You are on page 1of 147

Philo-Sophia-Loren

Dücane Cündioğlu

Genişletilmiş Baskı
GELENEK YAYıNCıLıK! 77

ÇAGDAŞ TÜRK DÜŞÜNCESI! 5


Dücane Cündloglu Kltaphgı! 2

Philo-Sophia-Loren

YAZAR! Dücane Cündioglu


EDITÖR! A. Cüneyd Köksal
KAPAK TASARIMI! Sabahattin Kanaş

Iç TASARıM! Yener Turan

BASKı / Kurtiş Matbaacılık

BIRINCI BASıM / Ocak 2004


IKİNCı BASıM / Mart 2004
ÜçüNCÜ BASıM / Mayıs 2004
ISBN 1975"8861·20-4

© Gelenek Yayıncılık San. ve Tic. Ltd. şti.


Adres: Hasan Halife Mh. Öksüzce Hatip Sk. No: 15 Fatihl\STANBUL
Tel: (212) 531 41 40 (10 hat) (pbx) Faks: (212) 531 43 34
e-mail: gelenek@gelenek.com.tr
Dücane Cündlogıu, 21 Ocak 1962'de
Istanbul'un Üsküdar ilçesinde dogdu.
2 Nisan 1980'de başladıgı yazı hayanna,
çeşitli dergi ve gazetelerde makaleler yayımlamak
süretiyle devam etti. 1981'de Kur'an ilImierini
temel ugraş alanı olarak seçti. 1985-1997 yıllan
arasında yayıncılıkla meşgul'oldu ve başta
Tefhim'uI-Kuran olmak üzere birçok dini eserin
redaksiyon heyetinde yer aldı. 1995'ten itibaren
telif eserlerini neşretmeye başladı. Yayımlanmış
eserleri şurılardır: Elmalılı M. H. Yazır, Hak Dini
Kuran Dili: Kuran-ı Kerim ve Meali, (Hazırlayan
ve Notlandıran). Istanbul, 1993; Başörtü Risalesi,
Istanbul, 1995, 2. bas. 1998; Kuran'ı Anlama'nm
Anlamı: Hermenötik Bir Deneyim I, Istanbul,
1995, 4. bas. 1998; Anlam'm Buharlaşması ve
Kuran: Hermenötik Bir Deneyim Il, Istanbul,
1995. 3. bas. 1998; Söz'ün Ozü: KeJam-ıllahf'nin
Tabiatına Dair, Istanbul, 1996, 2. bas. 1999;
Sözlü Kültür'den yazıh Kültüre Anlam'm Tarihi,
Istanbul, 1997, 2. bas. 1998; Türkçe Kuran ve
Cumhuriyet Ideolojisi, Istanbul, Ocak 1998, 2.
bas. Mart 1 998; Kuran, Dil ve Siyaset Ozerine
Söyleşiler, IstanbuL. 1998; Kuran Çeviri/erinin
Dünyası, Istanbul, 1999; Bir Siyasi Proje Olarak
Türkçe Ibadet, Istanbul, 1999; Hakikat ve Hurafe,
Istanbul, 1999, Bir Kur'an şam / Mehmed Aldf ve
Kur'an Meali, Istanbul, 2000;
Cenab-ı Aşk'a Daır, IstanbuL. 2004
İÇiNDEKİLER
PHILO-SOPHIA-LOREN

kadın göze elverirse

hangi yalanın yanında yer almalı? 13


geride bir tek kadınlar kalmıştı 16
erkekler çok komik 20
philo-sophia-loren 23
böyle düşünebilmek için kadın olmalı 26
ahunun ahı 30
erkekler, ah onlar insan degiller 34
kadın ve felsefe 38
kadın, felsefe ve ölüm 42
kadının aritmetiksel analizi 45
kadınlar niçin kendilerini özlemezler? 49
kökü eşeleyen sorular sormalı 52
kadın göze el verirse 56
modem kadın niçin aş eremiyor? 60
erkekler kazaklaştığı için kadınlar erkekleşir 64
kadınların erkekleşmesi üzerine 68
daha az kadın, daha az anne, daha az eş 72
özgürleşirken kadının özü de gürleşiyor mu? 75
modemleşmekldünyevileşmeklerkekleşmek 79
modernleşmekldünyevileşmeklislamlaşmak 83
kadınlanrnız namına savroluşumuzun hikayesi 87
durmak durulmaktır 94
gül mü, güne mi? 98
reçel yapamayan islamcı kadınlar 102
gölgesi ne de çoktur arasokaklann 106

hz. madonna'nın ruhaniyetinden istimdad

kadın olmak kolay, eş olmak zor 1 13


kadınlar tarla mıdır? 1 1 7
kadın psikolojisi 120
kadınlar dövülür mü? 123
yatağın ayınlması kadını mı uslandınr, erkegi mi? 126
kur'an'da çokevliligin anlamı 130
günümüzde çokevliligin anlamı 136
çokevlilik: ihtiyaç mı, düşkünlük mü? 140
çokevlilik: tehdid mi, tahdid mi? 144
kadın 8öze elverirse
hangi yalanın yanında yer almalı?

Yalanlar vardır işitilir işitilmez anlaşılan. Yalanlar vardır


anlaşılması yıllar süren. Yalanlar vardır ustalannın ellerinde
biteviye işlenip duran, kanması, kandırması kolay olan,
inanmak ve inandırmak için başkatannın katkısını gerektir­
meyen. Yalanlar vardır uğruna herşeyi göze almış yalancıla­
n bulunan. Yalanlar vardır anlaşılması pahalıya patlayan.
Yalanlar vardır savunuculanna nam u şan kazandıran.
Yalan söylemek başka, yanlış söylemek daha başka. Ya­
lan bir iradenin, yanıltınayı isteyen bir iradenin istemiyle va­
rolur. Yalancı yanılttr, bile bile yanılın, yanıltmayı amaçlar
çünkü. Peki ama yanlış öyle mi? Yalan başka, yanlış başka.
Yanlış söyleyen yanlışımn farkındaysa söyledigi yanlış değil,
yalandır. Yanlış söyleyen sadece başkalannı aldatmaz, ken­
disini de aldattr ve bu nederıle yanlış! kendisini de yanılttr.
Bu yüzden yanlış söyleyenleri, yanlış yapanlan affederiz, af­
fedebiliriz, affedilmelerini isteyebiliriz, yalancılan ise asla.
.
14 PHlLO-SOPHIA-LOREN

Yalancılar sadece başkalannı aldatırlar, çünkü yalancılar ya­


landınrlar.
Yalanlara aldanmak, yalancılar tarafından aldatılmak acı
verir insana. Aldanmak yüzünden başa gelenlerin acısı, bi­
zatihi aldanmanın acısı yanında nedir ki? Acı olan aldanma­
nın kendisi, hayal kınklıgı, hüsran, inkisar, sarsıntı, ihlal,
suistimal, güvenin ihlali, emniyetin suistimali.
Güveni sarsılmış, aldatılma korkusuyla başkalanna iti­
madını kaybetmiş ve hepsinden önemlisi yalanın gücüne
inanmış, inandınlmış zihinler de ya aldatmaya başlarlarsa,
aldatarak güçleneceklerine inanırlarsa, gün gelip çiviyi çivi
söker demeyi marifet zannederlerse!?!
Yalana yalanla karşılık vermek, kötülüğü kötülükle sav­
mak, iğneyi kendine çuvaldlZı başkasına batırmak ve saldı­
nlan savmak için başkalannın yalanlanna ortak olmak, bü­
tün bunlar yalana inanan, yalanın ve yalancının gücünü
kutsayan yalanzedelerin başvurduğu yollar.
Yalanzede olmadan yalancı olunmaz, zira yalanın acısı
tadılmadan başkalanna böylesi bir acı tattınlamaz.
Şimdi de aynen böyle yapılmıyor mu? Yapılıyor; yalan
söyleniyor, yalanlar savul'luluyor, yalancılar korunuyor;
hem de yalancının bizden olanı olmayanı gözetilerek.
Eski bir hikaye vardır yalana dair:

Vaktiyle seyahata çıkan ve kansının yanına ancak iki


yıl sonra dönebilen Konstanzlı bir tacir, kansının yanın­
da bir oglan çocugtınun bulundugtınu görür ve tabii ki
bu duruma çok öfkelenir. Kadın, birgün dagda bir yürü­
yüşe çıktıgını, dagdaki karlardan yedigini ve çocugtı da
bu karlara borçlu oldugtınu söyleyerek işin içinden sıy­
nlmaya çalışır. Tacir sakinleşir ve bir şey demez. Beş yıl
sonra Akdeniz yolculugtına çıkarken çocugtı da yanın-
HANGI YALANıN YANıNDA YER ALMAU7 . t5

da götürür ve yolda çocugIı satar; döndügünde ise kan­


sına, kar çocugIınun sıcak Suriye güneşine dayanama­
yarak eridigini söyler.

Kardan çocuklarla dolu etrafımız. Adam yokluğunda ya­


pılmış, havucu burnunda, kömürden dişleri ağzında, şapkası
başında, süpürgesi kolunun altında kardan küçücük çocuk­
lar. Etraflannda da karda oynayan zavallı çocuklar. Evet, ya­
lan dinleyen, yalanlar dinleye dinleye büyüyen, yalanlara
alışan ve yalan söyleyerek oyuna katılan, oyunu sürdüren
zavallı çocuklar.
Kardan çocuklarla başımız dertte. Güneşin onlan eritece­
ğini bildiğimiz için başımız dertte. Bilmesek ızdırap çeker
miydik? Bilmesek biz de oyuna katılmaz mıydık? Kardan ço­
cuklar, ihanetin çocuklan. 1hanet onlan varetti ve ihanet on­
lan yok ediyor. Yalan dünyaya bir yalanla geldiler ve o ya­
lan dünyanın sahipleri bir yalanla onlan yok ediyorlar. Kar­
dan çocuklar, annelerinin dağdaki yürüyüşleri sırasında ye­
diği karlann mahsüıü. Güneşi görür görmez erimeleri de bun­
dan.
Söyleyin hangi tarafın yalanlan yanında yer alayım: dağ­
lardaki kadardan çocuk peydahıayan annelerin yalanlan ya­
nında mı, Akdeniz taraflannda dolaşırken kardan çocuğu
yok eden taeir babalann yalanlan yanında mı?
geride bir tek kadınlar kalmıştı

ıhanetle gaflet arasındaki çizginin inceIdiği, hatta gözden


kaybolur gibi olduğu günlerde, kimin neyi ve niçin savundu­
gtınu, kimin neye ve niçin karşı çıktığını anlamak zorlaşır.
Öyle ki kalenin kapısı bir kere açıldıkda, artık kimin kalenin
kapısını içeriden açtığı da aRlaşılamaz, bilinemez hale gelir.
Oysa hala açılmamış muhkem kapılan bulunan kaleler varsa
bu dünyada, o kalelerin halkı müteyakkız olmalı, dışandan
saldıran düşmanlann hesabını yaptığı kadar, kalenin kapısı­
nı içeriden açabilecek olan gafi1 süretindeki hainler karşısın­
da da tedbiratı elden bırakmamalı. Çünkü mahremiyetlere el
uzatılıp canlar ziyan olduğunda, kale içindeki nizam u inti­
zam bozulup kale halkı perişan bir halde başının çaresine
bakmaya çalıştığında, muharebeler kaybedilip hürriyetler
yok olduğunda, mukaddes değerler ayaklar altına alındığın­
da, canlara tecavüz edilip direnenler itlM edildiğinde, kısaca
kale direğine düşman bayrağı asılıp bütün değerler tek tek
GERIDE BIR TEK KADıNLAR KALMıŞTI ' 11

çiğnendiğinde ihaneti teşhis etmenin, gafletin mal oldugu


neticelerden pişman olup dövünmenin kimseye bir yaran ol­
maz, olmamıştır da zaten.
Düşmanın zaferi hep zahirdedir, zahire göredir. Mağlup­
lann yüreklerindeki ümidin ateşi sönmedikçe, harbin kendi­
sini harbin neticesinden ziyade önemsemeyi sürdürdükçe,
eyyamullahın rüzgannın kale burçlannı yıktığı kadar kale
halkının korkmuş kalplerine ümit de aşılayabildiğini unut­
madıkça, yenilginin geçİcİ, muharebenin daİm oldugu hiçbir
suretle akıllardan çıkan1madıkça, zahirdeki mağlubiyetler
korkaklan korkutur, belki hainleri cüretlendiriri lakin düş­
manlann dünya hayatının sadece zahirini bildiğini bilenlerin
zahire aldanmalannın müsebbibi olamaz.

yerlilerin çıgıığı

Kale dışında ve düşmanın kışkırttığ ı münadilerin sözleri­


nin kale halkına ne tesiri olabilir? Kim bu hakaretlere aldınr,
kim yalanlara, iftiralara, sövüp saymalara bir değer atfeder
de boş yere tehevvüre kapılır?
Düşmandan geleni, düşmandan geldiği bilindikçe göğüs­
Ieyemez mi cesur yürekler? Karşı koyamaz mı namerdin na­
mertliklerine aksakallı bilgeler!? KadınlanmlZın mı, çocukla­
nmızın mı itibar edeceği umulur mancınıkla kale içine düşen
iftira ateşlerine? YaşWanmlZ la havle ile destek vermez mi
sanılır burçlardaki yiğitlere? Kadınlanmız mı çekinecek o kı­
nalı ellerini kanatmaktan, yaralı yiğitlerin yaralannı sarmak­
tan?
Niçin endişe duya1ım ki? Çocuklanmız dahi oyun oyna­
mayı bırakmışlar, bir yandan yaşlı gözlerle türkü söylüyor­
lar, bir yandan babalannın sadaklanna ok yetiştirmeye çalı­
şıyorlar.
.
18 PHILO-SOPHIA-LOREN

lsmet-i mahremiyet için değmez mi zannediliyor bunca


çabaya?! Vücı1diyetimizin, hayatımızın, hayatiyetimizin an­
lamı olan bir kaleyi müdafaa etmek uğruna bedel ödemeyi
daha en başta göze alanlar bizler değil miyiz? Evet bizler de­
ğil miyiz, Yemen türkülerini söyleyerek çocuklannı büyüten­
ler? Tuna boylarında yavrulannı kaybedenler?!!
Ayancıkta aynalanmızı parlatırken kaldınp atmadık mı
başlanmızı kendi kazdığımız çukurlara? Nur dağına çıktığı­
mızda kendimiz ayırmadık mı başlanmlZı gövdelerimizden?
Öyleyse nasıl kuşku duyarlar, varolmak için varltğından
vazgeçenlerin sadakatinden? Nasıl inanmazlar, varltğımız­
dan vazgeçtikçe, vazgeçebildikçe varolabildigimizden?
Bizler ki hiç ihanet etmedik toprağımıza. Yüzlerimizde bo­
yalar savaşırken bile ateşin etrafında incitmedik o toprak al­
tında topraga kanşanlan. Gaflet esintilerinin başımızı dön­
dürmemesi için içtik o aşk şarabını ve uyumadık asla hiçbi­
rimiz. Savaş boyalan silinmesin diye yüzlerimizden yüzleri­
mizi seher esintileriyle yıkadık. Diri kalalım, dingin kalalım,
hep bir arada kalaltm diye çadırlanmıza ugramadık, at1anml­
zın sırtından inmedik, sadaklanmızı çıkarmadık.
Bizler kl savaşa Hızır'ın huzurunda hazırlanmadık mı?
Boyalanmızı yüzlerimize onun yardımıyla sürmedik mi? El
almadık mı, elini öpmedik mi ell ere giderken? Öyle ya, yari­
mizi O'na emanet etmedik mi yar kenarlannda? Çıkmadık mı
düşmanın karşısına yol başlannda? Esmedik mi rüzgar gibi,
yel gibi, cehennem gibi düşman üzerine dağlann tepelerin­
den? Döndük mü hiç sırtımızı düşmana, gizlendik mi hiç süt­
relerin arkasında, attık mı sattık mı kardaşlanmızı, kanndaş­
!anmııı?
O halde şimdi niçin aghyor kadınlanmız, çocuklanmız?
Neden suskun ve mahzun dedelerimiz? Niçin kızgın ve öfke-
GERIDE BIR TEK KADıNLAR KALMıŞTI' 19

li bakışlarla süzerler genç savaşçılan da bakınazlar yiizleri­


ne?
Duyduk ki yere çalmış yaşmaklanm ninelerimiz ve dahi
haklannı heıaı etmeyeceklermiş tepelerde yaşlı gözlerle yar
yolunu gözleyen kızlanna. Toprak da susmuş, yağmur da.
Ülkemiz susmuş, düşmanlanmız gülmüş.

yerliIere çığlık
Bir dağın yalçın tepelerinden gökyüzüne doğru kesif bir
duman yükselmeye başladığında, rüzgar dumanlan yamna
alarak yavaş yavaş esmeye, bulutlar ise duman parçalanm
kucaklayarak ötelere taşımaya başladı. Bu sırada beyazlann
eline esir düşmüş ve elleri arkalanndan bağlanmış savaşçılar
arasında bir kıpırdanma meydana geldi, uğultular yükseldi.
Hepsi de gözlerini gökyüzüne çevirmişti; derken duman par­
çalanm alelacele izleyen bir savaşçının ağzından şu sözcük­
ler döküldü:
- Anlamadınız mı hala niçin yenildiniz düşmanlannlZa?!
Hainler çıktı içinizden. Düşmanlan sevindirir sözler mmldan­
dılar ve böylece sıdkı terk, ihaneti tercih ettiler. Daha önce
erkekleriniz savaşırken onlan sinsice arkalanndan hançerle­
mişlerdi; geride savaşan bir tek kadınlannız kalmıştı, onlan
da şimdi alenen kendi elleriyle düşmana teslim ediyorlar.
Kadınlar savaş sırasında geride kalmayı istemedikleri için
geride savaşan bir tek kadınlar kalmıştı. VE en nihayet geri­
de kala kala savaşan bir tek kadınlar kalmıştı.
erkekler çok komik

Türkiye siyasetin iplerinin alabildiğine gerildiği bir dö­


nemden geçiyor. !'ielerin olup bittiği konusunda ne halkın,
ne de halkın temsilcİsi olduğunu düşünenlerin zihninde
muhkem bir tasavvur mevcut değil. Herkes bir şeyler söylü­
yori daha doğrusu bir şeyler söylüyormuş gibi yapıyor ve fa­
kat esasen hiçbir şey söylerriiyor. Bu karmaşıklığı, bir biçim­
de açık kılmak lazım geldiğini düşündüm ve bunun üzerine
ben de herkesin aksine, bir şeyler söylemiyormuş gibi yapıp
bir şeyler söylemeye karar verdim. İşte size Averchenko'nun
dilinden irtica'nın postmodernİst bir yorumu:
Gülümseyerek "Erkekler çok komik" dedi. Bunun kaba­
hat mi, yoksa övme mi belirttiğini anlamadığım için, "Ger­
çekten doğru" diye cevap verdim.
- Kocam tam bir Othello! Bazen onunla evlendiğime
üzülüyorum.

ERKEKLER ÇOK KOMIK 21

Anlamayarak bakttm. "Açıklamandan..." diye söze baş­


layacak oldum. "Haa, senin duymadığını unutmuştum" diye
sözüne devam etti:
- Üç hafta kadar önce kocamla alandan geçip eve yürü­
yordum. Bana çok yakışan siyah bir şapkam vardı ve yürü­
mekten yanaklanm pembeleşmişti. Bir ışığın altından geçer­
ken, esmer bir adam bana baktı ve aniden kocamı kolundan
tuttu. "Ateşinizi verebilir misiniz?" dedi. Alexander kolunu
çekti, egildi ve şimşek gibi bir hızla yerden aldığı tuğla ile
adamın kafasına vurdu. Adam yere yığıldı. Korkunç bir şey!
- Kocanı ansızın ne gibi bir şey öyle kıskanç yaptt?
Omuzlarını silkti. "Söyledim ya, erkekler komik...
"Hoşçakal" deyip çıkttm, köşede kocasıyla karşılaşttm.
"Merhaba" dedim; "ınsanlann kafalarını kırrnaya başladığını
duydum."
Gülmeye başladı.
- Anlaşıldı, kanınla konuştun. Çok şanslıydım. O tuğla
hemen elime geldi. Yoksa bir düşün: Cebimde binbeşyüz rub­
le vardı ve kanm elmas küpelerini takmıştt.
- Seni soymak istediğini mi zannettin?
- Karanlık bir köşede adamın biri sana yanaşıyor. Daha
ne beklersin?
Şaşkın şaşkın ondan aynIdım ve yürümeye devam ettim.
"Sana bugün yetişrnek imkansız" diye bir ses duyup döndüm
bakttm ve üç haftadır görmediğim bir arkadaşımı gördüm:
- Aman Tannm! Senin başına ne geldi?
Hafifçe güıümsedi.
- Birtakım delilerin başıboş dolaştığından haberin var
mı? Üç hafta önce biri bana saldırdı. Hastahaneden bugün
çıktım.
Ani bir ilgiyle sordum:
.
22 PHILO-SOPHIA-LOREN

- Üç hafta önce mi? Alanda mı duruyordun?


