bitmiyordu, bir fırtınada Joshua parçalanınca ‘Tamata’ isimli 32 ft boyunda
yeni bir saç (sloop arma) yelkenli yaptırdı.

Son yıllarını hatıralarını yazdığı Fransa’da geçirdi, 1994’te ‘A Sea Vagabond’s World: Maceraperest Bir Denizcinin
Dünyası’ adlı kitabını bitiremeden öldü.

Brittany’de küçük bir balıkçı kasabasında gömülüdür.

Ölümünden sonra hakkında kitaplar yazıldı ve ismi asla unutulmadı, 2000li yıllarda Güney Okyanusu’nda çılgınca
yarışan, bazıları çok medyatik olan yelkencilerin öncülerindendi, fakat onlardan çok farklı bir yaşam yolu izledi.

Moitessier yaşantısını deniz ve doğanın kurallarına göre düzenleyen gerçek bir deniz insanıydı.

Yazdığı kitaplarda insanın daima doğa kurallarına göre, ihtiyaçlarına göre yaşaması gerektiğini işledi.

Barış içinde, sınırlar, pasaportlar, hükümetler, savaşlar, bürokrasiler olmadan yaşayan bir insanlığın hayalini
kurdu.

Denizcilikle ilgili hiçbir resmi eğitim almayan, her şeyi kendi başına öğrenen Moittesier kendi deyişiyle ‘bir deniz
gezgini’ydi.

Tüm kitaplarında tecrübeleriyle veya başka denizcilerden öğrendiklerini okurlarına en ince ayrıntısına kadar
aktarma, öğretme çabası vardır.

Moitessier gerçek bir deniz aşığı, yazar ve çevrebilimciydi.

Ölümünün onbirinci yılında onu sevgiyle anıyor, kitaplarının bir an önce dilimize kazandırılmasını diliyoruz.
‘Avrupa toplumuna ve onun yalancı Tanrı’larına dönmeyi hiç istemiyorum. Para kazan, para kazan, ne için? Hala
kullanabildiğim arabamı değiştirmek, daha güzel giyinmek, televizyon almak gibi amaçlar için yaşayamam ben.
Ben teknemi istediğim yere bağlayabileceğim, güneşin, soluduğum havanın ve yüzdüğüm denizin bedava olduğu,
bir mercan atolünde güneşin altında rahatça uzanabileceğim bir sahile gidiyorum.’

Hayallerini gerçekleştiren bir kadın

Hiç karaya çıkmadan, tek başınıza kaç gün denizin ortasında kalabilirsiniz?
Peki, ya okyanusun ortasında, 23 metrelik bir yelkenlide tek başınıza   dev dalgalara karşı mücadele etmeniz
gerekse,    fırtınanın ortasında oto pilotunuz bozulsa, yelkenlinizi   bir anda öldürücü buzullarla çevrelenmiş
bulsanız,  teknenizin direğine yıldırım düşse ….
Bu sözcükler kulağınıza   ürkütücü, heyecanlı bir filmden alınmış sahneler gibi geliyor değil mi?
Ama bunlar   film kareleri değil,   Dee Caffari’nin inanılmaz başarısından kesitler.
Dee Caffari,     tek başına yelkenlisiyle   rüzgara ve akıntıya karşı hiç durmaksızın dünyayı dolaşan ilk kadın denizci.
Yüzyılımızın yaşayan kahramanı, cesaret ve azmin simgesi   Dee Caffari’nin yaşamını okurken   zaman zaman ürperdim.
Kendimi onun yerinde düşlemeye çalıştım, başaramadım.
Dee Caffari, beni öylesine heyecanlandırdı ki,   kendi sınırlarını aşarak, henüz otuzüç yaşındayken,   ismini deniz
tarihine   altın harflerle yazdırmayı başaran bu yürekli insanı sizlerle de tanıştırmak istedim.
Sonunda   Dee Caffari’nin menajeri Jo Uffendell’den , Dee Caffari’nin Bütün Dünya okurlarıyla tanışmaktan büyük
mutluluk duyacağını bildiren iletisini alınca sevinçten havalara uçtum. Dee Caffari’nin yaşam öyküsünden hepimizin
öğreneceği çok şey var.

