You are on page 1of 3

Müstehcen

Arkadaşlar! Bugün itibariyle dünya üzerinden bir dil daha yok olmuştur. Son
fiillerinin de müthiş müstehcen bir kelimeyi çağrıştırması üzerine yasaklanmasıyla
ellerinde sadece nesne ve öznelerden oluşan bir dizi kelime kalmıştır ve dilleri artık
cümle kurulamaz hale gelmiştir. Böylece bu zavallı insanlar da, dünyadaki diğer
birçok dil ve halkın başına geleni göğüslemek zorundadır. Artık isteklerini,
dileklerini, duygularını, düşüncelerini birbirlerine kelimelerle anlatamayacaklardır.
Yüzyıllardır dil sayesinde biriktirdikleri her şeyle vedalaşmak ve iletişimsiz bir
yaşama sıfırdan başlamaları gerekmektedir. İçinde yasaklı kelimeler geçen kitaplar
çoktan yakılmış, kelimeleri kullanmakta ısrar edenler de şehir meydanlarında kurşuna
dizilmişlerdir. Yasaklar öyle vahim bir hal almıştır ki, çoğu ülkede benim ismim bile
yasaktır. Sanırım adımı telaffuz ettikleri an toplumu müthiş bir fantezi dünyasına
sürükleyeceğimden ve bütün yasakların delineceğinden korkmaktadırlar. Bu yasaklara
ve saçmalıklara son verebilecek tek toplum biziz!

Adrianne kırık bir sandalyenin üzerine çıkmış, soğuktan buğulanan gözleriyle sımsıkı
tuttuğu dosyaya ara sıra bakarak sesleniyordu insanlara. Dünya üzerindeki en
özgürlükçü toplum oldukları için hala birbirleriyle dil aracılığıyla iletişime geçiyor,
bu dili yazıya dökebiliyor ve hatta yazılanları yaygınlaştırabiliyorlardı. Ama bunu
yapmayı seçmenin bedelini ağır ödüyorlardı. Dünya üzerinde yasaklama getirilmeden
de yaşanabileceğinin göstergesi olarak çok tehlikeliydiler ve sürekli baskı
altındaydılar. Dünyanın geri kalanı çoğunlukla yasaklara teslim olmuş, yasaklı
kelimelerin toplum düzenini alt üst edeceğine, ailenin çökeceğine, kıskançlık, kin ve
nefretle sapkınlığın iç içe geçeceğine inanmışlardı. Dünya üzerindeki bütün diğer
dillerin kontrolünü ellerinde bulunduran yöneticiler, onlara sürekli yasaklı kelimeler
listesi gönderiyor ve yasaklanma sürecine dahil olmaları için baskı yapıyorlardı. Buna
direndikleri için de onlarla hiçbir kaynaklarını paylaşmıyor, ambargolarla açlıktan
kırılınca özgürlük inatlarının da kırılacağını iddia ediyorlardı.