- Evet. Çok saçma bir şey. Alanda oturuyordum, canım
çok sigara içmek istiyordu. Kibrit yok. On dakika filan sonra
bir bey, yanında yaşlı bir kadınla sigara içerek geçiyordu. Ya­
nına gittim, koluna dokundum ve en kibar tavnmla, 'Ateşi­
nizi verebilir misiniz?' diye sordum. Sonra ne oldu düşünebi­
liyor musun? Deli yere eğildi, bir şeyi kaptı, bir dakika son­
ra ben kafam kanar halde, kendimden geçmiş, yerde yatıyor­
dum. Herhalde gazetede okudun?
Ona baktım ve içtenlikle sordum:
- Gerçekten bir deliyle karşılaştığına inanıyor musun?
-Eminim.
Bir saat sonra kent gazetesinin es� sayılanm merakla
kanştınyordum. En sonunda aradığımı buldum, kaza sütu­
nunda kısa bir not:
Içkinin Etkisi Altında

Dün sabah, alanın bekçileri, bir bankın üzerinde kimli­


ginden iyi bir aileden oldugu anlaşılan bir genç adam
bulmuştur. Aşın içkili olmanın sonucunda. yere düşüp
kafasını yakınındaki tugIaya wrarak yaraladıgına ina­
nılmaktadır. Haşan gencin ana-babasının üzüntüsü de­
rin olmalı.
philo-sophia-Ioren

Bir cumartesi günü Ankara' da -oldukça uzun bir aradan


sonra- Ankara sahillerinin o haşan çocuklanyla buluştuk,
konuştuk, tartıştık, söyleştik.
Bir düştü yorduğumuz, yonıınladığımız. 3-4 saat boyun­
ca yordum ve yonıldum, yorduk ve yonılduk.
BİZim haşarılann sahilleri terkettiklerini düşünmekle ya­
nılmışım. Hala oradatarınış. Orada bekliyorlarmış, ateşin
sönmemesi için hala çabalıyorlarmış. Aralannda üşüyenler
var, donanlar var, ölenler var. Fakat sönenler yok! Yormayı
ve yonılmayı hala umuyorlar, umursuyorlar. Hala hayra yo­
nıyorlar.
Evet, gözleri hala pırıl pınl, bakışlan hala iddialı, sesleri
hala mütehakkim. Okumayı sürdürüyorlar, tartışmaktan ka­
çınmıyorlar, reddetmekten çekinmiyorlar. "ıslam gelecek
dertler bitecek" demeye cesaretleri kalmamıştı sadece. Bu
yüzden olmalı ki yonım'un istikameti dışanya dogru değil,

24 PHILO-SOPHIA-LOREN

hep içeriye doğruydu. Ne yazık ki karşılanndaydım. Keşke


aralannda olsaydım, olabi1seydim.
İçlerinden biri, "Bize yardımcı olabilir misiniz?" diye sor­
du. "Kimse kimseye yardımcı olamaz" diye cevap verdim:
Hani biri, "adam olacak çocuk adam olur" demiş de digeri
"doğru ama vesile olmak lazım" diye ilave etmiş ya.
"Tamam işte" dediler;"Siz de o zaman vesile olun!"
''
Çaresiz, ilk yargıdan yana çıkıp, iyi niyetli o ilavenin sa­
dece iyi niyetten ibaret oldugur.u belirtmek zorunda kaldım.
Şiir okuyorlarmış. Şiir yazıyorlarmış. Şiir yazmak için acı­
lanmak, acıya bulanmak yeterli degildi oysa. Yalnızla�ak,
yalnızlanmak da gerekiyordu. Çünkü "Ştir yalnız'ca yürü­
yenıerin işidir" denmişti yalnızca.
Köşede öylece bizi izleyen biri yanıma yaklaşıp "Inziva­
dan ne zaman çıkacaksınız?" diye sorunca, kendisine"ttikaf
degil benimki, tamıtamına itizaf' diye fısıldadım: "Bu neden­
le iflalı olmaz bir durum bu!"
Salonda kız ögrenciler' çogunluktaydı; kız sözcügü kıt
sözcügünden dönüşmüş olmasına rağmen. Sual sorma hak­
kımı kullandım:
- Ev kadını mı, iş kadını mı olmak istiyorsunuz?
Cevap vermekte tereddüt ettiler. Ben de hemen kipi degiş­
tirdim:
- Kızlanmız daha çok ev kadını mı, iş kadını mı olmayı
istiyorlar?
Hepsi birden şu cevabı verdi: "Elbette iş kadını olmayı is­
tiyorlar!"
Bu arada Nietzsche'nin .....Akademisyenlige egilimleri
olan kadının genellikle cinselliginde bozuk bir şey vardır; do­
gurgan olmayış kendini belli bir erkeksi begeniyle ortaya ko­
yar" şeklindeki cüretkar yargısının İşkadınhğını kapsayıp
PHILO-SOPHIA-LOREN . 25

kapsamadığı meselesi gürültüye gidiverdi. Bir daha da geri


gelmedi.
"Anneleri gibi olmayı istemedikleri içirı işkadını olmayı
tercih ediyor olmasınlar?" diyerek suaJ. sormayı sürdürünce,
hiç düşünmeksizirı evet diye karşılık verdi gözleri; dillerinden
ise belirli belirsiz bir herhalde sözcüğü çıkıverdi.
- Kızlanmız anneleri gibi olmayı niçirı istemezler ki?
Bu soru (n) hakkında kimse konuşmaya istekli olmadı.
Salondakilere, bir vesileyle, Tanrı'nın varlığından hiç kuşku­
lanıp kuşkulanmacİıklarını sorqum; susacak (!) cevap verdi­
ler. Dünyanın döndüğünden hiç kuşkulanmış olup olmadık­
lannı sorunca, bu sefer hayır demekten çekinmediler.
İmanın mahiyeti değişmişti. Kuşku metafizik alanda güç­
lenmiş, fizik alanında yokolmuştu anlaşılan.
- Peki annelerinize, arıneannelerinize Tann'nın varlığın­
dan hiç kuşkulanıp kuşkulanmadıklarını sorsak ne cevap ve­
rirler sizce?
Müsbet bir cevabın, annelerimiz ve anneannelerimiz içirı
mümkün olamayacağı hususunda ittifak vardı. Hatta biri
"Bizi sopayla kovalarlar" deyince bütün salon bastı kahka­
hayı.
- Dünyanın döndüğünden ya da gavurlann aya çıktık­
lanndan kuşkulanıp kuşkulanmadıklannı sorsanız onlara?
Cevap kesindi. Annelerimiz, anneannelerimiz muhakkak
kuşkulandıklannı söyleyeceklerdi.
Hal böyleyken, klZlanmız niçin anneleri gibi olmayı iste­
miyorlardı acaba?
Salona sessizlik çökmüştü: zira herkes yorulmuştu.
Hepimiz bir düştük artık; philo-sophia-Ioren haline gelen
bir düş!
böyle düşünebilmek için kadın olmalı

I. Dünya Harbi kaybedilmiş, koca imparatorluk küçül­


müş... küçülmüş... Anadolu yanmadasına sıkışılıp kalınınış.
,

Memleket alevler içinde. Kimse ne olacağını bilmiyor, bilemi-


yor. Bu arada tttihatçı liderler bir Alman gemisine binip 1s­
tanbul'u terkediyorlar.
Savaşın kumandanı Harbiye Nazın Enver Paşa ayrılma­
dan hemen önce Teşkilat-ı Mahsusa'nın şefi Hüsamettin Er­
türk'ü huzuruna çağınp gizlice şu taliman veriyor:

Biz yakında memleketi terkediyoruz. Çünkü Mütare­


ke'nin Osmanlı Devleti'nden herşeyden ewel bizi iste­
yecegi muhakkaknr. Yalnız onlar teşkilanmlZı, adamla­
nmızı ve hepsinin üstünde ideallerimizi alamayacaklar­
dır. Biz işte bununla teselli buluyoruz. Teşkilat-ı Mahsu­
sa'yı resmen Iagvedeceksiniz, fakat hakikatte bu teşki­
liit asla ortadan kalkmayacaktır. Bu, galip devletlere
karşı böyle olacaktır. Teşkilat-ı Mahsusa'nın bundan
BÖYLE DÜŞÜNEBILMEK ıÇIN KADıN OLMALı· 27

sonraki ismi Umum A1em-i IsJam Ihtilal Teşkiliitı olacak­


m. Muhabereleriniz hep bu titr üzerine cereyan edecek­
tir. Siz Türkiye'de bu teşkilatın Istanbul Reisisiniz. Onu
kuran benim, sizi seçen benim! Yakında bu teşkilatın
heyet-i merkeziyesi Berlin'de toplanacaktır.

Hüsamettin Bey Enver Paşa'nın gidişini şu romantik ifa­


delerle resmetmekten kendisini alamaz:
O dÜgiİne giden delikanlı bir güvey gıbi, o cenge koşan
bir erkek gibi bu büyük yolculuga çıkıyor; çok sevdigi
Kuruçeşme'deki yalısını, ona her zaman iyi bir arkadaş
olmuş sadık zeveesi Naciye Sultanı, güzel Bogazı, sev­
gili Istanbulu, şan ve şerefi, huzur ve rahatı, servet ve
ihtişamı bırakarak, belki de aç kalacagt, belki sfuünece­
gi meçhul iklimIere, yeni memleketlere yepyeni davala­
n tahakkuk ettinnek için gidiyordu.

Böylece Enver Paşa ardında sadece zevcesini, yalısını ve


Boğazı değil, alevler içinde yanan imparatorluk topraklannı
da bırakıp Berlin'e gider. ışgal kuvvetleri önce ıstanbul'u iş­
gal ederler, sonra Enver Paşa'nın yalısını. Eşine bir mektup
yazan Paşa, Naciye Sultan'den Berlin'e gelmesini ister. Mek­
tuplar birbirini kovalar. Fakat o devrin şartlannda İstan­
bul'dan ç-ıkmak hiç de kolay değildir. (Bu mektuplann bir
kısmı yayımlanmıştır: Enver Paşa 'mn Özel Mektup/an, An­
kara, 1 997)
Naciye Sultan annesinin yanına, Feriye Sarayı'na taşınır.
Orada da rahat edemez; zira sürekli izlenmekte, Paşa'nın ne­
rede olduğunu öğrenmek isteyen casuslar sürekli kendisini
rahatsız etmektedir. Zaten sıhhati yerinde olmayan Sultan,
1 9 1 9 senesinin sonlanna doğru, işgal kuvvetlerinin doktor-

• H. Ertürk, iki Devrin Perde Arkası, s. 165-169, Istanbul, 1996


28 . PHILO-SOPHIA-LOREN

lanna memleket dışında tedavi olmak isteğiyle müracaatta


bulunur. Fakat kendisine izin verilmez.
"İşgal kuwetleri arasında en dürüst ve en terbiyeli olarak
hareket edenler ıtalyanlardı" diyen Naciye Sultan, Çürüksu­
lu Mahmut Paşa'nın kızı Meziyet Hanım'ın aracılığıyla İtal­
yan İşgal KuwetIeri Komutanı Kont Caprini'den yardım İS­
ter. Yardım istekleri kabul edilmiş ve Kont, Naciye Sultan ile
çocuklannı yurtdışına kaçırma görevini Mimar Denari'ye ha­
vale etmiştir.
Hemen bir plan hazırlanır: Çocuklar, Denari'nin çocukla­
n olarak çıkanlacak, Naciye Sultan da onlann dadlSı sıfatıy­
la gemiye binecekti. Plan başanyla uygulanır. Sultan'a bir
İtalyan pasaportu verilir; sonra bir gün hep birlikte gemiye
binerler. Gemide ıtalyan kuryesinin kamarasına kilitlenirler
ve Çanakkale geçilinceye kadar oradan çıkanlmazlar. En ni­
hayet Roma'ya, oradan da Berlin'e vanrlar.
,

Kaçış hikayesi kısaca bu kadar. Fakat bu serüvenin o


denli ilginç bir aynntısı var ki sizlere onu aktarmadan geçe­
meyeceğim·
Gelin şimdi dikkatlice Naciye Sultan'ı dinleyeIim:

Denari'nin evi Saint Antuan Kilisesi civanndaydı. Oraya


gittim. Vapura binmeden evvel dadı kıyafetine ginnem
lazımdı. Ömrümde ilk defa olarak başımı açacak ve 50-
kaga şapka ile çıkacaktım. Denari'nin eşi bana bir şap­
kasını ve bir yagmurlugtınu verdi.

Kadınlar ne şart altında olurlarsa olsunlar hiçbir zaman


kadınlıklanndan vazgeçmezler. Ben de vaziyetin bütün
tehlikesine ragmen o aralık şapkanın yüzüme yakışma­
dıgını gördüm ve bundan dolayı üzüldüm. Dadı kılıgmı
kendime bir türlü yakışnramıyordum. Bir berber çagır­
malannı ve saçlanını şapkaya uygun şekilde taratmak
BOYLE DÜŞÜNESILMEK ıÇIN KADıN OLMALı' 29

istedigimi söyleyince, orada bulunan bir arkadaşım,


'Bunu bu anda düşünmek ve yapabilmek için ancak ka­
dın olmalı!' diye bana çıkıştı ve sogukkanlılı�ma şaştı.
Fakat ben herşeye ragıtıen ısrar ederek süslenmek, hele
ilk defa giyec. şapkanın yakışmasını istiyordum.

Gerçekten de o hengamede ancak bir kadın böyle düşü­


nebilir ve böyle davranabilirdi. Nitekim Naciye Sultan da
"Kadınlar ne şart altında olurlarsa olsunlar hiçbir zaman ka­
dınhklanndan vazgeçmezler" derken, bu gerçeğin altını çiz­
miyor mu?
Bazılan, Naciye Sultan'ın refleksini salt kadınlıkla ilgili
görmeyip bunu saraylılıkla ya da ne bileyim burjuva veya
şehir kadınlannın ahlakıyla (alışkanlıklanyla) filan izah et­
meyi deneyebilirler. Şahsen, bu denemede bulunacaklara,
başöıti:isü yasağının mağdurelerinin tepkilerini ortaya koy­
ma tarzlanndan işe başlamalannı tavsiye ederim. Bir düşü­
nün bakalım, tepkinin kendisi kadınca iken, tarzı niçin er­
kekçe?

• Enver Paşa'nın Eşi Naciye Sultan'ın Hatıralan: Acı Zamanlar, s. 54, Is­
tanbul, tsz.
ahunun ahı

Eger yolunuz birgün bir üniversiteye düşerse, saçlannı


taramayı becerememiş bir kızla karşılaşırsanlZ, konu­
şurken saçlannı savurmuyorsa, sıkı sıkıya tokamrta ya­
pıştırmışsa saçlannı, uyumsuz kıyafetler varsa üzerinde,
yakıştıramamışsa giydiklerini, güzeUiğinden utanıyorsa
mesela, yaz sıcagtnda bogazh bir kazak giymişse, bir
pardôsü giyip yün bir başlık takmışsa kafasına ya da
modası geçmiş bir şapka takıyorsa, eUerini sürekli başı­
na götürüyorsa, saçlannı tıkıştınyorsa şapkasından içe­
ri, ürkekse, bir başınaysa, bilin ki o kız başörtülü bir kız­
dır. Bilin ki bir kez daha kaybetmişizdir.

Bu satırlan nerede görüp de kaydettiğimi doğrusu hatırla­


mıyorum. Sanıyorum yazan bir erkek öğrenciydi.
Kimin, nerede yazdığı esasen pek önemli değiL. Çünkü o
denli sahici ki. O denli içten ki. Hepsinden önemlisi o kadar
hakikat ki. Hicran dolu, acı dolu, inkisar dolu satırlar bun-
.
AHUNUN AHI 31

lar. Muhakkak ki duyan ve duyurrnayı bilen bir gönlün ücü­


nü.
Kişinin okuma hakkının elinden alınması, sözgelimi bir­
kaç yıl kaybetmesi, vizelere, sınavlara girernemesİ, mezun
olarnaması gibi meseleler nedense önem atfettigim konular
arasında yer almadı hiç. tnsan hayatında birkaç yılın kaybe­
dilmesini de önemsedigimi söyleyernem. Umursamazlığım­
dan, bahaneciligimden değil elbette. Bilakis ne istedigini bi­
len, haysiyeti pahasına istikbal sevdasında olmayan akıUı bir
kimsenin, her hal ü karda bu seneleri telafi edebileceğine
inandığımdan. İnsan hayatında daha kötü imtihanlann bu­
lunduğunu, bulunabileceğini şahsen teccübe ettiğimden.
Inançlar uğruna katlanılmak zorunda kalınan acıIann insanı
zayıflatmayıp güçlendirdiğini defalarca gördüğümden.
Dikkat edilirse, yukandaki satırlar şöyle bitiyor: Bilin ki
bir kez daha kaybetmişİZdir.
Itiraz etmeyecegim; evet bir kez daha kaybetmişizdİr. Fa­
kat eklemeden de edemeyeceğim: iyi ki kaybetmişizdir. Çün­
kü kaybetmeyi önemsememeliyiz; bilakis niçin kaybettiğimi­
ze ve nasıl kaybettiğimize bakmalıyız.
Ya kazansaydık? Ya ne pahasına olursa olsun kazansay­
dık? O halde kazanmayı da önemsememeliyizi bilakis niçin
kazandığımıza ve nasıl kazandığımıza bakmalıyız.
Bİr mukayese yapılabilmesi için Halide Edib Adıvar'ın
Türk'ün Ateşle Imtİhanı adlı Kurtuluş Savaşı yıllanndan söz
ettiği hatıratından sadeleştirilmiş bir pasaj aktaracağım. Sa­
dece mukayesenin şiddetini artırmak, muhtemel felaketlerin
neler olabileceği konusunda düşülebHecek çukurlan göster­
mek amacıyla degil, aksine, Efendimiz'in (s.a) bir hadis-i şe­
afıni hatırlatmak maksadıyla bu anektodu huzurunuza geti­
receğim:
.
32 PHlLO-SOPHIA-LOREN

Kadınlann memleket meselelerinde erkeklerden daha


duygulu olduklanna inandım. Hepsi birden tehlikeyi an­
lamışlardı. Çünkü onlar, siyasal nedenleri anlamasalar
bile, yurtlanrun tehlikeye girmesine karşı ruhen isyan
ediyorlardı. Beyoğlu taraflanndaki yüksek sosyete ka­
dınlan, ltiliifkuvvetlerinin (işgalcilerin) bu hareketlerine
karşı halk arasında uyanan öfkeyi ıtilaf subaylannı ça­
gırarak onlara anlatmaya çalışıyorlardı. Danslı partiler
veriliyor ve ttiliif ordulannın subaylan elde edilmek iste­
niyordu. Belki bu subaylann üzerinde bir etki yapmış­
lardı. Bunun görünürdeki neticesi birkaç evlenmeyle
son buldu. (s. 16-17)

Bu satırlar bir kadın yazara ait. "Kadınlann memleket


meselelerinde erkeklerden daha duygulu olduklanna inanan"
bir kadına. Sebebi de şu: "Kadınlar siyasal nedenleri anlama­
salar bile, yurtlannın tehlikeye girmesine karşı ruhen isyan
ediyorlar" imiş.
Buraya kadar bir sorun yok! Memleket işgal altında ve
kadınlar bu işgale isyan ediyorlar. Peki bu kadınlann bir kıs­
mı isyanlannı nasıl gösteriyorlar, ne yapıyorlarmış? Düşman
ordusunun subaylannı çağırarak onlara halkın duyduğu öf­
keyi anlatmaya çalışıyorlar, dansh partiler verip düşman or­
dulannın subaylannı ikna etmek, bir manada davayı kazan­
mak için uğraşıyorlarınış.
Sonuç ne olmuş? Sonuç itibariyle bu subaylann üzerinde
bir dereceye kadar etkili olmayı da başarmışlar.
Peki bu başannın alameti neymiş? Halide Edib'in cevabı
pek de umulmadık surette: "Bunun görünürdeki neticesi bir­
kaç evlenmeyle son buldu."
Bu da bir mücadele türü. Mukaddes bir davayı kazanmak
için hiç de muk-addes addedilemeyecek bir mücadele türü
hem de.
.
AHUNUN AHI 33

"Kazanmayı degil, bilakis niçin kazandığımızı ve nasıl


kazandığımızı önemsememiz gerekir" derken kastettiğim de
işte böyle bir şeydi.
Kaybetmeyi niçin umursayaIım o halde?
Belki ürkek, belki bir başına tıpkı bir ahu gibi. Evet belki
bir ahu gibi ürkek ve bir başına, bir rum kadar güzel, bir ahu
kadar asil ve ancak bir ahu kadar yaralı.
"Bilin ki bir kez daha kaybetmişizdir" diye bitmemeli o
halde sözümüz; bilakis ardından bir başına kayıp gittiğimiz,
bir başına kaybolup gittigimiz, bir başına kaybedip gittiğimiz
için ağıtlar yakmaIıyız geride bıraktıklanmıza.
Uzun söze ne hacet, dilde sermaye bir ah kaldı.
erkekler, ah onlar -insan değiller

Hafif yagmurlu, kasvetli bir ilkbahar günü Milena, ar­

kadaşı Fredy Mayer'le Prag'ın tam göbegindeki ufak, ka­


ranlık bir meyhanede oturuyordu. Melankoli içindeydi ve
geçmişten, özellikle de hayatına girmiş erkeklerden söz
ediyordu:

- Herşey çok güzeldi, çok ilginçti. Heyecanlıydı ama


bugün artık hepsinin yanlış oldugunu biliyorum. Dogru
erkek hiçbir zaman gelmedi. Genelde gereginden fazla
gevezeUk ve nevrasteni, fazlasıyla yaşamdan yabancı­
laşma vardı.'Birçogu yaşamdan öylesine korkmaktaydı
ki her seferinde cesaret verme görevi bana düşüyordu.
Aslında tam tersi olmalıydı.