Dee Caffari’nin tüm çocukluğu denizle iç içe geçti. Yüzmeyi babasının teknesinin arkasında öğrendi. Daha o yıllarda, kendi
yelkenlisi ile   tek başına dünya turu yapmanın düşlerini kuruyordu.   Ama üniversite eğitimini tamamladıktan sonra
meslek olarak   denizciliği değil, çok saygı duyduğu öğretmenliği   seçti. Bir ortaokulda beden eğitimi öğretmeni olarak
çalışmaya başladı.   Deniz aşığı olan babasına sık sık   “ Ben kışları kayak yapmak, yazlarımı da yelken yaparak geçirmek
istiyorum “ diyordu.
Babasını kaybetmeden kısa bir süre önce babası   Dee ‘yi karşısına aldı ve “Bir karar vermelisin “ dedi. “Düşlerinle ilgili
konuşmaya mı devam edeceksin, yoksa   çok yaşlanmadan düşlerini gerçekleştirmek için bir şeyler yapacak mısın?”
Dee, düşlerinden vazgeçmek istemiyordu. Denizcilikte şansını denemeye karar verdi.
Tüm eğitimleri, kursları tamamlayarak yelken eğitimcisi oldu ve yelken sporcusu olarak çalışmaya başladı.
Doğudan batıya yani akıntıya ve rüzgara karşı ilk dünya turunu 18 kişilik bir ekiple yaptığında, yavaş yavaş kafasında bu
yolculuğu tek başına yapma fikri oluşmaya başladı.
İlk kez 34 yıl önce 1971 yılında Sir Chay Blyth dünyayı akıntıya ve rüzgara karşı doğudan batıya teknesiyle tek   başına hiç
durmaksızın     dolaşmayı başarmış ve adını   tarihe yazdırmıştı.
Şu ana dek bu yolculuğu dünya üzerinde yalnızca dört kişi başarmıştı ve bu dört kişinin arasında hiç kadın yoktu.
Chay Blyth, Dee Caffari’ye düşlerinden vazgeçmemesini ve bu zorlu mücadeleyi başaran ilk kadın olarak     denizcilik
tarihinde adını kendi adının yanına yazdırabileceğini söyleyince Dee Caffari kesin kararını verdi.
Çıkacağı yolculuğun ne denli zorluklarla dolu olduğunu çok iyi biliyordu ama insanın istedikten sonra her şeyi
başarabileceğine inanıyordu.
120 ile 170 gün arasında sürebilecek bu   zorlu yolculuğu başarıyla sonuçlandırmak için yalnızca teknik bilgilere sahip
olmak, teknik donanıma sahip olmak yetmiyordu. Tek başına cesarette yetmezdi. Sonuna dek soğukkanlılıkla, sabırla,
cesaretle dayanabilmek , en zor anlarda tek başına karar verebilmek için   güçlü bir kişilik gerekiyordu.
onunda tüm hazırlıklar tamamlandı ve Dee Caffari, 20 Kasım 2005 te   İngiltere’nin en büyük sigorta şirketi
Aviva’nın   sponsorluğunda,   tüm elektronik donanımlara sahip, 23 metre uzunluğundaki   Aviva adlı yelkenlisiyle
İngiltere’den okyanusa   açıldı.
Altı ay boyunca hiç durmaksızın akıntıya ve rüzgara karşı inanılmaz bir mücadele verdi. An geldi dağlar gibi dalgaların
ortasında   oto pilot arızalandı ve yolculuğu erken bitirme tehlikesiyle baş başa kaldı. An geldi, kendisini öldürücü
buzullarla çevrelenmiş buldu.   Buzulların ortasından geçinceye   dek  gözünü bir saniye bile kırpmadı,   tam 60 saat
uykusuz kaldı. Dokuz günde toplam dokuz saat uyuyabildi.