Özgürlük. Bu kelime bazı toplumlarda yasaklılar listesinde yer almamasına rağmen


yok olmuş. Aslında yasaklanmanın tarihi çok ufak bir olaya dayanırmış. Yüzyıllar
önce ufacık bir çocuk kapı arkalarında uyuklarken babasının konuşmasına tanık
olmuş. Babasının “Kadıncağızı da çok siktim bugün” dediğini duymuş. Kapının
arkasından çıkıp gerinmeye ve esnemeye başlayınca babası görmüş onu. “Oo
beyefendi günaydın” demiş. Ufaklık esnemesini bitirir bitirmez çıkarmış ağzındaki
baklayı “Baba, ‘siktim’ ne demek?”. Babası kulaklarından yayılan sıcaklıkla yanmış
bir anda. Ufacık ve masum çocuğu bu lafı nasıl söylermiş. “Oğlum sen yanlış
duymuşsun. Sıktım demişimdir ben. Sakın bir daha o kelimeyi kullanma”. Ülkede
konuşulan tüm dillerden sorumlu olan en üst düzeydeki kişiymiş babası ve bu yanlış
anlaşılmayla nasıl bir aile felaketinin ucundan döndüğünü düşününce acilen bu konu
hakkında bir şeyler yapması gerektiğini anlamış. Ya çocuğu kapı arkalarında duyduğu
kelimeleri yalan yanlış annesine gidip anlatsaymış. Annesi de babasına sormadan
oğluna inansaymış. “Küçücük çocuk neden yalan söylesin! Duymuş işte. Bu kelimeyi
bırak söylemesi, hiç duymaması gerekirdi” deseymiş. İşte o zaman toplumun en ufak,
en değerli, en kalıplaşmış yapı taşı, aile yerinden oynarmış. Babası günlerce, aylarca
çalışmış. Masa başında, televizyon izlerken, yemek yerken işi gücü müstehcenlik
çağrışımı yapan kelimeleri yakalamak olmuş. İnsan işi gücü neyse aklı fikri de o
olurmuş, artık en alakasız kelimelerden bile bir anlam çıkarmaya başlamış. Aklı
sürekli belden aşağı kelime avında olduğundan artık ne karısıyla sevişebiliyor ne de
çocuklarının yüzüne bakabiliyormuş. Dünya için getireceği yasakların kendi
ailesinden daha önemli olduğunu ve bu listeyle birçok ailenin kurtulacağını düşünüp
kendini avutuyormuş. Uzun çalışmalarının sonunda bembeyaz sayfayı önüne
koyduğunda artık beynini acıtmaya başlayan kelimeleri kafasını kaldırmadan kâğıda
kusmaya başlamış. Uzunca bir süredir kelimeleri aklında tutmak ve çağrışım yaptığı
anda onları yasaklamak çok yorucuymuş. Adeta kafasının içinde bir sapık, bir de
ahlak bekçisi olmuşmuş. Sapık, kelimeleri belden aşağı vuruyor, ahlak bekçisi de
onları yakalayıp yasaklıyormuş. Bir süre sonra kendinden daha fazla iğrenmemek için
aklının ucundan geçen kelimeleri bile kâğıda dökmeye karar vermiş. Tabii ki yazdığı
ilk kelime, ailesini parçalamaya yeltenen kelime olmuş. Sikti. Daha sonra sıkılmak ya
da sıkmak fiilinden türeyebilecek her türlü müstehcen kelimeyi sıralamış. Sikis.
Sikme. Sik. Bunları yazdıkça sinirleniyor, kızarıyor, utanıyor, kalemi tutmakta
zorlanıyormuş. “Yarmak, çok kötü anlamlara gelebilir. Peki ya bunlar, sarışın, etek,
külot. Beynimi tutamıyorum. Sapığım ben! Hayır. Bu kelimeyi de ekle, sapık”. Artık
nereden yola çıktığını şaşırmış. “Amacım neydi?” diye durup düşündüğünde önünde
upuzun bir liste duruyormuş. Listede şişman, zoo, sıcak, nefes gibi nasıl yazdığını
fark etmediği, hatta neyi çağrıştırdığını bile unuttuğu kelimeler de varmış. Önünde
tam yüz otuz sekiz tane kelime yatmaktaymış. Hayır, yatmak kelimesini listeye
eklememiş. Bu yüzden gönül rahatlığıyla bu kelimeyi kullanabilirmiş. Artık yüz otuz
sekizin rakamla yazılışından bile müstehcen bir anlam çıkaracak duruma gelmiş ki,
listeyi dosyaya sokuşturup –olamaz, bu da listede var!- tıkıp birkaç saatliğine de olsa
uyumaya gitmiş. Uyumak ne kelime, beyninde dönen sözcükler yüzünden hayatı
boyunca hiç düşünmediği şeyler gözünün önüne gelmeye başlamış. Bir an bile
uykunun huzurlu kollarına kendini teslim etmeden geçen dört saatin sonunda karısını
uyandırmamaya gayret ederek kalkmış. Dosyayı koltuğunun altına sıkıştırıp Dil
Üretme ve Düzenleme Merkezi’ne gitmiş. Dosyayı kurula sunar sunmaz müthiş bir
gürültü kopmuş. “Halkı nasıl ikna edeceğiz?”. “İkna etmeye gerek yok, sadece
açıklayacağız ve toplumdaki bozulmuşlukları kökünden temizleyeceğiz”.
“Söyleyemezlerse düşünemezler de”. “Peki, kelimeleri biz kullanabilecek miyiz?”.
“Susun, yeter artık!” diye bağırmış başkan. Bu sorularının yersiz olduğunu,
gerekiyorsa yasaklara kendilerinin bile uyacağını söylemiş ya da en azından
uyuyormuş gibi görüneceklerini. Nitekim öyle de olmuş. Bir süre sonra yasaklı,
ruhsuz, boşanma davasız, isyansız, kavgasız gürültüsüz, sıkıcı bir toplum haline
gelmişler. Ama yöneticilerin kafaları ne de rahatmış. Yönetmesi ne kadar kolay bir
toplum olmuş. Uluslararası yönetici toplantılarının birinde nihayet bu durgunluğun
sırrını açıklamış başkan, “yasaklar!” demiş. “Belirli kelimelerin kullanımının ve
dolayısıyla düşüncesinin yasaklanmasıyla artık yasak kelimesine bile ihtiyaç
duymadan çok huzurlu bir toplum elde edeceksiniz. Kelimeler bazı toplumlar için
değişiklik gösterebilir ancak birinci dereceden yasaklı kelimeler her toplum için aynı
olacaktır. Bu kelimelerin ne olduğunu söyleyemiyorum ancak yazılı olarak
hazırladığım dosyamın kopyasını sizlere dağıtacağım”. Dosyaları dağıttıktan sonra
yöneticiler bir çok kelimeye anlam verememiş. “Anal tıp terimidir efendiler”, “emme
lafını biz bebekler için kullanırız”, “geciktirici kadınların kullandığı bir haptır”,
“azgın da kedimizin ismidir”. Başkan tepkilerin bitmesini sabırla beklemiş ve cevap
vermiş “efendiler, kedinize yeni isim bulacaksınız, kadınlar hap kullanmayacak, tıp
kendine yeni çözümler üretecek, bebeklere ise şey verilmeyecek. Maalesef o kelime
de yasak olduğu için kullanamıyorum ancak siz ne olduğunu tahmin etmişsinizdir”.