Milena özlemini duytluğu şeyi letafete boğmaktan çekin­


meden şöyle devam eder:
ERKEKLER. AH ONLAR INSAN DEGILLER' 35

- Özlemini en çok duydugtım şey, bir sürü çocuk do­


gtınnaktı; inek sagmak. kaz beslemek istemiştirn ve be­
ni arasıra döven bir de koca. Derinlerimde ben aslında
gerçek bir Çek çiftçi kızıyım. Entellekmellik denilen o
şey bende talihsiz bir rastlantı yalnızca.

- Ama Milena. bunu nasıl söyleyebilirsin?

Milena bir kahkaha atıp açıkladı:

- Herşeyin tam söyled�im gibi olmadıgını biliyorum.


ama işte bazen öyle oldugıına kendimi inandırmaya ça­
lışıyorum.

(...) Gece geç vakit evine döndüğünde Milena evinin


kapısında bir demet çiçek buldu. üstüne iliştirilmiş kart­
ta şöyle bir yazı vardı: Muzsky - to nejsou /idi! (Erkek­
ler - insan degillerl)

Milena Jesenska (1896-1944), Franz Katka'nın (öl.


1924) hayatındaki en önemli kadın. Denebilirse şayet tek te­
sellisi. "Ya bu dünya minicik ya Cİa. biz dev gibiyiz, her ney­
se, bizim onu tümüyle doldurduğumuz kesin..... sözleriyle
hitap ettiği biricik sevgili.
Milena bir Katka mütercimiydi. Tanışmalan da bu vesi­
leyle olmuştu zaten. uDoğm erkek hiçbir zaman gelmedi" sö­
ZÜ, işte bu nedenle Katka'yı da içine alıyor. İşin garibi Mile­
na, doğm erkeğin gelmesini bekleyecek türden bir kadın ol­
madı, olamadı. O hiçbir zaman doğruluk ile gerçeklik, sada­
kat ile şefkat arasında yalpalamaktan kurtulamadı. İtiraf et­
meli ki trajedisi herşeye rağmen kahramancaydı.
Son zamanlann hayhuyundan fırsat buldukça araya sı­
kfştırdıgım kitaplardan iki tanesi Milena hakkındaydı.
ııki yukandaki alıntının kaynagın olan ve Sıdıka Orhon
.
tarafından çevrilen Margarete Buber-Neumann'ın Mi/ena (ls-

36 PHIlO-SOPHIA-lOREN

tanbul, 1991) adlı biyografisİ. Bu kitap, Katka'nın Milena'ya


yazdıgt mekttıplar okunmadan önce okunmalı. Çünkü yazan
Katka ve fakat yazdıran Milena.
tkincisiyse Katka'nın Milena'ya yazdıgt mekttıplar. Mek­
ttıplannın önemli bir kısmını içeren Briefe an MiJena Adalet
Cimcoz tarafından Sevgili Milena! adıyla Türkçe'ye çevrilerek
1961'de yayımlanmış, daha sonra bu çevirinin yeni baskıla­
n da yapılmıştı. Ben son baskısından okuyabildim.
Üçüncü kitap ise Katka'nın Baba'ya Mektup adlı eseri ol­
du. Katka'nın babasıyla ilgili sorunlannın onun ha'yatını ne
kadar derinden etkilediği bilinir. Bu çatışma en açık biçimde
Katka'nın babasına hitaben yazdıgt ama asla kendisine gön­
dermediği bu mekttıpta bütün aynntılanyla resmedilir. Tek
kelimeyle dehşet vericidir. Üstelik bu dehşet o kadar yalın, o
kadar kesin ve ince yargılarla resmedilmiştir ki okurun anla­
tılanlann gerçekliğinden kuşkulanmaması imkanşız gibidir.
Uikin dehşet yine de anlatılanın değil, üslubun tevIid ettiği
bir sonuç.
Milena'yla Katka arasındaki yakınlıgtn nedenlerinden bi­
ri de burada aranabilir; zira o da babasıyla arasında -sebep­
leri farklı da olsa- büyük bir çatışma yaşıyordu. Ne yazık ki
buradaki talihsizlik, Milenatnın Katka'ya mekttıplannın elde
olmayışı!
Bir kız çocuğunun ya da bir kadının babasıyla çatışması,
bir erkek çocuğunun babasıyla çatışmasından daha farklı.
Erkek babasıyla çatıştıgında, tabiatıyla erkekleri suçlayamı­
yor, sadece babayı, hiç değilse kendi babasını suçlamak zo­
runda kalıyor. Fakat bir kadının bu çatışmayı kolaylıkla
"karşıt cinsler çatışması"na dönüştürmesi ne de kolay! Baba­
ya dair şikayetler -siz bir de buna kocadan şikayetlerin ek­
lendiğini düşünün- bir anda erkek cinsine dair şikayetlere
ERKEKLER. AH ONLAR INSAN DEGILLER' 37

dönüşebiliyar. VE böylelikle "Erkekler. ah onlar insan degil­


lerı" sözü haklılık kazanmış oluyor. tabü ki kendisine bir te­
bessüm eşlik ediyorsa.
Söylesenize. bugüne degin hangi tebessüm aklı kışkırta­
bilmiş?
kadın ve felsefe

- Kadınlar felsefe aladında ne denli başanlı olabilirler?


Soru bu şekilde değil de şöyle sorulsaydı, pekala kadınla­
ra haksızlık edilmiş olduğu söylenebilirdi:
- Kadınlar bugüne değin felsefe alanında ne kadar başa­
nh oldular?
"Söylenebilirdi" diyorum; zir� bugüne değin erkek ege­
menliğinin muhtemel bir b�şanya engel teşkil ettiğinin öne
sürülmesi mümkündür. Nitekim bu soru bağlamında Kadın
Filozoflar adıyla Türkçe'ye çevrilen kalınca bir antolojinin
sayfalannı kanştıracak olanlan büyük bir hayal kınklığının
bekliyor olması da işin 'cabası.
Kadın ile felsefe arasına mesafe koymak isteyenlerin bu
mesafeyi biyolojik: bu görüşe karşı çıkanlannsa sosyolojik
nedenlere dayadıklan malum. Nitekim "Akademisyenliğe
eğilimleri olan kadının genellikle cinselliğinde bozuk bir şey
KADıN VE FELSEFE· 39

vardır" derken Nietzsche bu denli keskin ifadelerle dile geti­


rilmiş kadın-karşıtlıgını biyolojik nedenlerle açıklar.
Yakın tarihimiz açısından bakıldıkda ise bu sorun -umu­
miyetle yapıldıgı gibi- çağdaşlık-çağdışılık ekseninde ele
alınmış ve tabiatıyla ucuz bir popülizmin imkanlanndan bol­
ca yararlanılmıştır.
Meraklılan için işte ilginç bir kesit:
Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin kıymetli felsefe
hocalanndan Babanzade Ahmed Naim'in (öL. 1934) kadın
ve felsefe münasebetlerine dair kanaatlerinin pek müsbet 01-
madıgı bilinir. Bu hususta bizzat kendi talebelerinin tanıklık­
lanna başvurmak ilginç olacak: Macit Gökberk (öL. 1993),
Niyazi Berkes (öL. 1988) ve Belkıs Halim (öL. 1998).
Önce Gökberk'e kulak verelim:

Şapka elinde gezer, derste başına siyah takke koyar, en­


fiye çeker, kızlardan nefret ederdi. Beş kişiydik. dördü
kız. Ben bazen geç kalırdim. 'Macit nerdesin, haydi derse
başlayalım!' derdi. Derse başlaması için sınıfta illa erkek
olacaktı, kızlara ders anlatmak agtnna giderdi. (1982)

Şimdi de Berkes'i dinleyelim:

Benim gibi erkek ö�rencilere kızmazdı. Kız ö�encilere


ifrit olurdu. O zaman her ders sonunda hocaya imzala­
tılacak devam kamelerlmiz vardı. Kız ö�enciler kame­
lerini korka korka uzun kürsüsünün kenanna koyup
öteki ucuna koşucular gibi koşarlar, karne yere düşme­
den ele geçirmeye çalışırlardı. Hoca da hemen her defa­
sında 'Burada ne işiniz var? Felsefeden siz ne anlarsı­
nız. Yann evleneceginiz kocalanmza yemek pişirmesini
öğrenin' ö�tünü vermeyi unutmazdı. (1997)

Belkıs Halim'in anlattıklan ise diğerlerinden daha farklı


ve daha hakşinasça:
40 . PHILO-SOPHIA-LOREN

Bizden kimse bir şey beklemediginden dalgamızı geçer,


derslere çalışmazdık. Derslere girmek mecburiyeti vardı
ama çoğumuz bunu ihmal eder girmezdik. Devam kar­
nelerimtz vardı, bunlan e�tim üyelerinin imzalaması la­
zımdı, ama ben Naim Bey'den başka -ki Metafizi� ve­
rirdi- bir e�tim üyesinin bunu imzaladıgıru hatırlamı­
yorum. Babanıade Naim Bey de bana eski, alaturka bir
adam gibi görünüyordu öbür hocalara göre. Tabii ki ar­

tık o zamanlar ceket pantalon giyiyordu fakat bende


yaptıgı tesir sanki üstünde cübbesi vannış gibiydi.
(2000)

Galatasaray mezunu olan Babanzade'nin kız ve erkek


öğrenciler arasında bulunması gerektiğine inandığı mesafe­
nin kadın ile felsefe arasında da bulunması gerektiğine ina­
nıyor olmasının bugün için birçoklannca kabulü güç bir ta­
assub göstergesi olarak algılanacağında kuşku yok. Fakat bir
felsefeci olan Macit GökberR'in hocası Babanıade'yi kınama­
sına rağmen kendisinin bu konuda açıkça kadın-karşıtlığı
yapmış olmasına anlam vermek doğrusu pek o kadar kolay
değiL.
isterseniz şimdi de Oya Baydar'ın Aydınlanmanın ışığın­
da Oç Kuşak Gökberk Ailesini tanıtırken Macit Gökberk'le eşi
zahide Hanım hakkında yazdığı kısa nota bir göz atalım:

1930 yazında iki genç Ankara'da ilk defa karşılaştıkla­


nnda, felsefe e�timi yaptı�na magrur delikanlı, o yıl
Ankara Kız Lisesi'ni bitirmiş olan Zahide kendisinin de
felsefe okumak istedi�i söylediginde, 'Felsefe kadınla­
ra göre de@, siz edebiyat okuyun' demişti. Zahide iddi­
alıydı, tartıştılar. Belki de Macit Gökberk'e inat Zahide
1930-1931 ders yılında Ankara'dan gelip Istanbul Da­
ru\füniinu Felsefe Şubesi'ne yazıldı. (1998)
KADıN VE FELSEFE· 4 1

Bu kısa anektodlar aracılığıyla baştaki çetin suali cevap­


lamaksızın yazının sonuna gelmiş oldum; ve sanınm böyle­
likle sorunun Babanzade gibi gelenekçi bir felsefe hocası ka­
dar Gökberk gibi modemist bir felsefe talebesinden hareketle
de tartışılabileceğine işaret edebildim.
kadın, felsefe ve ölüm

Theodor W. Adomo bir Alman yahudisi. Öyle ki Edmund


Husserl, Ludwig Wittgenstein, Walter Benjamin, Jean-Fran­
çois Lyotard, Jacques Derrida gibi ilk anda akla gelebilecek
dindaşı düşünürler arasında çoktan yerini almış önemli bir fi­
kir adamı. Avrupa Solu'nun tanınmış kalemlerinden. O ünlü
Frankfurt Okulu'nun kurucularından. Kötü de olsa bir beste­
kar. Kötü bir bestekar da olsa iyi bir müzik nazariyatçısı.
Müzik, dil, felsefe, estetik ve toplumbilim, civannda ka­
lem oynattığı temel alanlardan. 23 ciltlik devasa bir külliya­
tın sahibi. Kimilerine göre çağdaş bir düşünce ustası, büyük
bir teorisyen, kimilerine göre bir revizyonist. Kendisi gibi bir
Alman yahudisi olan edebiyat eleştirmeni Walter Benja­
min'in hem talebesi, hem takipçisi, hem eleştirmeni. Diğer
dostlan gibi, B�njamin'in umutsuzluğundan da, trajik ölü­
münden de Max Horkheimer ve Gershom Scholem gibi biraz
da o mu sorumluydu, orası meşkuk; (Bilhassa Benjamin-
KADıN, FELSEFE VE ÖLÜM· 43

Adomo ilişkisi, üzerinde konuşulmaya değer; zira bu ilişki­


nin serencamı da en az ikisinin ölüm biçimi kadar trajiktir,}
Adomo biraz da Avrupa'da sol'un iç çelişkilerini temsil
eden bir isim. ltiban nisbeten azalan, azaldıkça, Frankfurt
Okulu'nun "devrimci pratiği" zayıflattığı suçlamalannı ce­
vaplamak zorunda kalan, hatta son dönem kapitalist toplu­
ma ycmelttiği uzlaşmasız eleştirilerin çoğunun kendisine kar­
şı söylendiğini işiten, en nihayet bu karşılıklı atışmalann
odağına yerleşerek trajik bir ölümle hayata veda eden bir te­
orisyen.
Bir defasında kendisini şöyle savunur:
Teorik modelimi inşa ettigimde, insanlann bu modelimi
molotof kokteylieri ile gerçekleştirmeyi isteyeceklerini
tahmin edemezdim.

Ne var ki bu tür savunmalar muhaliflerinin kızgınlığını


artırmaktan başka bir işe yaramaz ve eleştiriler ilginç bir pro­
testoya dönüşerek Adomo'yu tam da kalbinden vurur.
Isterseniz, hikayeyi Adomo adlı eserin yazan Martin
Jay'in kaleminden okuyalım:
Nisan 1969'da militan bır eylem grubunun üç kadın
üyesi Adomo'nun ders anlattlgı sınıfa girip kürsüye çık­
mış, soyunup gögiislerinl açmış ve ona çiçekler, erotik
okşamalar ve sıkıştırmalarla saldırmıştır. Cesareti kınl­
mış, aşagılanmış bir halde dershaneyi terkeden Ador­
no'nun arkasından ögI"enciler haykınşlar halinde 'Bir
kurum olarak Adomo öldül' diye bagırmışlardır.

( ... ) Frankfurt'tak! üzücü olaydan dört ay sonra, altmış


altıncı yaş gününden bır ay önce, dershanedeki simge­
sel Baba Kadİ (patricide) Adomo'nun kısa bir tatil için
bulundugtı ısviçre'de gerçekleşmiş; kalp krizi geçiren
düşünür burada ölmüştür.
.
44 PHILO-SOPHIA-LOREN

Konu, gerekçe veya muhatap kim ve ne olursa olsun bu­


rada inkan mümkün olmayan yegane durum, protestonun
böylesini anlamakta zihnin ziyadesiyle zorlanacagıdır. Sonuç
ideolojik keskinlik ya da dangalaklık, vb. terimlerle adlandı­
nlamayacak denli trajik değil mi? Hele hele bir zamanların
ünlü deyişiyle "devrimci pratigin" bu görünürde kadınca mı,
erkekçe mi oldugu belli belirsiz tezahürünün hiç değilse Kıta
Felsefesi'nin tarihi bakımından biricikliği tartışma götürür ol­
sa da.
Nedense aklıma Ortaçağ'ın ünlü isimlerinden Abelard ve
tabiatıyla onun daha da trajik olan akibeti geliyor. Gerçekten
onunki de -tıpkı Adomo'nunki gibi- bir mutsuzluk öykü­
sü idi.
Suçun, o suçun işlenmesinden en çok zaran görenlerce
tanımlanması bir haksızlık hiç kuşkusuz ki. Abelard'ın aki­
beti nasıl ki onu cezalandıranlann (erkeklik iktidannı elinden
i
alanlann) his ve düşüncelerini gözden kaçınyorsa, Ador-
no'nun trajik akibetinin de o üç kadın militanın esasta neyi
amaçladıklannı anlamayı engelleyeceğinden hiç şüphem
yok!
Farklı düşündüğünü iddia edenleri nazar-ı itibara alarak
sorayım o halde:
- Sizce o üç kadın militan-niçin böyle bir eyleme ihtiyaç
duymuşlardı ve bu eylemle gerçekte neyi amaçlamışlardı?
Tabü bir de ipucu: Bu soruyu ancak bir kadın doğru dü­
rüst cevaplayabilir.
kadının aritmetiksel analizi

Johannes KepJer adını sanınm pek duymayanımız yoktur .

Kendisi xvıl. yüzyılın ünlü matematikçi ve astronomlann­


dan biriydi. 27 Aralık 1 5 7 1 'de Almanya'nın Weil der Stadt
şehrinde doğan, 1 5 Kasım 1 630'da ise Regensburg'da ölen
bu bilimadamı -tamamlamamış olmakla birlikte- ilahiyat
egitimi almış, ilk kitabı Mysteıium Cosmographicum henüz
26 yaşındayken Tübingen'de basılmıştl. O devirde bitmek
bilmeyen Katolik-Protestan çatışmasından ziyadesiyle etkile­
nen Kepler, 1 600'da Tycho Brahe ile tanışmış, bu ünlü göz­
lemcinin ölümünden sonra da onun halefi olmayı başarmış­
tı. Artık Prag'taki ll. Rudolfun "ımparatorluk Matematikçisi"
oydu. Nitekim o da sorumluluğunun geregini yerine getirip
kralın adıyla anılan tartışmalı Rudolf Cetvellerini Aralık
1 626-Eylül 1 627 tarihlerinde Ulm' da yayımladı.

46 PHlLO-SOPHIA-LOREN

160S'te Mars'ın yörüngesinin oval olduğunu keşfeden


Kepler kendi adıyla andan üç de yasa vaz etmişti. ıık iki ya­
sası şöyleydi:
1) Bütün gezegenler, odaklanndan birinde Güneş'in bu­
lunduğu elips biçimli yörüngeler üzerinde hareket eder.
2) Bir gezegeni Güneş'e bağlayan doğru parçası eşit za­
man aralıklannda eşit alanlar tarar.
XVII. yüzyılın sonlanna doğru lsaac Newton'un çalışma­
lanyla Kepler'in üç yasasının gerekliliği anlaşılmış ve New­
ton Fiziği her ne kadar Kepler'in Gök-Fiziği anlayışından
farklıysa da bu yasalar Newton tarafından Güneş sisteminin
dinamiklerini tanımlamada kullandmıştı.
3 Temmuz 1 6 1 1 'de eşi Barbara ölünce yalnız kalan ve
çocuklanna bakacak bir kadına da ihtiyaç duyan Kepler için
uygun bir aday bulmak bi\YÜk bir sorun halini almıştı. Öyle
ki gezegenler kuramı konusunda yıllarca süren çalışmalannı
"Mars ile mücadele" olarak adlandıran bu bilimadamının zih­
ninde bu sefer adaylardan birini seçmek konusunda benzer
bir mücadele başlamış oldu.
integral hesabının gelişimine büyük katkdarda bulunan
bu büyük zekanın eş arayışını matematiksel bir sorun haline
getirmesi şaşılacak bir durum olmasa gerek. Nitekim Kep­
ler'in eş arayışının eğlenceli hikayesini öğrenmek için bir ar­
kadaşına yazdığı mektubun özetine şöyle bir göz atmak bile
yeterli olacaktır şanınm.

1 Numara kendisinin ve kansının Prag'dan tanıdıgı, ka­


nsının ölmeden önce Kepler'e onu tavsiye ediyormuş iz­
lenimini verdigi bir duldu. [Kepler kadını yıllar sonra çe­
kici bulmadıgı ve nefesi pis koktugu için istemedL] Ka­
dının kızlanndan birinin zaman içerisinde 2 Numara ol­
masıyla işler kanştı ve biraz da yakışıksız bir hal aldı. Bu
KADININ ARITMEnKSEL ANALIZI · 47

olasılıklann dışında bir de çekici ve çocuklarla iyi anla­


şan biri olan Bohemyalı bir dul, J Numara vardı. [Bu ev­
liliğin olmasını engelleyen ciddi engeller zuhur etmişti.]

Liste Unz'teki saygın bir aileden gelen, çekici, atletik


yapılı 4 Numarayla devam ettı' Kepler'in aklı 5 Numara
ile meşgul olmasaydı iyi bir çift olabilirlerdi. 4 Numaray­
la karşılaştırıldığında 5 Numara o kadar saygın bir aile­
den gelmiyordu, daha az mülkü ve daha küçük bir çe­
yizi vardı. Ama ciddiyeti, bağımslZlığı ve herşeyin öte­
sinde sevgisiyle ve Kepler'!n onun alçakgönüllülügiine,
tutumluluğuna, çalışkanlığına ve üvey çocuklara olan
sevgisine olan güveniyle öne çıkıyordu.