Kimi zaman   zorluklar karşısında öfkeyle ağlamak istedi ama okyanusun ortasında, tek başına ağlamanın   boşa enerji
kaybından başka işe yaramayacağını bildiği için   tüm enerjisini   sabırla ve soğukkanlılıkla doğru kararlar
alarak   sorunların üstesinden gelmek için kullandı.
Her şeye kendisi   çözüm bulmak zorundaydı çünkü yardıma gelecek başka kimse olmadığını biliyordu
Yükseğe çıkmayı hiç sevmese de, gerektiğinde yükseklere tırmanması gerektiğini biliyordu.
Teknesinin direğine yıldırım düşünce onarım için tepeye çıktığında, dengesini sağlamaya çalışırken, aşağıda teknesinin
otopilot denetiminde tek başına yol almasını izlemek tuhaf bir duyguydu.
23 Ocak Dee Caffari’nin doğum günüydü. Yer, gök masmaviydi. Kendisini mavi bir sonsuzlukta kaybolmuş gibi
duyumsadı. Bu öylesine bir yalnızlık duygusuydu ki, en yakın komşularının   uzay istasyonundaki astronotlar
olabileceğini   düşündü.
O gün günlüğüne “ doğum günü partime astronot komşularımı davet ettim ama   sanırım davetiyem uzayın boşluğunda
kayboldu, böylece doğum günümü tek başına kutlayacağım. Olsun, en azından çikolatamı kimseyle paylaşmak zorunda
değilim!” diye yazması,   onun içinde bulunduğu koşullarda moralini ne denli yüksek tutabildiğini gösteriyordu.
Tam 178 gün süresince 24 saatte yirmişer dakikalık nöbetler halinde   dört saat uyuyabildi.
Yolculuk süresince Dee Caffari   ile iletişim bilgisayara yüklenen özel uydu iletişim sistemi ile sağlandı.
Bu süre içinde fotoğraf çekimi için helikopterle yapılan kısa ziyaret dışında hiç insan yüzü görmedi.
Yalnızca iki kez karayı gördü, birincisi Cape Horn, ikincisi ise Yeni Zelanda’yı geçerkendi. Üçüncü kez karayı görüşü ise bitiş
noktasındaki İngiltere kıyıları oldu.
Dee Caffari,     178 gün, 17 saat, 55 dakika, 42 saniye boyunca   hiç durmaksızın rüzgara ve akıntıya karşı 54.000 km yol
alarak, zoru başardı.
Dee Caffari , “Yaşamda insanın karşısına çıkan pek çok olanak olduğunu öğrendim. Onları seçmek ya da seçmemek sizin
elinizde. “ diyor.
Dee Caffari, ortaokul öğretmeni olarak çalışırken, düşlerinin çağrısına uydu ve insanın kendi sınırlarını zorlayarak en zorlu
engellerin üstesinden gelebileceğini   tüm dünyaya gösterdi.
Şimdi sıra bizim içimizdeki gizli kahramanları bulup, düşlerinin peşinden gitmeleri için yüreklendirmekte.
Hayal kurmak bedava, ama bunu gerçeğe dönüştürmek kimi zaman ciddi özveri istiyor. Tolga Pamir’in beş sene
önce verdiği radikal karar, aslında bu durumun en güzel örneği. Pamir, dokuz sene boyunca reklam sektöründe
çalışırken kurduğu hayallerin ağına düşüyor ve yelken sevdası onu Fransa’nın güneyindeki La Rochelle şehrine
sürüklüyor. Amacı, MiniTransat isimli yarışa katılarak, küçük teknesiyle tek başına Atlas Okyanusu’nu geçen ilk
Türk olmak. 