Günler süren toplantıların sonunda çoğu toplum yasakların ne kadar faydalı olacağına
ikna olmuş. Çekinceli davranan birkaç yöneticiyse dosyaları çalışma odalarındaki
kasalara kitleyip gidişatı izlemeye karar vermiş. İşte bu çekinceli yöneticilerden
birinin kasası çok eski olduğu için dosya çalınmış ve kelimeler yasaklanamadan liste
kaybolmuş. Yüzyıllar sonra o dosya, Adrianne’in evinin bahçesindeki kocaman taşın
dibindeki toprağın altında gömülüymüş. O listeye ve yasaklara karşı çıkma görevi,
bütün çocukluğunu o taşın üzerinde oynayarak geçiren Adrianne’e düşmüş.

Kırık sandalyenin üzerindeki konuşmasında da artık baskılardan yorulduğunu, sessiz


direnişin onları açlıktan kırılmaya götüreceğini, ortalığı iyice karıştırmadan bu işin
çözülemeyeceğini söyleyerek konuşmasını bitirmişti. Halk artık dağılmaya
başlayacakken ve ortalığın karışmasından ne kastettiğini anlamamışken durdu ve
elindeki dosyadadaki kağıdı çıkararak kağıtta yazan ilk kelimeyi okudu “Sikis!
Dostum sikis, söyle biz nerdenis?”. Bunun üzerine herkes kahkahalarla gülmeye
başladı. Daha sonra listedeki bütün kelimelerle birer cümle kurmaya başladı.
“Nefesini tut. Öpüşmek güzeldir. Sarışın çocuk güldü. Köpekler çiftleşti”. Son
cümleyi de okuduğunda yüzü kıpkırmızı olmuştu ama bu sefer soğuktan değil
heyecandandı. Buradan sonra başına gelecekleri bilmiyordu, tahminde bulunmuyor,
kafasında canlandırmıyordu. Yıllardır neredeyse ezberlediği yüz otuz sekiz kelimeyi
okumuştu. Bundan sonrasına insanlar karar verecekti. O bitmişti, bu kadardı.

You might also like