Kepler herşeye ragmen J Numarayla evlenip evlenme­


mek konusunda tavsiye beklerken bocalıyordu. Ondan
vazgeçtiginde tekrar 4 Numarayı düşünmeye başladı
ama bu arada 4 Numara beklemekten bıkmış ve başka
biriyle nişanlanmıştı. 5 Numara da cazibesini yitiriyor­
du. 6 Numar.mın belli bir asaleti vardı ama olgun degil­
di ve muhtemelen kibirliydi. 5 Numaradan vazgeçtigi
için kendisini beceriksiz hisseden Kepler ona döndü.
Ama o zaman da kadının sıradan biri olmasından kay­
gı\anan arkadaşlan soylu bir kadın olan 7 Numarayı
tavsiye etti. Iyi bir adaydı ama Kepler karar veremedi,
bu yüzden kadın onu reddetti.

Imparatorluk matematikçisinin kur yapmaktaki becerik­


sizligi de sürüyordu.

8 Numar.mın Kepler'in cemaatten dışlanmış olmasına


bag\ı tereddütleri vardı. 9 Numara ise akcigedertnden
rahatsızdı. Kepler bunu ögı'enince kadına bir başkasına
aşık olduğunu söyledi. 1 0 Numara çirkin ve öyle şiş­
mandı ki Kepler insanlann görünüş bakımından bu ka­
dar zıt olmalanna gilleceginden korktu. Son olarak 1 1

48 PHlLO-SOPHIA-LOREN

Numaradan uzun bir bekleyişten sonra vazgeçti, çünkü


kadın çok gençti.

S Numara uzun süredir aklındaydı. Cesaretini toplayıp


ona geri döndü, evlenme teklif etti, o da kabul etti.'

Kepler için kadın sorununu süreksiz niceligin, yani arit­


metigin konusu haline getiren en önemli olay, yukandaki
alıntıdan da anlaşılacagt üzere eşinin vefat etmesiydi. Önün­
de çok sayıda aday belirivermişti ve problemin sayısal karak­
teri de ister istemez çözüme aritmetiksel bir nitelik kazandı­
nvermişti.
Burada bilimadamlannın cevabını bulmalan gereken te­
mel soru şu:
- Kepler bugün yaşasaydı, acaba sorunu sürekli niceli­
gin, yani geometrinin konusu haline getirmeyi başarabilir
miydi?
Hiç sanmıyorum; zira sürekli nİcelik ancak çağdaş femi­
nizmin çözebilecegi bir problem .

• James Voelkel, Johannes Kepler: Yeni GökbiJim, s. 81-82, Ankara,


2002
kadınlar niçin kendilerini özlemezler?

fmalar çokluk ya anlaşılmaz -ki bu durumda o ımalann


sahibi kendini şanslı saymalıdır- ya da yanlış anlaşılır. De­
ğil sıradan insanlann, biIakis okuyan, düşünen, dünyayı an­
lamaya, kavramaya çalışan kimselerin dahi ne yazık ki en
son ziyaret edecekleri adres kendi evleri olageldiğinden, in­
sanoğlunu kendini ziyarete davet etmenin ne güç bir iş oldu­
ğunu bilmez değil isem de bizzarure bazen bu konularda bir
şeyler söylemek küstahlığında bulunmaktan kaçınamam; ta­
biany�a böyle durumlarda da anlamın haşmeti karşısında la­
fiz büzülmedikçe söylenmek istenen söylenemez olur.
Anlayacağınız, dilin temel anlam gövdelerine yaslanma­
nın dogtıracağı sakıncalardan kaçınmak amacıyla sık sık yan
anlamlann, ımalann ve mecazın sırlı gölgeliklerine sığınmakı
sözü pomografinin (teşhir'in, gösteriş'in) sokaklannda do­
laştırmaktan haya eden bu acizin bulabiIdiği yegane tedbir
niteliği kazanıyor.
so . PHlLO-SOPHIA-LOREN

"İnsanın kendini özlemesi" türünden gölgelikler altında


kendi kendime konuşurken bazılannın bazen sayıltılanının
kendi sayıltılanna karşdık geldiğini söylemelerini ve dahası
lütfedip beni de bundan haberdar etmelerini hiç umursamı­
yor değilim; bilakis kendilerine müteşekkirim. Müteşekkirim,
çünkü bu kimselerin yaptığı, sadece, ömrü boyunca -Al­
man düşünür Emst Jünger'nın ıslam irfanından edinebildik­
leri bağlamında haline en uygun gördüğünü söylediği- şu
kelam-ı kibann ikinci mertebesinde kaİmak için çaba harca­
yan birini cehaletinden medet ummayı sürdürmeye teşvikten
ibaret:

ı . Bir kimse bilmiyor ve bilmediğini de bilmiyorsa o bir ah·


maktır. Ondan uzak dur!

2. Bir kimse bflmiyor ve fakat bilmedigini biliyorsa ondan


iyi bir talebe olabilir.

3. Bir kimse biliyor. lAkin bildigini bilmiyorsa. hocaııga ka­


biliyeti var demektir.

4. Bir kimse biliyor ve bildigini de biliyorsa o bir peygam­


ber'dir. Onu izle!

Bazen ya dOğrudan veya dolaylı olarak aldığım kimi tep­


kiler de var ki bazılan sayıltılanmı izlemeye değer bulurlar ve
fakat içerigini değersiz bulduklanm saklamazlar; bazıIan ise,
de�il ne demek istediğimi. ne dediğimi dahi anlamadıklan
halde ve tabiatıym anlamadıklanndan ötürü, bana kimi za­
man kanaatlerini, kimi zaman da haddimi bildirmeyi hususİ
bir vazife addederler.
Haddini bilmeyi önemseyen benim gibi birine doğrudan
ya da dolaylı olarak haddini bildirmeye çalışan bu son sını­
fın üyelerinin davranışlanna .. Acaba harekete sevketmek
amacıyla mı beni böyle itip kakmaya çalışıyorlar?" diye dü-
KADıNLAR NıÇIN KENDILERINI ÖZLEMEZLER7 51 .

şünüp tahrik (harekete geçirm e) gibi müsbet bir anlam ver­


mek suretiyle kendimi iknaya uğraşsam dahi, sürat-i intika­
li zayıf biri olduğumdan olsa gerek, nadiren bu tahriklerin in­
citmek amaçlı olabilecegini düşünmekten de kendimi alamı-
i

yorum; hele hele bir de gıyabımda olursa.


Sözgelimi yazar bir hanım okurum şöyle soruyor:

Aşk yazılan yazmak niçin eski devrimcilerin, erkeklerin


ve paçayı düzeltmişlerin tekelindedir? Ben bir kadın ola­
rak niçin kendimi bir türlü özIeyecek kadar büyüyeme­
mekteyim?

VE hemen ardından da cevap veriyor:

Bizim buralarda kadınlar hep çocuk olarak kalacaklar!

Kadınlann, bilhassa İslamcı olanlannın konumunu açığa


vurma sadedinde söyledikleri ise kısaca şöyle:

Kendini özleyebilmek için önce ben olmak gerekir de­


rim. Ben hiç ben oldum mu ki kendim olmayı özleyip
hatırIayabileyim? !7 Bizin o muhteşem u�ltusunun
içinde zavallı gölgelerden heyecanlı. saf ve inançlı bir
gölge. ama bİri oldugumu düşünüyorum.

Yazılanm hakkında başkalannın yorumlanna müdahale


etmeyi ilkece hoş bulmamakla birlikte şu kadanm söyleme­
me müsaade edilsin ki insanın kendini tanımak, kendini öz­
lemek konusundaki gayretsizliği (varoluşsal gafleti) sorunu­
nun kadın-erkek aynmından hareketle ve üstelik böylesi bir
üslubla tartışılmak istenmesine, sanırım düşüncelerimi ifade
etmekteki beceriksizligim bile el vermez!
kökü eşeleyen sorular sormalı

Beşer doğmanın zaruri, insan olmanın ise ihtiyaıibir ni­


telik taşıdığı dikkate alındıkda, olmak için yola düşmek ba­
kımından öncelikle sadece şuurlu bir yönelmenin, güçlü bir
niyet ve gayretin gerekli olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim
"insan olmak" tabiri halkımız arasında "adam olmak" tabi­
riyle ifade edilir ki burada adamlık'ın erkeklik ile bir alakası
olmayıp "Adem olmak" vetveya "Adem haline gelmek" de­
mektir.
Adam sözcüğü Adem'den galat olup A-dem de ıbranice
edirnden gelir ki kök anlamı itibariyle çamur, toprak, vb. an­
lamlan vardır. Hz. A-dem ise hem özel isim olarak, hem de
Hz. Insan manasında mecazen kullanılır.
"Adem olmak" ve/veya "Adem haline gelmek" ifadeleri­
ni doğru anlayabilmek için insanın iki öze, iki cevhere sahip
olup bu iki cevhere nisbetle hayvan-ı natık (animal rationa­
le) şeklinde tanımlandığını, kabaca anlam verilirse bu tarifin
'
KÖKÜ EŞELEYEN SORULAR SORMALl 53

"düşünen/konuşan canlı" şeklinde açıklanabileceğini hatırla­


mak gerekir. Bilineni tekrarlamak pahasına söyleyelim ki
hayvan sözcügü halk arasında umumiyetle kedi, köpek gibi
behşim karşılığında da kullanılageldiğinden, alim ve Mfleri­
miz, yanlış anlamalara yol açan hayvan sözcügü yerine be­
'
şer ve tabiatıyla niitık sözcügü yerine de insan sözcügünü
oo1�e etmişlerdir ki böylelikle nefs-i natıkayı (insanı) mese­
la nefs-i nebatf ile nefs-i hayvanl'den ayırmak kolaylaşmış­
tır. [Kur'an'da Efendimizin (s.a) muhatapıanna "Ben de si­
zin gibi bir beşerim" dediği ve fakat asla "Ben de sizin gibi
bir insanım" demediğine dikkat edilmelidir. Arapça'da beşer
sözcügü "çamurdan, topraktan yapılmış h�ykel" anlamına
gelir.]
Kısaca beşeri insan kılan ve dahL insan haline getiren bu
öze, yani bu beden'in akılh (nefs-i natıka sahibi) olmasına
telmihen akıl sema'ya, beden arz'a nisbet edilir ve insanın
süfli (bedenn hassalan beşeriyetinin, ulvı (ruhn hassalan in­
saniyetinin bir eseri olarak kabul edilir. Nitekim "nefes-i
Rahmani" , "nur-ı akl", "akl-ı ilahi" vb. terimler insanın hep
bu zaviyeden yorumlanmasıyla ortaya çıkan adlandırmalar­
dır. (Burada nefs-nefes bağıntısına dikkat edilmeli!)
Beşeriliğin niçin zarun� insanlliğin ise tam da aksine
neden ihtiyarf olarak nitelendiği artık açıklık kazanmış ol­
malı.
Hepimiz beşer olarak doğanz ama zihnimizi, aklımızı fa­
al hale getirdiğimizde ancak, insan olmaya başlanz. İnsan
olmak ahlak sahibi olmak demektir ve yeryüzünde ahlak sa­
hibi tek canlı insandır. Çünkü idrak sahibi tek canlı odur. Ni­
tekim Türkçe'de ahlaksız bir kimseye hayvan dendiğinde, o
kimsenin akletmediği ve bu yüzden o ahlaksızlığı yaptığı
kastedilir; yani "Akletseydin, seni diğer hayvanlardan ayıran
54 • PHILO·SOPHIA·LOREN

yetinVak!ıruJdüşünceni kuvveden fiile geçirseydin bu ahlak­


sızlığı yapmazdın" denmek istenir.
İnsanın kendini tanıması, kendini araması, kendini özle­
mesi biraz da onun onu insan kılan, ilahi kılan özünü tanı­
ması, araması, özlemesi demektir. Hak ya da batıl bütün din­
lerin ve felsefelerin en temel iddiası, insanın bu arayışına
(doğıu ya da yanlış) bir cevap teşkil ettikleri noktasındadır.
Bu bakımdan gaflet, insanın insanlığından gafletidir!
İMOİ tam da bu noktada soralım bakalım: Bu meselenin
kadın ya da erkek sınıflanyla alakası nedir?
tşba noktada söylenebilecek yegane şey, insanın gatleti­
ne yol açan etmenler nasıl her ferde göre bazı farklılıklar ar­
zedebilirse, gaflet uykusunun sebepleri niceyse, kadın ile er­
kek sınıflanna mahsus gaflet nedenlerinin de bazı yönlerden
farklı olabileceğidir.
Farklılık sebeplerin tezahüründe olup esasa ilişkin değil­
dir. Bu bakımdan erkekler gibi kadınlar da "Hiç kendinizi öz­
lemiyor musunuz?" sorusunun dO ğrudan muhatabıdırlar.
Çünkü Hıristiyan dünyasında bilinen en çarpıcı soru (Quo
vadis?) nasıl ki kadın-erkek aynmını ciddiye almazsa,
Kur'an'ın aynı anlamı taşıyan "Eyne tezhebilne?" (Nereye
gidiyorsunuz?) şeklindeki başat sorusu da asla kadın-erkek
ayınmı yapmaz.
Kadının da, erkeğin de hem mahiyeti, hem hakikati aynı­
dır: insan. Varoluşsal her hitabın, kökü eşeleyen her sorunun
muhatabı ne tek başına kadın, ne de tek başına erkektir; sa­
dece ve sadece insandır.
Sözün özü şu: Modem kadına kendini özleme, kendini
arama yetisini kaybettiren, onu "Nereye gidiyorsunuz? " hi­
tabını önemsemekten alıkoyan en önemli müsekkinlerden
biri, kadını insanlığından önce kadınlığından etmeyi amaçla-
KÖKÜ EŞELEYEN SORULAR SORMAU 55.

mış olan düzeysiz feminizmdir; tıpkı Islamcı kadınlan kendi­


lerini özlernekten alıkoyup onlan uykulara salan aldatıcı par­
lak müsekkinler gibi.
Oysa bir zamanlar edeb ne de büyük bir imkandı kadın­
lanmız için!
kadın göze el verirse

Kadınlar doğalan gereği beğenilmekten hoşlanırlar. Çün­


kü ayırdedilmek, farkedilmek, dikkat çekmek isterler.
Peki erkekler istemezler mi? Ayırdedilmek, farkedilmek,
erkeklerin yabancısı olduklan bir duygu mudur?
Elbette hayır! Kadınlar gibi erkekler de beğenilmekten,
ayırdedilmekten, farkedilmekten hoşlanırlar. Ancak burada
öncelikle cevabının verilmesi gerekli olan sual şudur: "Han­
gi yönleriyle?"
Evet, erkekler ve kadınlar hangi yönleriyle beğenilmek
ve farkedilmek isterler?
Beğenilme isteğinin dışavurum tarzının, sadece istek sa­
hibi cinsin tercihleriyle değil, aynı zamanda bu hissiyata kar­
şılık vermesi beklenen cinsin tercihleriyle de alakalı olduğu
unutulmamalıdır; yani beğenilme arzusu, beğeni sahiplerinin
dikkatini çekmek demek olduğu kadar, beğenilme arzusunun
dışavurumu da beğeni sahiplerinin beklentileriyle şekillenir.
O halde hiç tereddüt etmeksizin, "Kadınlar hangi yönleriyle
KADıN GöZE EL VERIRSE · 57

beğenilrnek isterler?n sua1inin, esasen, "Erkekler kadınlan


hangi yönleriyle beğenirler?" sumiyle aynı cevabı aradığını
söyleyebiliriz. Başka bir deyişle güzel görünmek kadar, gü­
zel görülrnek ister kadın.
Güzel sözcüğünün aslı gözel'dir; yani göze hitab eden.
Her ne göze hitab ediyorsa, ancak suretiyle hitab eder; zira
gözel göz'e suretiyle el verir; suretinin uyumuyla gözün dik­
katini çeker; gözelliğini göze uygunluğundan alır. Bu neden­
le sanat eseri göze hitab ediyorsa, geometrik ise, meMnday­
sa, meMnla alakalıysa güzeldir.
Diğer duyulann edimleri için başka sözcükler kullanmak
titizliğini gösteremeyenlere sözüm yok! Işitilene de, tadılana
da, koldanana da, dokunulana da toptan güzel denildiğini
biİmez değilim. Ancak bu durumda sözcük mecazfan1amıy­
la kullanılmış olur, hakil<fanlanuyla değil. Bazılan sözgelimi
"Ne güzel bir koku! " diyebilirler; fakat biz onlann "Ne hoş bir
koku!" demeye çalıştıklannı farketrneliyiz; tıpkı "iyi-kötü",
"faydalı-zararlı", "doğru-yanlış" yerine "güzel-çirkin"in ha­
talı kullanımlannda olduğu gibi.
Güzel sözcüğü bilhassa kadınlar için kullanılır ve tabiatıy-·
la kadınIann güzelliğinden sözedilir. Farketrnek, ayırdetrnek,
dikkat etrnek edimlerinin herşeyden evvel suretlere (gözelli­
ğe) yöneldiği malumdur. Önce suretler farkedilir; bunu çok iyi
bilir kadınlar. Çirkin kadın göze el vermez, gözün dikkatini
çekmez; hiçbir kadın çirkin görünmek ve görülrnek istemez;
Farsça kökenli bir sözcük çirkin. " Göze hitab etrneyen"
demek; "pis ve kirli olan, gözel olrnayan" demek. (Erkekler
boşuna "Hiçbir kadın çirkin değildir" demiyorlar.)
Hal böyle olduğu içindir ki umumiyetle kadınlar farkedil­
mek, ayırdedilmek, beğeniImek istediklerinde öncelikle göze
hitab etrnek isterler; güzellikleriyle dikkati çekmeye çalışırlar;

58 PHILO-SOPHIA-LOREN

süslenmeye düşkünlükleri de bundan. Çünkü süslenrnek, ta­


kınmak, takıştınnak kadınlann şianndan. Göze hitab etmeyi
isteyen her kadın kendisini (suretini) göstennekten, yani gö­
ze hitab edecek, gözün dikkatini çekeceK sureti almaktan as­
la kaçınamaz. Kadın göz-el olmak için güzelleşrnek, herşey·
den önce kendisini güzelleştinnek zorundadır; yaşı, egitimi,
kültürü ne seviyede olursa olsun, hangi ırka, hangi dine,
hangi cografyaya mensup bulunursa bulunsun bu böyledir.
Kendisini saklamak, göstennemek, göze hitab edemez
hale gelmeyi (çirkinleşmeyi) isternek kadının bilatihi doğa­
sına aykındır; nefis kendi başına bırakıldığında örtmeklkapa­
mak değil açmak; gizlemeklsaklamak değil göstermek ister;
ne kadar mümkünse o kadannı teşhır etmeye meyleder.
Modern kadın özgürleştikçe, yani özüne, doğasına, nefsi­
ne bırakıldıkça açılıyor, teşhfr ediyor; göze hitab etmek, gö­
zün dikkatini çekmek için elinden geleni yapıyor; öyle ki sa­
dece süslenmekle, takınmalda, takıştınnakla yetinmiyor; do­
ğal süsleriyle ortaya çıkıyor; mümkün olabildigi ölçüde bede­
nini gözler önüne seriyor. Çünkü karşıt cinsin kendisinden
bunu talep ettigini, ancak böyle yapmakla göze girecegini bi ­

liyor; beğeninin biçimi sadece beğenilenin tercihiyle değil,


beğenenin talebiyle de belirleniyor.
Bu açıklamalardan anlaşılmış olmalı ki burada doğa ve
özgürlük sözcüklerini mutlak ve olumlu anlamda kullanmı­
yorum. O halde bu negatif anlama bağlı kalarak, "Örtünrnek
kadının doğasına aykındır; zira kadın, doğası geregi açılmak,
teşhfr etmek ister" denilebilir.
O halde şimdi tam da şu suali sonnanın zamanı:
- Modernligin ahlakı kadını özgürleştinnekle, kadını do­
ğallığına geri döndünnekle iyi mi yaptı? Başka bir deyişle,
doğal olan iyi olan mıdır?
KADıN GöZE EL VERlRSE 59

Iyi-kötü terimlerini ahlak alanıyla sınırlandırdıgımız ve


hiçbir aklı ve olgusal önermenin kendisinden iyi ya da kötü
şeklinde bir değer hükmünün (ahlak yargısının) çıkanlama­
yacağını kabul ettiğimiz takdirde, doğal olanın kendi doğallı­
ğından kaynaklanan bir iyi'den veya kötü'den de söz ede­
meyiz. Iyi-kötü doğal olanın "kendisinden elde edilen" değil,
bilakis doğal olana "dışandan yüklenen" yargılan temsil
eder. Kısacası dogmatiktir.
Dinler -kadın ya da erkek- insanı kendi doğasına, ken­
di doğallığına bırakmadığı gibi, onu aklının ve tecrübelerinin
neticelerine de teslim etmez; akıl insana -terimleri yerli ye­
rinde kullanmak kaydıyla- doğru ile yanlışı, tecrübe ise fay­
dalı ile zararlıyı gösterebilir ancak. İyi ile kötüyü öğretecek
olan dindir. Djn, insanı terbiye etmeyi üstlenir; ona neyin iyi,
neyin kötü olduğunu söyler. Binaenaleyh kadın doğası gere­
ği açılmak isterken, din ona örtünmeyi öğütler.
Modernlik ise kadım özgürleştirmekle, göz-önüne çıkar­
makla,' güya ona kendi doğallığı içerisinde hareket etme hak­
kı vermekle, ' aslında kadına dileaiğince nefsinin peşinden gi­
debilm�sinin yollanm açtı. Bu süreçte modem kadın özgür­
leştiğini düşünürken nefsinin esiri oldu. Öyle ki artık modem
erkek kadınlaşırken, modem kadın erkekleşiyor; doğurganlı­
ğını kaybettikçe yaratıcılığını da kaybediyor. Ne yazık ki
müslüman kadınlar da. Çünkü onlar da artık babaanneleri gi­
bi olmak istemiyorlar.
"Erkek gibi" davranmanın erkekler için zatı� kadınlar için
anzİ olduğu kavranamadıkça, kadınlar erkekleşerek göze el
vermeyi sürdürecekler.
Oysa gerçek güzellik bu değil!
modern kadın niçin aş eremiyor?