1975 doğumlu Pamir’in hikâyesi aslında yedi yaşında, Tuzla Ankara Mercan Spor Kulübünde yelkenle
tanışmasıyla başlıyor. Okul, iş hayatı derken karşısına çıkan her boşlukta kendini yelken yaparken buluyor. Arada
bir de babadan kalma küçük bir kayıkla denize açılıyor, rüzgârın ve denizin tadını çıkartıyor. Avrupa’daki yelken
yarışlarını yakından takip eden Pamir, bu işin televizyondan takip edilemeyeceğini düşünmüş olsa gerek, eşinin
karşısına “Ben Vendee Globe yarışına katılacağım, Fransa’ya gidiyorum” diyerek çıkıyor.

Arabasını, müzik setini satarak kısıtlı bir bütçeyle 2004’ün Kasım ayında aldığı kararı, Ocak 2005’te uyguluyor ve
La Rochelle’e ayak basıyor. Eşinin Fransız asıllı olması bir takım bürokratik sorunları da ortadan kaldırıyor.
Bilmediği bir şehir ve dilini anlamadığı insanlar onun hevesini kırmıyor ve hemen bir dil kursuna yazılıyor. Altı ay
sonra eşi yanına geldiğinde kendi tabiriyle, “çat pat” Fransızca konuşuyor ve yavaş yavaş tüm kapılar açılmaya
başlıyor. Gittiği dil kursundaki bir öğretmen Pamir’in yelkene olan ilgisini duyunca, denizcilerin uğrak yeri olan bir
bardan bahsediyor ve gitmesini öneriyor. Tabii, Pamir zaman kaybetmiyor ve hemen gidiyor. Barda ilk gözüne
çarpan, duvara çizilmiş büyük bir dünya haritası ve onun yanında da yarışçıların geldikleri noktaları gösteren bir
denizci haritası oluyor. Haftanın üç günü o bara giderek hem çevresini hem de dilini geliştiriyor. Tam da paraya
ihtiyacı olduğu bir zamanda bardan iş teklifi geliyor ve yarış için hedeflediği haritaya bakarak barmenlik yapıyor.

Pamir, dil kursunu tamamladıktan sonra tekne imalatıyla ilgili bir sertifika programının sınavına giriyor. Sınavda
epey zorlansa da başarılı oluyor, ama kontenjanın dolması yüzünden iki sene beklemesi gerektiğini öğreniyor.
Pes etmiyor ve yaklaşık iki ay boyunca durmadan okulu arıyor, boşluk olup olmadığını soruyor. Umudunun
tükendiği bir anda da telefonu çalıyor ve ertesi gün kendini okulda buluyor. Okula başladığı ikinci hafta tüm
öğrencilere bir proje veriliyor, okulun girişinde bulunan sekretaryayı gemici konseptindeki mobilyalarla döşemeleri
isteniyor. Pamir’in aklına sandalye yapmak geliyor, ama hocaları, “Yapamazsın, bunu yapamayacağını da
formasyonun sonuna geldiğinde anlayacaksın” diyor. Fakat Pamir, yine pes etmiyor ve ısrarlarının sonucunda
projesine onay alıyor. Beş ay içerisinde sandalyesini bitiriyor ve büyük bir ilgiyle karşılaşıyor. Pamir, “Şimdi o
sekretaryada iki tane ürün duruyor. Bir tanesi benim sandalyem, diğeri de benden önce eğitim almış birinin yaptığı
küçük bir kayık. İkisi de eğitimde çıkan değerli parçalar olarak sergileniyor” diyor. Tabii, Pamir’in bu başarısı
Fransa’da gözlerden kaçmıyor ve yelkenciler tarafından takip edilen bir internet sitesinde “Türkler sadece kebap
yapmıyorlar” manşetiyle haber oluyor.