Kadim dönemlerde sözcüklerin veya , dilin kökenine in­


mek ile hakikata ulaşmak arasında fark yoktu. Nitekim bizim
dil geleneğimizde ilm-i iştikak olarak bilinen bilim dalına
Grekler etimoloji adını vermişlerdi. Etimoloji etimobtan gelir.
Etimos hakikatdemektir. Dolayısıyla etimoloji'yle uğraşanlar
sözcüklerin kökenine inmekle aslında hakikatin kökenine de
inmiş olacaklannı varsayıyorlardı. Çünkü dilin düşünceyle.
düşüncenin de varlıkla mutabakat halinde olduğuna inanı­
yorlardı. Modem dil anlayışı dili nedensiz kabul ettiği için. dil
ile varlık arasındaki irtibatı hakikiolarak nitelemez. Bu yüz­
den modem insanın nazarında dil saymacadır. itibanair; ha­
kikate delalet etmez. Oysa bir ara yol bulmak imkanı vardır.
Çünkü modem dil teorileri içerisinde dil analizinin veya söz·
cüklerin kökenine inmenin o dilin anlam dünyasını. dünya­
yı kavrama biçimini yansıttığı reddedilmiyor. Nitekim bizim
dil geleneğimizde de vücud·i hatti'nin vücud-i lisanİ'ye (sim·
MODERN KADıN NıÇIN � EREMIYOR? ' 6 1

gelerin sözcüklere) , vücud-i lisani'nin vücud-i zihni'ye (söz­


cüklerin kavramlara) , vücud-i zihni'nin ise vücud-i ayni'ye
(kavramlann nesnelere) delalet ettiği, bir diger deyişle söz­
süz simgelerin dile, dilin düşünceye, düşüncenin ise varlıga
işaret ettiği kabul edilirdi. Bu anlayış sözlü ve sözsüz delale­
tl bir uylaşımın veya uzlaşının sonucu olarak telakki ediyor
ve dolayısıyla yazı ile sözün toplumdan topluma değişebile­
cegirıi bir ilke olarak öne sürerken kavramlan ve nesneleri
toplumsal uylaşımla irtibatlandırmaktan kaçınıyordu. tık iki
mertebe toplumsal iken, son iki mertebe evrensel idi.
Şimdi biz işbu hakikat anlayışından hareket edecek ve

sözcüklerin elbiselerini üzerinden çıkanp ne tür bir kavrayı-
şa delalet ettiklerini görmeye çalışacağız.
Erkek sözcügünün güç, kuvvet, iktidar anlamlanna gelen
erk'ten geldiği söylenir ve erkegirı "iktidar sahibi" demek 01-
duguna inanılır. Oysa bu sözcügün bir kök sözcük değil de,
türemiş bir sözcük oldugunu kabul edersek henüz kökene
inememiş .oldugumuzu da kabul etmemiz gerekir. Erk'in
kendisi de tü'remiş bir sözcüktür ve er'den gelir. Sanırım "er
kişi" deyişini hepimiz biliriz. Demek ki sıralama şöyle: erkek­
erk-er.
Peki 'er' nereden geliyor? Elbette ennekten. Eren, yani
ermiş, olgunlaşmış, Mlig olmuş ki�iye 'er' veya 'ergen' de­
nir. Kalben olgunlaşana ennİş, aklen olgunlaşana er, bede­
nen olgunlaşana da ergen denir. 'Alperen'deki eren üç anla­
mı da kapsar. Hukuk kadın-erkek ayırmaksızın nakil ve ba­
liğ" olan kimseleri sorumlu tutar; yani er ve ergen olanlan,
zihnen ve bedenen olgunlaşmış sayılanlan. Ennİşler (!J ise
asla hukukun konusu degildir.
Sözcügün anlamını iyi kavrayabilmek için karşıtının ne
oldugunu da bilmemiz gerekir. "Er kişi" kavramının karşıtı
.
62 PHILO-SOPHIA-LOREN

kız veya kadın değil; bilakis çocuktur; yani er olan kişi, ak­
len ve bedenen çocukluktan kurtulan kişidir. Nitekim bu an­
lamıyla "er, eren, ermiş, ergen," sözcükleri, olgunlaşmış kız­
lan veya kadınlan dışanda bırakmıyar. Kadınlar için de "er
kadın", "erkek gibi kadın" tabirlerinin kullanıldığı malumdur.
Erkek sözcüğünün aynı zamanda güç, kuwet ve iktidar
(=erk) sahibi kimselere delalet etmesi ise, kuwetin zamanla
bedeni kuwetlere tahsis edilip iktidann kas kuwetine baglı
kılınmasındandır. Çünkü yönetmek, aklen, zihnen, kalben
olgunlaşanlann, yani erenlerin, ergenleşenlerin, ermişlerin
işidir. (Burada Platon'un bilge-kral deyişi hatırlanabilir.) Ka­
dim dönemlerde erkeğin erkekligini (güç ve iktidannı) sade­
ce aklının, zihninin gücüne degil, kaslannın gücüne de borç­
lu olması, iktidann sadece müzakere masalannda degil, aynı
zamanda savaş meydanlannda da elde edilmesi, sözcüğün
sadece kas gücüne delillet eden tarafını öne çıkarmıştır. Bu­
gün nasıl erk (kuwet) denilince kaba kuwet, bedeni kuv­
vet, �aca kas kuweti anlaşılıyorsa, erkek denilince de kas­
lan güçlü olan, maddi ve bedeni güçlere sahip olan kişi akla
gelmektedir. Nitekim 'er'in asker anlamına gelmesi de bu
yüzden.
Ben kadınlaM erkekleştiğini söylemekle onlaM sadece
saka! bıraktıklannı söylemiş olmuyorum; erkekliği tıpkı çogu
erkek gibi sadece bedeni erk'e hasrettiklerini de ima etmiş
oluyorum. Kadınlann kadınlıklaMI kaybedip dişileşmelerine
işaret ederken de kastettiğim aynı şey aslında. Erliği, erk'i
bedeni iktidardan ibaret gören erkekler kadınlan nasıl salt bi­
rer dişi olarak algılıyorlarsa ve algılamak zorunda kalıyorlar­
sa, erlikteki, erenlikteki, ergenlikteki, erkeklikteki erki, bede­
ni erke tahsis eden kadınlar da aynı hatayı işliyorlar ve er­
memiş erkekler onlan nasıl görmek istiyorlarsa kendilerini o
.
MODERN KADıN NıÇiN AŞ EREMIYOR? 63

hale, yani salt birer dişi haline getiriyorlar. Kısacası iki taraf
da çocukluk yapıyor, çocuk gibi davranıyor.
Ermek, er, ergen, ermiş olmak, kısacası olgunlaşmak sa­
dece bedenf yetilerimizi değil, aklf ve kalbf yetilerimizi de 01-
gunlaştırmakla, kemiHine erdirmekle mümkün olabilecek­
ken, modem insan, o insarıf özünde saklı kendini bilme-ta­
nıma yetisini köreltiyori kendisini düşünmenin değil, sadece
bedenf duygulann, idrakin değil ihsasın konusu kılmayı ma­
rifet biliyor.
Kadın sorunu düşünmenin ışığında durmaya tahammül
ederse, belki o zaman kadın aracılığıyla hakikatin kapısını
tıklatmak imkanını elde edebiliriz. Aksi takdirde çocuklaşmış
ergenler arasında kaybolup Hz. İNSANı asla bulamayacağız
demektir.
erkekler kazaklaştığı için
kadınlar erkekleşir

Aklen olgunlaşana er, bedenen olgunlaşana ergen ve kal­


ben olgunlaşana eren veya ermiş dendigini söylemiştik.
Kimse bilfiil Hz. Insan olarak doğmaz, biUikis herkes bil­
kuvve Hz. İnsan olarak doğar ve çabalar, gayret ederse, da­
hi nasibi varsa belki o takdirde Hz. İnsan olmayı da başara­
bilir. Hikmet sevgisi, bizlere esasen Hz. İnsan olmak konu­
sunda içimizde duyduğumuz iştiyakın bir ikramıdır. Hikmeti
sevmek, biraz da kendimizi sevmek, ellerimizi kendi başımı­
zın üzerinde gezdirip kendi ellerimizle kendi saçlanmlZı ok­
şamak, insanı özümüze özen göstermek, onu beslemek, ko­
rumak ve kollamak demek değil midir?
İnsan kendisini farkedince, kendini özlemeye başlayınca
kendisine kendisinde yer açmaya başlar; böylelikle ergenle­
şir, erer, er olur, eren olur, ermiş olur; olgunlaşır yani. Olgun­
!aşmak yerine çocuk kalırsa ve tabiatıyla bedenen, aklen,
kalben ermeyip, ergenleşmeyip özünü gürleştirmez ise ne
ERKEKLER KAZAKLAŞTIOI ıÇIN KADıNLAR ERKEKLEŞIR ' 65

olur? Kur'an'ın adlandınnasıyla bel-hum-adaJJ olur, hayvan­


dan daha aşağı bir mertebeye iner; zira kendi özüne yönel­
mediği, o özü ortaya çıkannadığı takdirde hayvanlann yapa­
madıklannı da yapar hale gelir.
Erkeklerin önündeki engeller ile kadınlann önündeki en­
geller hiç kuşkusuz ki kendilerine özgü sebeplerden kaynak­
lanıyor. öyle ki erkekler kazaklaşınca mecburen kadınlar da
erkekleşiyor. Kadınlann erkekleşmesini marifet bilmek, an­
cak kazak erkeklere mahsustur; zira kadın, ancak erkeği or­
tada olmadığında, yani kazaklaştığında mecburen erkekleşir.
Peki o halde şu kazak sıfatının nereden geldiğini merak
etmemiz gerekmiyor mu?
Ortaasya steplerinde dolaşan kazaklardan mı? Bu takdir­
de'onlara niçin kazak dendiği sorusu önümüze gelir.
Üzerimize giydiğimiz kazaklardan mı? Sanınm böyle dü­
şünenler, kazağı değil, sadece dik yakalı kazağı akla getiri­
yor olmalı.
Sözcükte gizlenip bize tebessüm eden şu kavramı bir de
biz açığa çıkannayı deneyelim, bakalım becerebilecek miyiz?
Kazak sözcüğü gezeldn bozulmuş halidir ve bugün anla­
şılanın aksine sert erkek, maço erkek değil, aksine gezen,
yani serserilik yapan, başıboş dolaşan, sorumluluklannı ye­
rine getinneyen erkek demektir. Steplerdeki kazaklara bu
adın verilmesi nizam altına ginnemeleri, Ruslann onlan bir
türlü zabt u rabt altına alamamalanyla alakalı değil mi? Tam
da burada gezen'den gezeğin (kazağın) mukim ve sakin 01-
mamakla, meskende dunnamakla, -hatta bir adım daha gi­
delim- yörüklükle irtibatını kursak sözcüğü çok mu zorla­
mış oluruz?
Acaba şu üzerimize giydiğimiz kazaklara bizi soğuktan
koruduklan, ısıttıklan, himaye ettikleri için bu ad verilmiş 01-
66 . PHIlO-SOPHIA-lOREN

masın? Öyleyse "kazak erk,ek" deyişi, Türkçe'nin o bildik


ters anlam verme mantığına uygun olur; tıpkı ihtiyarlara ta­
ze, genç anlamında 'yaşlı' denmesi gibi. Fakat biliyoruz ki
Anadolu'da gezek sözcüğü olumlu değil, olumsuz manada
kullanılıyor ve zihnen ergenleşmeyen, erlik vazifesini yerine
getirmeyen, ailesini himaye etmekte kusur edenler için söy­
leniyor. Sözcüğün bugün elimizde bir tek anlamı var, o da
kadının sızlanmalannı umursamayan, astığı astık, kestiği
kestik, sert, maço erkekler için kullanılan "kazak erkek" an­
lamı.
Erkekler sorumluluklarını yerine getirmeyip gezek (ka­
zak) olunca, kadınlar ister istemez onlann yapmalan gere­
ken vazifeleri de yaparlar; hayatla "erkek gibi" mücadele
ederler ve kadınlıklannı askıya alıp erkeğin gezekliğinden
doğan boşluğu kendileri doldurmaya çalışırlar. Kadın olgun
davranıp erkeğinin ihmal ettiği sorunlara göğüs gerdiği için
erkekleşir; tıpkı başörtüsü konusunda mücadele veren kızla­
nmız gibi. Onlan mücadelelerinden dolayı, yani erkek gibi
davrandıklanndan ötürü alkışlamayı adam/ık sananlar, me­
selenin trajik yönünü görmeyi beceremiyorlar; kendi gezek­
liklerinden utanacaklanna "Aferin size, bakın bizim yapama­
dığımlZl yaptınız, erkek gibi mücadele ettiniz" diyorlar. Boks
veya �rate maçında galip gelen kadını alkışlamak adamlık
değil! Dolayısıyla kadınlan mücadelelerinden (erkekleşmele­
rinden) dolayı alkışlayan gezekler, ancak eteklikle dolaşma­
lan halinde ddaiye alınabilirler.
Modem hayat kadını evinden etmekle kalmıyor; onun
evine dönme ümidini de elinden alıyor; kadını mutsuz kıla­
rak erkekleşmesini teşvik ediyor; kadının dişileşmesini 'do­
ğal' ilan edip onu annelik sevgisinden mahrum kılıyor; dola­
yısıyla sevgisini (dişiliğini) sadece gezeklere hasreden rno-
ERKEKLER KAZAKLAŞTıCı IÇIN KADıNLAR ERKEKLEŞIR ' 67

dem kadın, anneliğin şefkatini tatmaksızm ömrünü heba


ediyor.
inanın bizim hala vaktimiz var; zira hala iyi-kötü direnen
bir geleneğimiz, hala bize misal teşkil edecek babaanneleri­
miz; hala susmayı fazilet bilen kadm gibi kadmlanmız var.
işte tam da burada Phi1oSophiaLorene kadmIann nasıl
tepki vereceklerini düşünüyorsunuz?" şeklinde sorulan bir
suale verdiğim cevabı yinelernek isterim:
Kadınlar zerafetlerini kendilerine yazılan mektuba cevap
vennemekle gösterirler. Adamlık ise o mAna dolu sükfrt­
taki cevabı okuyabilmekte. Şayet bu sessizlig! okurnayı
becerirsem bir mektup daha yazanm. Sükutu tercih et­
rneyenıere gelince, onlan hemcinsim kabul edip kendi­
lerine bir daha hitab etmeyi düşünmem.

Hasılı, kadın kadın gibi davranmalı, erkek erkek gibi! Bel­


ki o zaman Hz. ıNSANı adam gibi konuşmaya liyakat kesbe­
debillriz.
kadınların erkekleşmesi üzerine

Yıllar önce bir gazeteci, kadın sorunlan üzerine benimle


bir söyleşi yapmak istediğini bildirmiş ve bazı yazılı sualler
yöneItmişti. SulUIere şöyle bir göz attıktan sonra kendisine
sormuştum:
- Siz hangi kadının sorurılanndan söz ediyorsunuz?
Müşlüman kadının mı, Hıristiyan ya da Yahudi kadının mı?
Çalışan kadının mı, ev kadınının mı? Büroda çalışan sekre­
terlerin mi, temizliğe giden temizlikçilerin mi, konfeksiyon­
culuk ya da mankenlik yapan kızlann mı? Öğrenci kızlann
IDı, evde kalmış kızlann mı? Ümraniye'de, Zeytinburnu'nda
oturan kadının mı, Ulus'ta, Etiler'de, Bebek'te oturan kadı­
nın mı? Genç kadının mı, ortayaşlı veya yaşlı kadının mı?
Okumuş kadının mı, cahil kadının mı? Şehirli kadının mı,
köylü kadının mı? Evlilerin mL, bekarlann mı? Kaynananın
mı, gelinin mi, eItinin mi, görümcenin mi? Namuslu kadınla­
nn mı, iyice yoldan 'Çıkmış kadınlann mı? Hangi kadınlann?
KADıNLARıN ERKEKLEŞMESI ÜZERINE ' 69

Örneklerimin sayısını artırdıktan sonra sualimi yineledim:


- Evet, söyleyin bakalım siz burada hangi kadının so­
ronlanndan söz ediyorsunuz?
Muhatabım meseleyi hiç de böyle düşünmedigini, kadını
bir bütün olarak degerlendirdiğini söyledi; "kadın kadındır"
gibi laflar etti. Oysa kendisinin bütünlük olarak adlandırdığı
durum belirsizlikten başka bir şey degildi. Çünkü kadının ni­
telikleri
i
bir yana, dogası üzerine de ciddiye alınabilir bir fikri
yoktu; üstelik bu arada bizzat insanı ıskalamıştı ve fakat bu-
nun da farkında değildi; tabir-i amiyanesiyle "laf olsun torba
dolsun" türünden bir şeyler yapmaya çalışıyordu; aldığı ce­
vaplar da.en nihayet onun torbasını doldurmaya yanyordu.
Şahsen başkalannın torbalannı doldurmaya niyetim ol­
madığından böylesi etkinlikleri hiç ciddiye almadım ve umu­
miyetle kadın konusunda konuşmaktan da, yazmaktan da
kaçındım. Çünkü .Kadın ve/veya Islam 'da Kadın başlıklı et­
kinliklerde bulunmayı srvenler, lehte veya aleyhte örnek ve­
recekleri zaman hep kadının hukuki durumuyla (miras, şa­
hidik, nikah, taIak vs.) ilgili ayet ve hadısleri seçiyorlar ve
nedense bir iki adım sonra hukuki örneklerden hareketle ka­
dının dogası üzeIine genel yargılarda bulunuyorlardı.
Açıklıkla belirtmek gerekirse, siyası bir proje olarak 1s­
lamcı1ığın savunmacı kadın tasavvuru, yüzelli yıldan beri
modernisttir. Nass ile olgu arasındaki gerilimVçatışmayı olgu
lehine çözmeye çalışmış; nassın otoritesi zayıfladıkça, kay­
boldukça ve bu arada toplumsal nayat da değiştikçe ger­
çek'in baskısı yüzünden hakikati feda etmekten kaçınma­
mıştır. Dünya tasavvurlan fiilen dağılıp parçalanan 1slamcı­
lann, tasavvur edegeldikleri' dünyanın içindeki müslüman
kadını konuşmak yerine, müslüman kadına herşeyiyle karşıt
bir tasavvurun içinde yer bulmaya çalışmalan ne yazık ki
.
70 PHILO-SOPHlA-LOREN

trajedinin ta kendisiydi; zira kadına ilişkin ikincil niteliklerin


tümünü bir kenara koyup kadından, kadının kendisinden
söz etmek, herşeyiyle karşıt bir dünya tasavvurunu İslami­
leştirmekten öte bir işlev görmemiş; sonunda kadın tartışma­
lan, kadın kadına tartışmalara dönüşmüştü.
Adına özgürlük ve ba,ğımsızlık denen durumu tanımla­
madıkça, başka bir deyişle kadının -erkek tarafından içine
dahil edildiği söylenen- şu ünlü parantezin sınır1annı tayin
etmedikçe, kadının özgürlüğü ve bağımsızlığı sorununun
hak ettiği düzeyde ele alınabileceğini sanmıyorum. "Parante­
ze alınan kadın" simgesi esirlikltutsaklık kavramını çagrIştı­
nyor ve böylelikle "kadını tutsaklıktan kurtarmak" istegi ko­
laylıkla benimsenebilecek içi boş bir söyleme dönüşebiliyar.
Erkeğin egemenliği altında tutsak olan kadını özgürlüğü­
ne kavuşturmak amaçlı modem proje, en nihayet kadını da­
ha az anne, daha az eş ve dolayısıyla daha az kadın haline
getiriyorsa, kadının özgürleşmesi ile kadınlığını yitirmeye
başlaması ve tabiatıyla erkekleşmesi arasında bir bag kurma­
mız bir zorlama mı olur acaba?
Hiç sanmıyorum!
Ev kadınlan modem dünyanın ,özgür kadınlan kategorisi
içine dahil edilemez gibi görünüyor, çünkü kadın özgürleş­
tikçe ev kadını olmayı degil, İŞ kadını olmayı talep eder hale
geliyor. Özgürleşen kadın öncelikle evinden oluyor. Evinden
olan iş kadınlan çocuklannı kreşlerde büyütrnek zorunda
kalmıyorlar sadece. ister istemez daha az doğuruyorlar; hat­
ta dogtlrmaktan vazgeçiyorlar; başanh bir iş kadını olmalan.
daha az annelik yapmalannı ya da annelikten vazgeçmeleri­
ni gerektiriyor.
İş kadınlan evin dışına çıktıklan sürece ve evin dışına çık­
tıklanndan ötürü -haklı olarak- evdeki iş yükünün bir kıs-
KADıNLARıN ERKEKLEŞMESI OZERlNE ' 71

mını erkeğin üzerine almasını istiyorlar; daha az anne, daha


az eş olamadıkça evin dışına çıkmayı beceremiyorlar; bu sü­
reçte: erkeğin kadınlaşma hızı, kadının erkekleşme hızından
düşük olduğunda kadının üzerindeki baskı artıyor; zira evle
sokak arasında sıkışıp kalıyor. Modem toplumlarda evlilik
kurumunun ihtiyaç olmaktan çıkması ve aile yapısının çözü­
lüp dagııması, sürecin başında boşanmalann artması biraz da
pundan değil mi?
Evin dışındaki hayat, kadının (diğer) erkeklerle arasında­
ki mesafeyi azaltıyor: hatta gittikçe bu mesafe kapanıyor ve
mesafe kalmıyor erkekle kadın arasında. Bu nedenle artık
modem kadın, erkeğin himayesine muhtaç olmamanın ver­
diği haklı gururla hareket ediyor; ev denen hapisten kurtul­
d'uguna, ev işleri denen işkenceden halas bulduğuna sevini­
yor. Ne mutlu o kadınlara ki artık erkekler gibi seslerini yük­
seltebiliyorlar!
Yine ne ilginçtir erkekleşen kadınlar ya evlenmemeyi ya
geç evlenmeyi ya da sık sık evlenmeyi tercih ediyorlar; eş ve
anne olmakta gecikiyorlar; ev kadını olmaktan nefret ediyor­
lar; hayata tıpkr bir erkek gibi atılmak, hayat içerisinde er­
kekçe mücadele etmek yüzünden erkekleşrnek zorunda kalı­
yorlar. Hal böyle olunca, kızlar nümayiş yapan topluluğun
önüne çıkıp konuşurlarken, erkekler de sessizce arka tarafa
çekilip onlan alkışlıyorlar.
"Kadınlar niçin kadınca değil de kadınsı davranıyorlar?"
sua1inin cevabını en iyi müslüman kadınlar verebilecekken,
onlar kadınsılıklanyla öne çıkan erkek gibi kadınlar tarafın­
dan üretilmiş muskalan boyunlannda gezdiriyorlar.
Inanın bana, dikkatli bakarsanız onlan muskalanndan
tanıyabilirsiniz.
daha az kadın, daha az anne,
daha az eş

İslam'ın varlık ve bilgi tasavvuru açık-seçik ortaya ko­


hulmadıkça, İslam'ın genelde insan, özelde erkek ya da ka­
dın tasavvuru üzerine konuşulamaz. Bu yargının gerekçesi
ise esasen çok basittir. çünkü varlık ve bilgi gibi ontolojinin
ve epistemolojinin konulan; ahlak, hukuk, sİyaset gibi aksi­
yolojinin konulanna zihnen tekaddüm eder. zilmen tekad­
düm edenin, tarif itibariyle de tekaddüm etmesı lazım geldiği
erbabınca malumdur. Aksi takdirde bu, toplama-çıkarma
kavramına sahip olmayan bir kimsenin gelişigüzel işlem
yapmaya kalkışmasına benzer ki birtakım heveskarlar belki
doğru ya da yanlış bir işlem yaparlar, daha doğrusu işlem
yaptıklarını zannederler ama bu işlem asla başkalannca de­
netlenemez.
Halk dilinde bu tür teşebbüslere laf u güzaf (boş konuş­
ma) denir.
DAHA AZ KADıN. DAHA AZ ANNE. DAHA AZ EŞ 73
.

Her ne pahasına olursa olsun varolabilmek için modern­


leşme/dünyevileşme sürecine katılmaya karar veren müslü­
man elitlerin varlık ve bilgi tasavvurunda o denli ciddi bir
tahribat vuku bulmuştur ki mevcut tasavvurann İslam'la ir­
tiban maalesef sadece '.adlandırına' düzeyinde kalmıştır.
Müsıümanlık ile Islamcılık arasındaki temel aynm da tamıta­
mına bu noktadadır. Bir modernleşme projesi olarak Islamcı­
Iık, müslümanlan dünyevileştirmekte, evrensel diye sunulan
egemen ilkelerin içselleştirilmesini kolaylaştırmakta, hepsin-
i
den de önemlisi, Kelamullah'ın dünyayı dönüştürme gücü-
nü, ne vahimdir ki yine Kelamul1ah adına ürettlgi laf u gü­
zafla zayıflatmak işlevini görmektedir. Nitekim Çağdaş ls­
larncılann siyaset, hukuk ve ahlak konusundaki görüşlerini
gözden geçirenler, piyasadaki temsilcilerinin, magazin dergi­
lerine dahi sermaye olacak düzeydeki yorumlann altına bir­
takım ayet ve haçlfsler yerleştirmekten öte bir iş yapmadıkla­
nm görmekte zorlanmayacaklardır.
Müslüman ]<adının sorunlan, çağdaş kadımn sorunlandır.
Nassın (dini metinlerin) eleştirisinin, ancak modernleş­
me/dünyevileşme sürecinin olurnlanmasıyla meşruiyet kaza­
nabildiği dikkate alınacak olursa, Islamcılığın bizatihi 01-
gu'dan (realiteden) ziyade o olguya mesned teşkil eden kar­
şıt bir dünya-tasavvuruna yaslandığıleklemlendiği rahatlıkla
söylenebilir. Bu bakımdan müslüman kadının modernleşme
karşısındaki direnci zayıfladıkça, hiç kuşku yok ki sadece
müslümanhğı değil, kadınlığı da buharlaşmaktai yani nasıl ki
modern kadın erkekleşiyorsaterkekleştiyse, müslüman kadın
da erkekleşmektei dolayısıyla kendi özüne yabancılaşmak
suretiyle daha az kadın, daha az anne, daha az eş olma yo­
lunda ilerlemektedir. Kısacası, tıpkı bugün Batı'da olduğu gi­
bi önceleri daha az doğuran kadın, sonralan doğurmaktan
74 ' PHIlO-SOPHIA-lOREN

vazgeçiyor, dolayısıyla ailesini ve evini yitirmekle kalmayıp


aynı zamanda dogtırganlığın kendisine bahşettiği o muhte­
şem yetileri yavaş yavaş kaybetrnek zorunda kalıyor.
Bugün bazı kadınlanınız arasında özgürlüğün anlamı,
daha az kadın, daha az anne, daha az eş olmakla eşdeğer­
dir. Çünkü evin yerini sokak, mutfağın yerini büro, anneliğin
yerini sekreterlik, mahremiyetin yerini teşhir aldıkça kadının
erkekleşmesi kaçınılmazdır!
Hiçbir kadın, biyolojisinde varolan doğurgan/ık hassasını
başkalanna devredemeyeceği gibi, doğurganlığın kendisine
bahşettiği annelik gibi diğer hassalanm da devredemez. Mo­
demleşme/dünyevileşme projesinin sözümona eşİtiİk söyle­
mi, kadını erkekleştirmekle kalmadı; dişileşti[(ii de.
"Dogtırganlığından vazgeçen bir dişi"nin aile kurmak is­
teyen bir erkek tipince değil, onun sadece dişiliğinden yarar­
lanmak isteyen bir erkek tipince çekici bulunması gayet tabi­
idir. Dogtırganlığın çekiciliğini kaybetmesi halinde çocuğun,
anneliğin ve dolayısıyla ailenin de çekiciliğini kaybedeceği
muhakkaktır.
Bu sorunlar tartışma kapsamına alınmadıkça, ne İslam'ın
kadın tasavvuru, ne modem dünyqda müslüman kadının
yeri, ne de o/ması gereken ile o/an arasındaki irtibatın sıhha­
ti konuşulabilir.
Gerisi laf u güzaftır!
özgüdeşirken kadının özü de
güdeşiyor mu?

Kurban bayramlannda Istanbul sokaklannın aldıgı o iğ­


renç şekilden rahatsız olmayan bir müslümanı tasavvur bile
edemediğimi itiraf etmeliyim. Yol kenarlanna atılmış koyun
kelleleri, işkembe torbalan, oraya buraya saçıImış bagırsak­
lar, asfaltlan yıkayan kanlar, kaldınmlara yıkılıp kesilen da­
nalar, her tarafı kokuya boğan hayvan pislikleri, vs.
ıdarecilerin sorumsuzluğu, milletin değerlerine sahip çık­
maktaki isteksizlikleri bir yana, bizim kendi kendimize şu so­
rulann cevabını vermemiz gerekmez mi?
- Bütün bunlan şehirli bir müslüman yapar mı?
Asla! Biliyoruz ki bidayetinden bu yana Istanbullu müs­
lüman, bayramlannda evinin bahçesine münasip bir çukur
açar, kurbanını usul ve erkanına uygun bir surette keser ve
kesinlikle şehirde bu tür manzaralara rastlanmazdı.
.
76 PHILO-SOPHIA-LOREN

- Peki Anadolu insanı köyünde-kasabasında böylesi


manzaralann oluşmasına izin verir mil
Verilecek cevap hiç kuşkusuz yine olumsuz olacaktır. O
halde İstanbul'u bu hale getirenler kimler?
Tek kelimeyle ne şehirli, ne de köylü olan, mensubiyet ve
aidiyetini yitirmiş sosyal gruplar.
Varoş lslamcılığı da tıpkı böyle bir şey! Ne tam şehirli, ne
de tam köylü! Kendisi sonradan görme iken, kadına bakışı
da sıradan. Geleneksel değerleri (annelerini, babaannelerini)
küçümseyen, modem hayatın cazibesine karşı koyamadığı
için kendisi kalabilmeyi başaramayan tuhaf bir halita.
Modernleşme/dünyevileşme projesi, kadınlanınızı özgür­
lük ve eşidik sloganlanyla evinden etmekle kalmadı; onlan er­
kekleştirerek kendi doğalanyla savclşır hale getirdi. Özgürlük
dedi, kadını kadın yapan bağlanndan güya özgürleştirdi. Eşit­
lik dedi, kadının kendine mahsus tüm hassalanndan vazgeç­
meye çağırdı, ona kendi türünün (erkeğin) hassalanyla do­
nanması halinde güçlü olabileceği yalanını söyledi. Modem
kadın şimdi "ben özgürüm" diyor! Çünkü artık doğurmuyor,
doğurmak istemiyor. Modem kadın, şimdi daha eşit! Çünkü
erkekleşiyor. Belki özgürleşiyor ve fakat asla özü gürleşmiyor.
Modern kadın eski konumuna dönmeyi istedikçe kaybe­
diyor. Doğurursa erkek rakiplerinden geri kalacağını düşünü­
yor; annelik hislerini bastırmadığı takdirde güçlenebileceğine
inanmıyor; öyle ki güçlü olduğunu ispatlayabilmek uğruna
hisleri yerine kaslannı kullanmayı marifet sanıyor. Oysa di­
nimiz insanı eşref-i mahlukat ilan etmekle erkeğin de, kadı­
nın da insan olmak haysiyetiyle ve pek tabü ki hakikad iti­
bariyle birve eşit olduğunu vurgulamış; nefs-i natıkanın, dü­
şünen/konuşan .canlının dişilik ve erkekliğini kesinlikle mu­
ka wim değil, mütemmim unsur olarak tanımlamıştır.
ÖZGÜRLEŞIRKEN KADININ ÖZÜ DE GÜRLEŞIYOR MU? 77 •

İnsanı diğer canlılardan ayıran özelliğidir onun düşü­


nen/konuşan (nank) bir varlık olması. Erkeklik ve dişilik ise
aynı hakikate, yani insana özgü hassalardır. Hassalar en ni­
hayet birer araz olduğundan erkeldik ve dişilik birer tür de­
ğil, sınıftır. Dolayısıyla erkek olmamn kendisine mahsus
özellikleri olduğu gibi, kadın olmanın da kendisine mahsıis
özellikleri vardır. Erkeğin güçlü olduğu yönler bulunduğu gi­
bi, kadının da pekala güçlü olduğu yönleri vardır. Bu yönler
birbiriyle çatışmaz, bilakis birbirini tamamlar.
Ne erkek, ne de kadın bizatihi kendisiyle Mim olabilir;
aksine her ikisi de kaim olabilmek için birbirlerine muhtaçtır­
lar. Hem mahiyetleri, hem de hakikatleri birdir: insanlık.
Bu mahiyet ve hakikatln erkeği ve dişisi olmak, bu ma­
hiyet ve hakikate ilişkin kuvvel�rini paylaşmak, bölüşmek
demektir. Zaten herbirinin kendi paylarına düşen hassalan
olduğu içindir ki birbirlerinden üstündürler.
Hassalara gelince, en nihayet bunlar birer araz (ilinti) ol­
duğuna göre üstünlük umı1m-husı1s mudak (her yönüyle)
değil, um ı1m-husı1s min vech (bir yönüyle) tanımlanabilir;
yani başka bir deyişle üstünlük mutlak değil, nisbfdir. Erkek­
te bulunan hassalar kadında bulunmadığı gibi, kadında bu­
lunan hassalar da erkekte bulunmaz. O halde birbirlerine
benzemeleri, birbirlerinin yerine geçmeleri, b1rbirlerine rakip
olmalan demek, kendi doğalanna karşı savaş açmalan, ken­
di kendileriyle savaşmalan demektir. Kadının erkekleşmesi,
erkeğin kadınlaşması ise son tahlilde insanın insanlığını yi­
tirmesi demek!
Modem kadının değişim isteği ahvaliyle değil, melekele­
riyle alakalı. Bugün müslüman kadından istenen de meleke­
lerini değiştirmesidir. Bu bakımdan modem hayatı organize
edenlerin kadınlanmıza sunduklan değişim programı onlann
.
78 PHILO-SOPHIA-LOREN

kadınlıklanndan vazgeçmelerini talep etmekten başka bir


anlam ihtiva etmemektedir. Ahvalde değişimi reddedenler
hayada, melekelerde değişimi kabul edenler kendileriyle ça­
tışmayı göze almalıdırlar.
Bir misal olmak üzere söyleyelim ki: Türkiye yahudileri­
nin yenileşmesinilbatılılaşmasını temin etmek içirı kurulan
ünlü Alliance ısraelite Universelle okullan için gözetilmesi
gereken yegane amaç "iyi anneler yetiştirmek" idi. Yönetici­
leri şöyle diyorlardı:
Kızlar önce kadın, sonra anne olurlar, anneler sayesig­
de de ilk ilkeler, ilk düşünceler çocugtın kalbinde yer ya­
par.

Oysa bugün müslüman kızlar, her ne pahasına salt oku­


mak için mücadele veriyorlar ve evlerini terkedip yurtlarda,
bekar evlerinde biljlbir sıkıntı içinde yaşamaya çalışıyorlar.
Eğitim sisteminin onlan iyi anneler olarak yetiştirmeyi amaç­
lamadığı ortada. Daha da kötüsü, müslümanlann' esen rüz­
garlara kapılıp daha terbiyeli kızlar, daha kültürlü kadınlar,
daha iyi anneler, daha iyi eşler yetiştirmeyi aptalca bulmaya
başlamalan.
Kendimiz olabilmeyi başarabilseydik, esasen daha çok
kazanan kadınlann acınası durumda olduklannı görebilir ve
belki o zaman hidayet sözcüğünün daJaJet anlamını kazan­
masından rahatsız olabilirdik.
Olanlara ne mutlu!
modernleşrnek!dünyevileşmeklerkekleşrnek

ModernleşmelDünyevileşme sürecini doğru olarak yo­


rumlamadıkça müslümanlann değil sadece kadın sorununu,
karşı karşıya bulunduklan hiçbir sorunu hakkıyla ele alama­
yacaklannı, hatta değil bu sorunlann kenanndan köşesinden
dolanmak, nelerin olup bitmekte olduğunu dahi anlayama­
yacaklannı hem de hiç tereddüt etmeksizin söyleyebiliriz.
Çünkü;
1 ) ModernleşmelDünyevileşme süreci, insanın sadece
yaşama biçimini değiştiren basit bir programın tatbikinden
ibaret değildir. Bu süreç insanı yerinden eden, onu kendisine
ve kendi dışındaki dünyaya (doğaya, diğer canlılara, hem­
cinslerine) yabancılaştıran, insanın ben idrakini parçalayan;
varoluş kaygılannı anlamsızlaştınp yeryüzündeki varoluşu
yemek, içmek, bürünmek, bannmak, vb. temel ihtiyaçlara
indirgeyen bir saplanlık projesinin ürünüdür.

80 PHILO-SOPHIA-LOREN

2) Modemleşme/Dünyevileşme süreci, dünyayı kutsal­


dan anndınp Varlık'ı varolan'ın, Vücfid'u mevcfid'un ardına
iten, Hak'la savaşan, Hakk'a yabancılaştıran ve dolayısıyla
insanı Hak'sızlaştıran bir bilinç yapısınca kılavuzlanmakta­
dır. Varoluşun öznesi olarak sadece İnsanı, mekanı olarak
sadece dünyayı, zaman olarak da sadece şİmdiyi merkeze al­
makta, bu yönüyle insanoğlunu ilahına ve ilahi olan herşe­
ye düşman hale getirmektedir.
3) Modemleşme/Dünyevileşme projesi, hem Hak'sız,
hem de Hak'sız olduğu kadar Tannsız'dır! Bugün İslam'ın
kendisiyle çatıştığı (çatışması da gereken) ana unsur, ne Ya­
hudilik, ne de Hıristiyanlık'tır, doğrudan doğruya Modem­
liklDünyevilik Dini'dir. Bu yeni din, sadece müslümanlara ve
Müslümanlığa değil, bütün kadrm dinlere ve insanı insan ya­
pan ne kadar haslet varsa ona düşmandır; çünkü insanoğlu­
nun varoluşunun .ı.bütün kadfm dinlerce tarif edilmiş- an­
lamına düşmandır. Dinimiz, geleneklerimw bu mikroba karşı
direnen ve onun parızehrini bünyesinde taşımayı hala sürdü­
rebilen hikmet-İ kadime olduğu için bu yeni din, bilhassa İs­
lam'a ve onun mukaddesatına düşmandır.
4) ModemleşmeIDtinyevileşme projesinin dindarlık anla­
yışı, Mafin Sfiresi'nde kendisine veyl olunan o gafletin ve ri­
yakarlığın eşlik ettiği öte dünyada hesaba çekilme bilincin­
den yoksun, gösteriş meraklısı ortakkoşucuların dindarlık
anlayışının aynısıdır.
5) Bu proje modemdir; zira sadece şimdiyi önemser ve
anı tüketebildiği kadar tüketir; diğer yandan dünyacıdır, zira
ötedünyasız bir dünyanın tadını çıkarmaya çalışır; güya İn­
sancı(l)dır; zira Tann'dan bağımsız, sorumsuz, dilediğini ya­
pan-yıkan, tek ve yalnız irısanı, hiçbir kutsalı dikkate almak­
sızın dilediğince yaşamaya, tüketmeye sevketmektedir.
MODERNLEŞMEKlDONYEVlLEŞMEKlERKEKLEŞMEK 81 •

Modemleşme/dünyevileşme sürecini dogru olarak yo­


rumlamadıkça, müslümanlann değil sadece kadın sorununu,
karşı karşıya bulunduklan hiçbir sorunu hakkıyla ele alama­
yacaklannı söylememin temel nedenlerine böylelikle işaret
edebilmiş olduğumu sanıyorum.
Kadın sorunu bu çerçevenin belki kısmi ve fakat en
önemli unsurlanndan biridir. Kadının özgürleşme sorunu,
son tahlilde, erkekten, erkek egemen hayattan değil, onu ka­
dın yapan ne varsa ondan özgürleşme, uzaklaşma sorunu­
dur. Geleneksel değerlerimizin ve bu değerleri vaz'eden dini
metinlerimizin eleştirisi, modernleşme, dünyevileşme proje­
sine eklemlenmeden, onu olumlamadan asla ve kat'a müm­
kün olamaz. Bir tek, evet bir tek eleştiri sahibi gösterilemez
ki" kendisi bu sÜrecin kucağına atmak arzusu duymaksızın
kendi gelenekleriyle çatışmaya girmiş, girebilmiş olsun.
Erkek egemen söylem gibi ne idüğünü kavrayamadıklan
parlak laftan tekrarlayan birtakım cingöz erkekleri kabil-i hi­
tab saymaya lüzı1in yok. Onlar ailenin çözülmesiyle kadın­
lıklanndan vazgeçen dişilere çanak tutmayı adamlık sanıyor­
lar.
Kocalanyla, çocuklanyla, anneleriyle, babaanneleriyle,
kısaca kendileriyle kavgalı olan kadınlano ya da bu kavga­
lar \çerisinde büyüyen kimi kızlanmızın günlük sıkıntılannı
merkeze alarak ürettikleri dedikodulan da ciddiye almamızın
bir manası yok. Çünkü onlar da meselenin kadim bir dünya
tasavvurunun tahribiyle alakalı olduğunu nazar-I itibara al­
maksızın; işin kötüsü tehlikenin vehametini hiç mi hiç far­
ketmeksizin, meseleyi kişisel sorunlanna (yani sebeplere de­
ğil, sonuçlara) indirgemeyi marifet addediyorlar.
O halde sözümüz, kadın olsun, erkek olsun, sorunlann
vehametini sonuçlanyla değil nedenleriyle kavramaya Çalı-
.
82 PHILO-SOPHIA-LOREN