Pamir’in yaklaşık bir sene boyunca aldığı eğitim son buluyor ve 12 kişiyle başladıkları programdan kendisiyle
birlikte sadece altı kişi diploma almayı hak ediyor. Diplomasını alır almaz da Avrupa’nın en büyük elektrikli
katamaranını yapan ekiple çalışmaya başlıyor. İki sene sonra proje bitiyor ve Pamir, yine radikal bir karar vererek
bankadan imkânları doğrultusunda bir kredi çekiyor. “Artık kendi projeme ağarlık verme zamanım geldi” diyor
veYakamoz 737 ismini verdiği teknesini satın alıyor. Kısıtlı bir bütçeyle yola çıkan Pamir’in bir takım eksiklikleri,
Türkiye’de yelken malzemeleri satan firmaların distribütörleri tarafından karşılanıyor, fakat halen sponsor arayışı
devam ediyor. Pamir, finansal eksiklikleri dışında, 13 Eylül 2009’da Fransa’nın La Rochelle şehrinden başlayacak
olan MiniTransat isimli yarışa aslında hazır. Gerçekleşecek bu uluslararası yarışa katılabilmesi için, sahip olduğu
tekneyle iki bin mil yapması gerekiyor. Bu ön koşulu geçmesi için de 22 Nisan’da Atlantik kıyısındaki çeşitli
yarışlara katılacak ve yelkenini fora edecek.

1977’de İngiliz yelken yarışçısı tarafından başlayan MiniTransat, Türkiye dışında çoğu ülkenin katılımıyla ve
ortalama 75 kişiyle gerçekleşiyor. 2009’a kadar iki senede bir düzenlenen yarış artık her sene Eylül ayında
yapılacak. Parkur, yarışçıların tek başlarına katıldığı altı buçuk metrelik teknelerle La Rochelle’den başlıyor,
Kanarya adalarında iki gün mola verildikten sonra da Brezilya’da sona eriyor.

Naviga  isimli yelken dergisinde her ay yazan Pamir, oluşturduğu miniproje.com isimli internet sitesiyle de projesini
anlatma imkânı buluyor. Kendisi gibi hayal kurmuş ama gerçekleştirememiş insanlardan elektronik mailler aldığını
ve çok mutlu olduğunu söyleyen Pamir, babasının da 60 yaşından sonra yelkene başladığını anlatıyor. İlk olmanın
zorluklarından bahsediyor ve “Türkiye’de kalsaydım bu yarışa katılamazdım, çünkü etrafımda benim hedefimi
gerçekleştirmek için uğraşan bir örnek yoktu” diyor.

Pamir, Türkiye’de Büyükşehir Belediyesi, Kültür Bakanlığı, Deniz Ticaret Odası ve Yelken Federasyonu gibi
birimlerden hiçbir destek görmediğini ve kendisine inanmadıklarını anlatıyor. Hâlâ yarışa neden katıldığını ve ne
yaptığını anlamayan, “Boş ver yarışı, Brezilya’ya tatile gidelim” diyen insanların olduğunu söylüyor. Pamir,
1950’lerden beri yelken kulüpleri olan bir ülke olmamıza rağmen günümüzde, hükümetlerin yelken için herhangi
bir yatırım yapmamasından yakınıyor. Bu sebeple de yarışa Türkiye yerine Fransa’dan hazırlandığını, çünkü daha
fazla destek ve imkân sağlandığını söylüyor. Son zamanlarda Türkiye’nin güney sahillerinde popülerleşen yelken
merakına ise seviniyor, ama bu işin moda olmasından ve bir gün yine unutulmasından korkuyor.

“Fransa’ya geldim, dillerini, yarışı öğrendim ve şimdi de o yarışa hazırlanıyorum. Yelken yapalım, yelkenle
büyütelim!” diyen Pamir, gerçekleştirilen her umudun yarın başkalarına da umut verebileceğini söylüyor.
Hayallerle yola çıkılmış zorlu bir yolda, tek başına ilerliyor ve yarışın gerçekleşeceği günü bekliyor. Kimilerinin
hayallerini ciddiye almadığı yelkenci, belki de Türkiye’ye yarışın galibi olarak geri gelecek.

You might also like