şan ve bu topraklara aidiyetinin, mensubiyetinin farkında


olan dert sahibi o güzelim insanlara.
"Hoşça bak zatına kim zübde-İ alemsin sen" hitabını bir
erkeğin bir erkege değil, bir insanın bir insana hitabı olarak
anlayan kadmlanmız, inanıyorum ki bu bayagılaşan dünya­
yı inşa eden bilincin, kendilerinden istediklerini onlara ver­
meyip direnmeyi sürdüreceklerdir. Çünkü biraz düşünülürse
görülecektir ki bu modern hayat, daha çok özgürlük adı al­
tında kadmlanmızdan daha az dindar olmalannı talep ettiği
için, daha az anne, daha az eş, daha az kadın ve fakat daha
çok erkek olmalannı istiyor.
Kadm-erkek hepimizin modernliğin kuşatması altında 01-
dugumuzu ve ayagtmızm altındaki topragtn azar azar kayıp
gittiğini bilmez değilim; fakat hiç değilse zihnimizde yaşattı­
gtmız dünya adına bu modem hayatın dayatmalanyla he­
saplaşma hakkımızı kullanamaz mıyız? !? Acımasızca birer
birer inançlanmızı elimizden alıyorlar, bdri hayamızı, edebi­
mizi yok etmeleri karşısında bir nebze olsun sesimizi yüksel­
temez miyiz?
Pekala YÜkseltebiliriz.
modernleşmek/dünyevileşmek/islamlaşmak

Bu modern hayat daha çok özgürlük adı altında kadınla­


nmlZdan daha az dindar olmalannı talep ettiği için, daha az
anne, daha az eş ve daha az kadın olmalannı istiyor demiş­
tik. Peki günümüz İslamcılığı kadınlanmlZdan neler istiyor?
Bu suali cevaplayabUmek için; öncelikle İslamcılıktan ne
anladığımızı ortaya koymaya çalışmalıylZ.
XIX. yüzyılın sonlanndan itibaren ortaya çıkan İslamcılık
esas. itibariyle siyas� dolayısıyla sosyal, dolayısıyla dünyevi
bir projedir. Bu nedenle de savunmacıdır. Hayata veda et­
mekte olan tarihi bir hakimiyetin elden gitmesinin yol açtığı
çöküntü psikozunun ürünüdür. "Doğru yolda olsaydık yenil­
mez, bu hale düşmezdik" diyen ve seyl-i hun1şana (karşı ko­
nulamaz sele) uyum �ğlamaya çalışan bir bilinç durumu­
nun refleksleriyle maıuıdür; hem de görünürde karşı çıkıyor
olduklannı bile içselleştirdiği, içselIeştirebildiği takdirde güç­
leneceğine inanan, dünyevileşme projesinin karşısında sade-
84 . PHILO-SOPHIA-LOREN

ce Mttl dinlerin (özellikle Hıristiyanlığın katolik yorumunun)


direnemeyecegini sanan; İslam'ın zaten bu modern hayatla,
bu bilim ve teknolojiyle bir alıp veremediginin olamayacağı
zehabına kapıldığı için galiplerin dünyayı kavrama tarzlanm
hesaba çekmek yerine, alelacele kabahati mağluplann kendi­
sinde arayıp bulan ve ister istemez aradıkça da bulan maz­
lum ve fakat savunmactlıkla malıll seleflerimizin bilinç duru­
munun ürünüdür İslamcılık! Evet, dini ve dünyayı kavrama
ve anlamlandırına bakımından kendi çağdaşlanndan daha
iyi yetişmiş, daha birikimli, daha çalışkan ve tabiatıyla daha
üstün olduklan halde, ne yazık ki hakim paradigmanın cazi­
besi karşısında geri adım atmak zorunda kalan seleflerimizin.
Yenilmİştik ve ayağa kalkmabydık! Nasıl? Elbette düşma­
mmızın silahıyla silahlanarak. Bu akıl yürütme tarzının
Kur'an ve Sünnet'ten d�lil bulmakta zorlanacağını mı sam­
yomunuz? Hiç kuşkusuz deliller de bulundu. Kur'an ve Sün­
net'e yapılan başvurulann çoğu, metinde olanı anlamakla
değil, bilakis zaten içinde olunanı metinde arayıp bulmakla
neticelendi. Sözgelimi sünnetuUah kavramı öyle yanlış yo­
rumIandı ki sadece bu terimin aracılığıyla hakim paradigma­
nın birçok unsuru hemen benimsendi. Aya basmış görünen
insan ayağının yeryüzünü nasıl bitirip tükettiğine dikkat
edilmezken, güya astronotlann duyduklan ezan sesiyle kit­
leler hayretlere sahndI.
En nihayet günümüzde İslamcılık dindarlaşmayı artıran,
mümin insanın dünya.!"ötedünya tasavvurunu derinleştiren,
dolayısıyla modern paradigmamn varoluşu anlamsızlaştıncı
bildik propaganda saldınlan karşısında temsil ettigi kitlenin
hassasiyetlerini destekleyen, güçlendiren, takviye eden de­
gil; bilakis önce aşın teklif ve tel)didleri reddetmekle işe baş­
layıp bu arada münasip olanlarıiu yavaş yavaş kapıdan içe-
MODERNLEŞMEKlDÜNYEVlLEŞMEK!lSLAMLAŞMAK 85 •

riye alan bir yol izledi. Böylelikle bir süre sonra aşın teklif ve
tehdidlerln önemli bir kısmı aşın olmaktan çıktı.
Kasım Emin'in Tahrir'ul-Mer'e (Kadımn Özgürlüğü) adlı
kitabını hatırlayınız. Önceleri bazılan tarafından ne de aşın
bulunmuştu. Güya ona reddiye olarak da Mer'etu '[-Muslime
(Müslüman Kadın) adlı bir eser yazıfuııştı. Ikincisi birincisi­
nirı aşınlıkIanm reddetti: sonrakiler de ikincisinin aşınlıkları­
m. Şimdi bizler de sonrakilerin aşınlıkIanm reddediyoruz.
Bugünden bakıldıkda öncekiler ne kadar da muhafazakar, ne
kadar da gerici ve mutaassıb görünüyor değil mi? Bizim ya­
zıp çizdiklerimiz ise ne kadar da Kur'ani?
Çok basit bir soru: en bilgililerimizin, en bilgirılerimizirı,
en bilgiçlerimizin bile kendilerini dedelerinden veya babaan­
nelerinden daha dindar hissettiklerini ya da olmaya çalıştık­
lannı söy1eyebillr miyiz?
Acaba n' oluyor da bilgisiz halk daha dindar iken, bilgili
elitler bilgilendikçe daha frapan hale geliyorlar? Mesela sıra­
dan Türkler ile Beyaz Türkler arasındaki köklü aynmın ay­
nen İslamcı elitler ile dindar halk arasında da cari olması
kimsenin dikkatini çekmiyor mu?
Keza annesinin, babaannesinin giyinmesinden, konuş­
masından, tavırlannclan utanan birçok kızımlZın. annelerini
örnek almaları, babaanneleriyle övünmeleri gerekirken, tam
aksine onlann içinde bulunduklanın zannettikleri esarete
düşmernek için modem hayatın kucağına kendilerini salma­
lan acaba niçin kimsenin tuhafina gitmez?
Bürun bunlar dikkatinizi çekmiyor ve tuhafimza gitmi­
yorsa; o zaman kaçınılmaz olarak mevcut İslamı biIincirı
çağdaş yaşamı destekleme etkinlikleri düzeyine inmesinden
fevkalade rahatsız olan bu müslümanın yazdıklan tuhafinıza
gidecektir. Ne yapalım gitsirı; zira zaman geçtikçe kendisi 01-

86 PHILO-SOPHIA-LOREN

maktan utanan ve uzaklaşan eyyamcılann "Şimdi sırası


mı?" yollu yakınmalan ciddiye alınacak türden değil! Onla­
nn ellerinde sadece ne idüğü belirsiz garip bir şimdi var ve ne
yazık ki onlar geçmişten bınaber surette kendilerini sadece
bu anlamsız şimdi'yi korumak ve kollamakla görevli addedi­
yorlar. İslam'ı ve müslümanlan modemleştirrnek, dünyevi­
leştirmek adına, bizi biz yapan ne kadar değer ve kutsal var­
sa onlan imha etmeye çalışıyorlar.
Alimi değil aydıru, ilmi değil bilimi, dini değil ideolojiyi,
adaleti değil eşitliği, ötedünyayı değil dünyayı, sohbeti değil
dedikoduyu, zatı değil sıfatı, cevheri değil arazı, varlıkı değil
varolanı seçenlere benim söyleyecek ne sözüm olabilir ki?
Evet ne ıarız, ne de mana. Sözüm bizatihi nazmı seçenlere!
kadınlarımız nanıına
savruluşumuzun hikayesi

Kadın konusunda adam gibi konuşmanın da, yazmanın


da çok zor ve }i denli de riskli olduğunu bilmez değilim; saf­
dil okurlann sızlanmalannı nazar-ı dikkate almayacak kadar
aymaz ise hiç değilim; üstüne üstlük bu tür konulan konuş­
manın bir işe yarayaca�ndan ümidini kesmiş biri olarak
böylesine nazik ve bir o kadar da sancılı bir yarayı kaşımak
mecburiyetinde kalmaktan da şahsen hoşnut değilim.
Bu kadar değil biraraya gelince, sonucun da ister istemez
olumsuz olması gerekiyorsa da kimi beklenmedik koşullar
bazı konulann -bu değillerin rağrnına- konuşulmasına yol
açıyor. Yaklaşık iki aydır Berlin'de bir üniversitenin anfisin­
de "yaz sıcaklannın canı cehenneme!" diyen farklı düşünce­
lere mensup 25-30 kişilik kızlı-erkekli bir öğrenci gmbuyla
birlikte Türkiye'de Islamcılık Düşüncesi'nden sırasıyla metin­
ler okuyup tartışıyoruz. Esasen okuyup tartışmak amacıyla

88 PHILO-SOPHIA-LOREN

sulanna dalmak için seçe seçe böylesine derin bir ummanı


seçmemizin temel nedeni, biraz da buralara ta nerelerden
savruldugumuzu anlamaya çalışmak.
Işbu vesileyle geçen hafta üzerinde uzun uzun durdugu­
muz bir metni sizlere aktanp pekala modemist bir İslam­
cı'nın, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi'nin (öl. 1 920) bir
asır önce kadınlann eğitimi üzerine yazdıklanna dikkatlerini­
zi çekmeye çalışacağım. Kimbilir belki böylelikle mevzfyi
kaybetmenin mevzuyu kaybetmek demek oldugunu anla­
mamlZ biraz daha kolaylaşmış olur.
Kadınlann yaratılış gayeleri, onlann sırf dünyaya çocuk
getirmeleri ve o çocuklan bir müddet terbiye etmelerin­
den ibarettir. Binaenaleyh eger kadınlar dış işlerle meş­
gul olmaya kendilerini verirlerse kadınlann yaratılışına
terettüb edecek şu mühim hikmetin ve büyük masIaha­
tın ortadan kalkacağı ve bu halin bilahare insan nesiinin
dünyadan kesilmesine sebebiyet verecegi şüphesizdir.
Mademki kadınlann uhdelerine terettüb eden vazifeler
sırf ev işlerini düzene koymaktan ve dünyaya getirdikle­
ri çocuklan terbiye etmekten ibarettir, şu halde ... ( .. .)

Kadınlar mestı1re [kapalı] olmakla medeniyetin güzel


neticelerinden mahrum olmazlar. Him ve maarifle ken­
dilerini ve vasıflanm süsleyebilir\er. Çünkü beşikten me­
zara kadar ilim tahsil etmeyi emreden Muhammedi şe­
riat, kadınlan bu emirden istisna etmemiştir; ilim tahsi­
lini erkeklere ve kadınlara farz kılmıştır.

Şu kadar var ki ilim tahsil etme yeri olan mekteplere de­


vam etmek hususunda kadınlarla erkekler arasında bi­
raz fark vardır. Erkekler ilk, orta ve lise mekteplerinde
tahsil yaptıktan sonra bunlann hepsinin üstünde olan
yüksek mekteplerde, üniversitelerde tahsil görmeye de
mecburdurlar. Bu mecburiyet umumi degilse de bir kı-
KADINLARlMIZ NAMINA SAVRULUşUMUZUN HIKAYESI ' 89

sım erkekler hakkında zaruridir. Halbuki kadınlar böyle


degildir. Çünkü kadınlann yaratılışındaki hikmet. onla­
nn bir erkekle evlenerek dünyaya çocuk getirmek ve
sonra o çocuklan terbiye etmek ve ev işlerini dÜZene
koymaktan ibarettir. Kadınlann bu vazifeleri hakkıyla
ifa edebilmeleri ise öyle senelerce yüksek mekteplere de­
vam etmelerini gerektirmez. Çünkü bu vazifeleri ögren­
rnek için ilk. orta. lise mektepler yeterlidir. Ondan sonra
bir hanım kızın kendine münasip bir erkekle evlenmesi
ye beyhude yere zaman kaybetmemesi gerekir.

Demek oluyor ki esasen ilim tahsil etmek kadınlara da


lazımdır. Çünkü cahil bir kadın gerek ev işlerini layıkıy­
la çevinneye ve gerekse çocukların terbiyesini meşru
usul ve sıhhf kaideler dairesinde ifa etmeye muktedir de­
gildir. Fakat insan türünün bekasına. insan nüfusunun
çogalmasına yegane sebep olan evlilik meselesi bir kadı­
na düşen vazifelerin en birincisini teşkil ettlginden ilk,
orta ve lise tahsillerini gördükten sonra buna kanaat et­
meyip de erkekler gibi üniversitelere devam edecek ve
oralardan mühendis. mimar. vs. olarak çıkmaya çalışa­
cak olursa. yaratılışına düşen vazifeyi suistimal etmiş ve
bilahare insanlıga ihanet etmiş olacagı şüphesizdir.

Biz "Kadınlar üniversitelerde okunan ilim ve fenleri hiç


okumasınıarı " demek istemiyoruz. Çünkü ilim tahsil et­
mek için bir sınır. bir son yoktur. En büyük fazilet de
ilim ve marifettir. Fakat erkekler hakkında bile herkesin
ayn ayn olarak bütün ilimIeri tahsil etmesi imkan hari­
cindedir. Bu mümkün olsa bile hikmete uygun degildir.
( . . . ) Bütün erkekler için bile yüksek ilimIeri tahsil etmek
hikmete ve maslahata uygun olmayınca. bunun kadın­
lar için hikmet ve maslahata uygun olmayacagı öncelik­
le böyle olur. Binaenaleyh bir hanım kızın kendi asü va­
zifeleriyle ilgili olan ilk. orta ve lise tahsilierini ikmal et-
.
90 PHIlO-SOPHIA-lOREN

tikten sonra hemen bir erkekle evlenmesi medeniyetin


gerekleri cümlesinden bulunmaktadır: evlendikten son­
ra arzu ederse, vakit buldukça kendi evinde yüksek
ilimieri tahsil edebilir. Bu fazla, tebcil edilmiş bir mezi­
yettir. (V1 26-1 29)

Ne dersiniz bu yeterince kıŞkırtıcı, kışkırtıcı olduğu kadar


da üzerinde durulmaya deger bir metin degil mi? !
Şayet böyle düşünüyorsanız, Musa Kazım Efendi'nin
söylediklerinin tam manasıyla açıklık kazanabilmesi için ay­
nı metinden küçük bir pasaj daha okuyalım:

MaJOmdur ki bir ailenin saadetini temin etmesi iki tür


mühlm vazifeye ba�ıdır: Bunlardan biri eve ait vazifeler,
digeri evin dışına ait vazifelerdir. Bu iki tür vazifeleri yal­
nız kadın ira edemeyecegi gibi yalnız koca da ifa ede­
mez. Şu halde bu vazifeleri taksim etmek gerekir. Eve ait
vazifeleri kadına, evin dışındaki vazifeleri kocaya yükle­
mek gerekir. Bunun aksi olmazı Zira kadınların asli ya­
ratılışlanndaki nezaket ve zerafet geregince onlann bir­
takım zor işlerden ibaret olan dış işlerle meşgul olmaJan
hikmet ve masIahata uygun olmayacagı gibi. erkeklerin
ev işleriyle meşgul olmak için varlıklanm ortaya koyma­
lanm da hiçbir akl-ı selim caiz göremez. Çünkü bu adeta
tabiat kanununu degiştirmeye. kadınlan erkek. erkekleri
kadın yapmaya kalkışmak demektir: bunun battl oldu­
gtında ise hiç kimse tereddüt etmez! (V126)

Bu pasaj okunduktan sonra ögrencilere neler düşündük­


lerini sordum. Cevaplar aşagı yukan şu ifadeyle özetlenebile­
cek türdendi:
- Bu zatıntabiat kanunlan algısı pek farklıymış! Şimdi
ise o kanunlar degişti ve evin içi-dışı gibi methumlardan ar­
tık eser bile kalmadı.
KADıNLARlMIZ NAMlNA SAVRULUşUMUZUN HIKAYESI ' 91

XIX. yüzyıldan kalma o meşhur tabiat kanunu deyişinin


bugünün gençleri için bir mma ifade etmediği kesindi ve ta­
biatıyla onlar kanun diye, hele hele tabiat kanunu diye asla
ve kat'a değişmeyecek olan şeylerden söz edildiğini akıllan­
na bile getirmiyorlardı. (Arzu edenler, bu meseleyi bir de
Kur'an'daki sünnetuUah terimini kullanarak tartışmayı dene­
yebilirler.)
Gerekçelerini şimdilik bir yana bırakmak kaydıyla Şey­
hülislam Musa Kazım Efendi'nin tabiat kanunu/sünnetul­
lah (!) mesabesinde addetmek suretiyle öne sürdüğü tesbit­
Ierinden bazılannı yineleyelim ve bu arada aşağıdaki metin­
leri okurken günümüz İslamcılannın bu görüşleri -katılıp
katılmamalan bir tarafa- açıkça telaffuz dahi edebilmeleri­
nin'ne denli mümkün olabileceğini tasawur etmeye çalışa­
lım:
- Kadınlann yaratılış gayeleri, onlann sırf dünyaya ço­
cuk getirmeleri ve o çocuklan bir müddet terbiye etmelerin­
den ibarettir.
- Kadınlann yaratılışındaki hikmet, onlann bir erkekle
evlenerek dünyaya çocuk getirmek ve sonra o çocuklan ter­
biye etmek ve ev işlerini düzene koymaktan ibarettir.
- Kadınlann uhdelerine terettüb eden vazifeler sırf ev iş­
lerini düzene koymaktan ve dünyaya getirdikleri çocuklan
terbiye etmekten ibarettir.
- Bu vazifeleri ö�enmek için ilk, orta, lise mektepler ye­
terlidir. Ondan sonra bir hanım kızın kendine münasip bir er­
kekle evlenmesi ve beyhude yere zaman kaybetmemesi ge­
rekir.
- ıık, orta ve lise tahsillerini gördükten sonra buna ka­
naat etmeyip de erkekler gibi üniversitelere devam edecek ve
oralardan mühendis, mimar, vs. olarak çıkmaya çalışacak
.
92 PHIlO-SOPHIA-lOREN

olursa, yaratılışına düşen vazifeyi suistimal etmiş ve bilaha­


re insanlığa ihanet etmiş olacağı şüphesizdir.
- Eve ait vazifeleri kadına, evin dışındaki vazifeleri ko­
caya yüklemek gerekir. Bunun aksi olmaz!
Kadının özgürlügü gibi ilk bakışta parlak ve cazip söy­
lemlerin sağladığı emniyetin gölgesinde modem kadının ne­
relere savrulduğunu tartışmaktan kaçınan bir bilinç yapısı,
bilhassa son 20 yıl içinde " türbanlbaşörtüsü" meselesinin
her geçen gün yapaylaşıp sathileşen yönlerine saplanıp ls­
lam'ın kadın tasavvurunu kendi sahiciliği, kendi tabiillgi içe­
risinde ele almaktan kaçınmakla kalmadı, aynı zamanda ka­
dının doğası üzerine konuşmaktan da kendini mahrum etti.
Üstelik kendi öz-tasavvurunu kaybettiği gibi, diğer yandan
bu tasavvuru kendisine kaybettirenlere eklemlenmeyi, daha
da önemlisi egemen olanı evrensel olan mevkiine çıkarmayı
bir marifet bildi.
Musa Kazım'ın yukanda naklettiğimiz ifadeleri, ne yazık
ki bugünün İslamcılannca bir çırpıda reddedilecek mahiyette­
dir ve belki de bazı genç-yaşlı bilgiçlerce bu satırlar -her ne
demekse- "geleneksel İslam'ın kadın üzerinde oluşturduğu
jakoben tavnn izdüşümsel bir örneği" addedilip belki de
"Emevi-Abbası-Osmanlı totalitarizminin işbirlikçi ulema ara­
cılığıyla Kur'anı gerçekliklere karşı cahil kitlelere kabul ettir­
diği epistemolojik terörün varoluşsal bir yansıması" türünden
lafazanlıklarla karşılık görmekte gecikmeyecektir.
Keşke sorunlanmlZl böylesi nadanlıklara istinaden tartış­
mak ve hatta çözmek bu kadar kolay olsaydı. Ne var ki bu, bu
kadar kolay değil! Emek ister, gayret ister, ter ister, yürek ister,
evvelemirde memleketin dertleriyle sahiden dertlenmek ister.
Bizler daha bir asır öncesinin modernleşme yanlısı bir ali­
minin görüşlerini hazmedemezken, asırlar önce yaşamış bir
KADıNLAR/MIZ NAMlNA SAVRULUŞUMUZUN HIKAYESI · 93

alimimizin, mesela bir fmam-ı Azam Ebu Hanife'nin, bir


Imam GazaIi'nin görüşlerini nasıl hazmedebileceğiz?
Biraz düşünün bakalım, şimdi bu işin sonu nereye varmış
bulunuyor?
durmak durulmaktır

- Biraz düşünün bakalım, şimdi bu işin sonu nereye var­


mış bulunuyor?
Önceki yazımızı bu suaUe Sona erdirmiştik.. Ne var ki bu
yazı ilk yayımlandığı günlerde okurlardan bazılan biraz ol­
sun düşünmek yerine, adını bile ilk kez duyduklannı söyle­
dikleri ve "Şeyhülislam mı neymiş?!" şeklinde tahfif etmek­
ten çekinmedikleri Musa Kazım Efendi'nin görüşlerini durup
dururken gündeme getirmeye çalışmanın kimseye faydası
olmayacağını ihtar etmeyi seçtiler.
Haklandır. Madem ki işleri güçleri başlanndan aşkındır,
madem ki aslında konuşacak daha ciddi meselelerimiz var­
dır, madem ki uzun bir süredir yağmur yağmamaktadır, ma­
dem ki yağdığında da ortalığı sular-seller alıp götürmektedir,
o halde "Böylesi meseleleri kaşıyıp durmanın kime ne fayda­
sı olabilir ki?" diye sormakta kimi okurlar niçin haksız olsun­
lar?
DURMAK DURULMAKTlR 95.

Lakin -ne çare ki!- günceli gündemine almak yerine


gündemini güncele taşımaya alışmış bir adama bu tür ihtar­
lann bir faydası olmaz, olmuyor da zaten. Evet ne yalan söy­
leyelim, tam da durup dururken böylesine eften-püften bir
meselenin içinde buluverdik kendimizi. VE yine durup durur­
ken bir şeyler karalamayı tercih ettik.
Durmasa, daha açıkçası bir yerde durmayı seçmese, insa­
noğlu konuşamaz. Her konuşma durup dururken yapılmak
zorundadır; durmadıkça, durulmadıkça konuşulamaz çünkü.
Konuşan durmalı ve durup dururken konuşmalı. Durdukça
konuşur insan ve konuşabilmek için durmaya ve durulmaya
ihtiyaç duyar. Binaenaleyh her adımda durmayı bilmeli, bil­
miyorsa öğrenmeli. Bazı safdiller alay ededursunlar; kişi, ye­
ri' geldikde -Mehter-i Hümayun gibi- iki ileri, bir geri gidebi­
lecek bir üslıiba sahip olmanın derinliğini kavramalı.
Keşke hep durup dururken konuşabilsek! Keşke biraz
durmayı, durulmayı bilsek! Keşke durmadan durulamayaca­
ğımızı biraz C?lsun, evet, biraz olsun idrak edebilsek! Şimdi
Descartes'ın -hani o ımam Gazalf'nin el-Munkızu min 'ed­
Daıaı adlı eser-i muhaııedinden müstefad- ünlü Metod Üze­
rine Kon uşmalanndan birkaç satır aktarmanın tam yeriydi
ama ne benim buna mecalim var, ne de böyle aktanmlar
yapmanın bir faydası.
Kimse durmak istemiyor; kimse durdurulmak da istemi­
yor. Nitekim Necip Fazıl merhum koııannı bir makas gibi iki
yana açarak "Durun kalabalıklar! Bu cadde çıkmaz sokak"
dediğinde, bu ihtan duyanlar arasından kaç kişi hitabın ken­
disine yapıldığını varsaydı sanıyorsunuz?
Kalabalıklar gerçek muhatabın kendisinin kesinlikle için­
de olmadığını zannettiği meçhUl bir gürıihun adı değil miydi?
Kalabalıklar, ah şu kalabalıklar!

96 PHlLO-SOPHIA-LOREN

Bir defasında yazmıştım, o halde şimdi tekrarlarnaktan


niçin kaçınayım? Kalabalık bir Arapça sözcüğün Türkçe bir
ek alarak üretilmiş hali: galebe-lik. Kalabalık, galebe çalanla­
nn varettiği canavar. İnsanoğlu kendisinin ürettiği bu cana­
vardan hiç kurtulamamış tarih boyunca. Çaresiz kendisine
galebe çalanlarla boğuşup durmuş. Gücünün yetmediğini an­
ladığında galebe çalanlann oluşturduğu meşilm kalabalığa
katılmış. İstisnalar vukil bulmamış da değil. Nitekim kalaba­
lıklarla boğuşmak ister istemez hep yalnız adamlann işi ol­
muş. Kalabalıklar hep galip gelmiş, yalnız adamlar da çare­
siz hep mağlübiyetin (yenilmenin) o herkese nasib olmaz şe­
retiyle teselli bulmuşlar. Galipler galebe çaldıklan için galip­
ler her daim çoğunluklar olmuş.
Ga1ebelik galiplerin çocuğu. Bu nedenledir ki galebelik ik­
tidann anahtan. Evet, galebelik gürültünün adresi, acizlerin
ilticagahı, sırtını akıntıya dayayanıann �ykayı, durmasını
bilmeyenlerin bahanesi. Galebelik sürat. Galebelik başdön­
mesi. Galebelik kolaycılık. Galebelik menfaat. Galebelik as­
lında galebe çalmak değil, galebe çalınmak. Bu yüzden haki­
katte mağlubiyetin ta kendisi.
Kalabalıklar akıyorlar ve fakat akıp akıp durmuyorlar,
durduruluyorlar, döndürülüyorlar, dolduruluyorlar, dolandı­
nlıyorlar. ..
Niçin kendiliğinden durmayı bilmez kalabalıklar?
Durmak anlamaktır da ondan!
Ne garip değil mi? İngilizce'de ve Almanca'da anlama ey­
lemine karşılık gelen sözcüklerin (understanding ve verste­
hen) her ikisi de durmak kökünden türemişlerdir.
Kalabalıklar anlamayı istemedikleri için durmazlar, dura­
mazlar. Ancak ve ancak durup dururken anlayabileceklerini
bir türlü kabullenmek istemezler. Her daim akarlar, hep
DURMAK DURULMAKTIR 97

akarlar, durmadan akarlar. Kazaen duracak olurlarsa buhar­


laşıp yok olurlar ve işte o an, durduklan an bütün aslı vasıf­
lannı kaybederler, ortada galebelikten filan eser kalmaz.
1mdi, çaresiz yine bir suaııe bitirmek zorundayız yazımı­
zı:
- Vakıf olmak (bir şeyi anlamak) ile vakfe yapmak (bir
yerde durmak) arasında ne gibi bir alaka var?
gül mü, güne mi?

Kadın sorunlan tartışmalannda şu veya bu şekilde taraf


tutanlann önemli bir kısmı sözkonusu terkibin kadın kısmını
öne çıkarmaktan h oşlanıyorlar Sözgelimi daha muhafazakar
.

yorumlara eğilim duyanlar "Kadın bir çiçektir, bir güldür, ih­


timarn ister" gibi, dindar olsun olmasın modem kadının ne
anlam vereceğini bilemediği güya romantik sözler sarfetmek­
le hoş ve şirin (!) bir duruş sergilediklerine inanırlarken, iyi­
den iyiye gerilmiş olan tartışma urganının diğer tarafından
tutanlar ise kendilerince işbu çiçek, gül benzetmelerini Sev­
gililer Günü'ne mahsus zevzeklikler mertebesinde telakki
edip daha çağdaş, daha erkeksi, daha dayanıklı (!) yorumlar
öne sürmekle sözümona daha gerçekçi bir mevkiye yerleş­
tiklerini düşünüyorlar.
Benim nazanmda "kadın sorunlan terkibinin sorun kıs­
"

mı, kadın kısmından daha çok ilgiyi hakediyor; zira bu so­


runlann insana nisbeti kadına olan nisbetinden daha belirle-
.
GÜL MÜ, GÜLLE Mi? 99

yici, daha köklü, daha gerçekçidir. Ölüm sorununu kadın'a


nisbetle tartışmak, ölümün insan'a nisbetini görmek ve gös­
termek isteyen düşünme tarzının çağnsına kulak kapamakla
mümkün olabilir ancak. Kadın ne çiçektir, ne çelik; ne gül­
dür, ne de güne! Benzetmelerin çekiciliğinden istifadeyle ka­
dını öne çıkaranlar, sorun'u örttüklerini nedense görmüyor­
lar. {<endilerini tanımaktan mahrum kadınlar, kendilerini ta­
nımaktan mahrum erkeklerin yalanlanyla hoşça vakit geçir­
meyi yeğleyip özlerinde saklı duran o nicedir ihmal ettikleri
insanı tanımaya vakit ayırmıyorlar. Oysa insan'a, insanı ta­
nımaya vakit ayırmak ve dahi Hz. İnsan'la tanışmayı haya­
tın gayesi bilmek gerekir.
Kadın Hz. İNSANa giden yolun menzillerinden sadece bir
menzUdir, Bir istikamete işaret eden bir tabelanın, bir göster­
genin önünde çakılıp kalmak ve işaret edilen istikamette iler­
lemek yerine durup gösterge karşısında oyalanmak, "Aaa!
Cambaza bakın!" deyince şaşkın bakışlannı göğe çeviren
safdi! kalabalıklann şaşkınlığından istifadeyle onlan soyan­
Iann, yani insan'ı tanımaya niyet ve kabiliyeti olmayanlann
başvurduğu yollardan biridir.
Erkeklerin kadınlaşmasına ve kadınlann erkekleşmesine
dair yazdıklanını eleştirmek arzusunda olanlann, bir İslam
Miminin, Said Nursrnin şu beyti üzerinde düşünmelerini de
tavsiye ederim:

Jza teennese'[-rical'us-süfeha bi'l-hevesat


lzen terecce/e 'n-nisa 'un-nfişizat bi'l-vekahat

Yani: "Zayıf karakterli- erkekler heveslerine tabi olup [bi­


le isteye] kadınlaştıklannda. arsız kadınlar da hiç utanıp çe­
kinmeden [ister istemezJ erkekIeşirler. "
Demek ki "erk.ekleşme-kadınlaşma" tabirlerini kavram­
sallaştırarak kullanan bir tek ben değilmişim.

100 PHILO-SOPHIA-LOREN

Şimdi bu beytin de içinde yer aldığı pasajı -önemsiz bir­


kaç düzeltmeyle Üstad'ın Lemeat ile Sözler adlı eserlerinden
aktarmak suretiyle- dikkatlerinize sunmak isterim.
Kadınlar yuvalanndan Çıkıp 'beşer'i yoldan çıkarmış;
yuvalanna dönmeli. Mimsiz medeniyet [deniyet] taife-i
nisa'yı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırrnış. meb­
zul metaı yapmış. Şer'-İ Islam onlan rahmeten davet
eder eski yuvalanna. Hürmetleri orada, rahatlan evde.
hayatı ailede. Temizlik ziynetleri, haşmetleri hüsn-i
hulk, lütf-i cemali ismet,- hüsn-i keman şefkat, egıenee­
si evladı. Bunca esbab-ı Ifsad... demir sebat karan la-
,

zımdır, ta dayansın. Bir meclis-i ihvana güzel kadın gir-


dikçe riya ile rekabet, hased ile hodgfunlık depretir da­
marlan; yatmış olan hevesat birdenbire uyanır. Taife-i
nisa'da serbesu inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlak-!
seyyienin birdenbire inkişafı. Şu medeni beşerin hırçın­
laşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin,
mütebessirn meyyitlerin rolleri pek azimdir. hem müt­
hiştir tesiri. Memnu heykel ve suretler ya zulm-İ müte­
haccir, ya müteeessid riya, ya müncemid hevestir, ya
tılsımdır eelbeder o habis ruhlan.

Said Nursi'nin bu mütalaalannı nazar-ı itibara almaksızın


ileri-geri konuşanlann ileri gitmeleri de, geri katmalan da
doğrusu beni ilgilendirmiYOL Çünkü böyleleri bir metinde ne
söylendiğini değil sadece, metinde ne söylenmek istendiğini
de anlamaya çalışmıyorlar. Anlamak için önce yavaşlayıp
durmak ve düşünmenin ihtiyaç duyduğu sükuneti kendisine
sağlamak Iazımdır; zira (bir yerde) durmayanlar anlayamaz­
lar.
Modem kadının evsizllği, reçel yapmayı unutuşu, anne­
annesinden veya babaannesinden utanışı, annellği terkedişi,
kısacası erkekleşme sürecine dahli dindar kadınlan da kapsı-
GÜL MO. GOLLE Mi? . i OL

yar. Çünkü dindar kadın da "ışte kadını" denecek durumdan


gittikçe uzaklaşıyar. Said Nursf'nin "Zayıf karakterli erkekler
heveslerine tabi olup [bile isteye] kadınlaştıklannda, arsız
kadınlar da hiç utanıp çekinmeden fister istemez) erkekleşir­
Ier" sözünden de anlaşılacagı üzre, bu sorun, modern kadına
özgü bir SOlUn değil. modem insana özgü bir sorun.
Tartışmanın kadın üzerinden sürdürülmesi sadece kadın
adına bir kayıp değil, erkek adına da bir kayıp sayılmalı.
Çünkü olan insan'a oluyor; bunca vaveyla arasında İNSAN
denen cevher buharlaşıp yok oluyor.
reçel yapamayan islamcı kadınlar

Geçenlerde bir arkadaşım philoSophiaLoreni okuyan -


artık evlilik çağına gelmiş bulunan- erkek kardeşinirı, yen­
gesine "Ben reçel yapmayı bilen bir kızla evlenmek istiyo­
rum" dediğini aktannca tebessüm etmekten kendimi alama­
dım. Çünkü reçel yap(a)mamak kavramına -tıpkı babaan­
nelerden utanmak kavramsallaştırmasında yapmaya çalıştı­
ğım gibi- birbiriyle ilintili anlamlar yüklemiştim: msı' gele­
neksel aile'nin hızla çözülmeye başlaması, günümüzde 'ka­
dın'la 'ev' sözcüklerinin birbirlerini iter hale gelmeleri, kızla­
nmızın sorunlannı ev (leri) dışında çözmeye yönelmeleri, ile­
ride çocuklanna aktaracaklan tecrübeleri ailelerinden tevarüs
etmekteki isteksizlikleri, imkansızlıklan, vs.
"Reçel yap(a) mamak" kavramına yüklediğim anlamlann
okur tarafından hiç değilse bu düzeyde olsun sezinlenmesi,
işaret ettiğim noktanın anlaşıldığını gösteriyordu. Nitekim
Konya sokaklanna gençlerin "Reçel Yapamayan İslamcı Ka-
REÇEL YAPAMAYAN ısLAMcı KADıNLAR ' 103

dınlar" diye afişler astıklannı işitince bir kez daha tebessüm


ettim. Dogıusu, meselenin böylesine abartılacağını tahmin
edemezdim. İslamcı kadınlann "Allah kuru iftiradan sakla­
sın" deyip her fırsatta pekala reçel de, aşure de yapabildikle­
rini anlatmak ihtiyacı hissetmelerine yol açması bakımından
bu tür abartılann tamamen yararsız olduklannı söyleyernem.
Söylenebilecek olan sadece şu: Kavramlann kendileri, ta­
raflarca bir hakikat gibi algılanıyor ve onlar, gösterilen yere
bakmak yerine o yeri gösteren parmağa odaklanarak meca­
zı ifadeleri hakikate dönüştürüyorlar.
Reçel yapabilmesi veya sofrada rengarenk reçel çeşitleri­
nin bulunmasına ihtiyaç duyabilmesi için bir çocuğun önce­
likle ailesiyle birlikte kahvaltı masasına oturması ve reçeli
kendi evinde, yani aile sofrasında görmesi gerekiyor. Kendi
evinde, kendi yatağında uykuya dalıp kendi evinde gözleri­
ni açmayan çocuklann mahrum olacaklan tek şey reçel mi­
dir? Oysa reçel benim nazanmda anne sevgisini, yuva sıcak­
lığını, aile terbiyesini temsil eder. Yurt odalannda veya bekar
evlerinde sadece doymak için sofraya oturan, annelerinin
hazırladıklan sofralarda kahvaltı yapmak imkanı bulama­
yan, aile sofrasının sıcaklığını yeterince tatmadan büyüyen
çocuklar okullannı bitirip mezun olsalar n'olur, olmasalar
n'olur? Reçelden mahrum olmanın, aile içinde yaşamak zen­
ginliğinden mahrum olmak anlamına geldiğini bu kadar mı
�çıklıkla vurgularnam gerekiyordu?
Kız çocuklan çokluk ninelerini veya annelerini örnek ala­
mıyorlar; zira onlarla ayn dünyalann insanlan olduklarına
inanıyorlar ki tamamen haklılar. Annelerinin kurduklan sof­
ralarda annelerinin elleriyle yaptıklan o güzelim [eçelleri (I)
yiyemeden büyüyen bu kızcağızlar için ev ortamı sıkıcı geli­
yor ve tabiatıyla onlar da dışanda yemek yemeyi ya da so-
.
1 04 PHIlO-SOPHIA-lOREN

kakta abur-cubur bir şeyler atıştırmayı modernlik sanıyorlar.


Çalışarak hayatını geçirecek olan bu iş kadını adaylannın
hafta sonlan dışanda yemek yemeyi arzulamalanndan, bu
tür bir hayatı sağlayacak bir geçim standardına ulaşmayı ise
köylülükten kurtulmak gibi algılamalanndan daha tabii ne
olabilir? Aile ortamında yetişen çocuklar aile kurabilirler; re­
çel yiyerek büyüyen çocuklar reçelin eksik olmadığı sofrala­
ra ihtiyaç duyarlar; zira insanlar ailelerinden aldıklannı an­
cak kendi ailelerine verebilirler. Aile havasını teneffüs etme­
miş kimselerin ailevı değerlere karşı kayıtsız kalmalan, dola­
yısıyla anne yemeklerine duyulan özlemi hafife almalan ga­
yet tabiidir.
Ben başından itibaren reçel kavramını ailevı değerleri (ai­
le ortamını) sembolize edecek şekilde kullandığım halde kimi
hanımlar bu konudaki sözlerimi yanlış anlayıp reçeli hakikf
manasıyla yorumluyorlar. Gerçi bu yanlış anlama sebebiyle
hanımlann ikide bir reçel pişirme becerilerini ortaya sermele­
rinden şikayetçi olduğum düşünülmesin; bilc1kis bu gelişme­
lerden memnuniyet duyuyorum.
Uikin asıl soru(n) şu:
Çocuklannı iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir ev hanımı ola­
rak yetiştirmek cesaret ve kabiliyetini yitirmiş bulunan yor­
gun anneler, kendilerinin kızlanna vermediklerini onlann
kendi çocuklanna vereceklerini mi sanıyorlar?
Böyle sanıyorlarsa yanılıyorlar; zira anneleri (babalanyla
birlikte olup) onlan yurtlara, bekar odalanna gönderdikleri
için, onlar da daha erken davranıp çocuklannı kreşlere gön­
derecekler. Anneleri zahmet edip mesela reçel yapmadıklan,
börek açmadıklan için, hatta onlan cola-hamburger kültü­
rüyle yetiştirmeyi köylülükten kurtulmak gibi algıladıklan
için onlar da çocuklanna annelerinden öğrendiklerini öğrete-
REÇEL YAPAMAYAN ısLAMcı KADıNLAR ' 1 05

cekler; mesela su böreğine tenezzül etmezlerken hamburger


veya pizzayı çağdaş zevklerinin arasına katacaklar.
Sözün özü, modem müslüman kadın mezarlık ziyaretle­
rini terkettiği için reçel yapmayı da terketti; ölülerine Kur'an
veya Yasin okumayı hurafe, hatim indirmeyi ise anlamadan
yapılan lüzumsuz bir tekrar, Ramazanlarda cami ziyaretleri­
ni 'anlamsız geziler' olarak telakki ettiği için kurduğu sofra­
lara reçel yerine nutella koymaya başladı. Geleneği pirinç
ayıklar gibi ayıklayacağını sanıp Kitap'ta yerini bulamadık­
lannı ritüel, kült vb. terimlerle tanımladığı için annesini, ba­
baannesini örnek almayı başaramadı; üstelik onlan "babala­
n ve dedeleri tarafından ezilen zavallılar" olarak tanırrılama­
nın nelere malolacağını hesaplamadı.
Belki birileri, "Peki ya erkekler? Onlar bu arada neler yap­
tılai? " diye sorabilirIer. Hemen söyleyeyim: Erkekler pişkin
pişkin sıntıp "Biz masumuz; çünkü o sırada bakkala nutella
almaya gitmiştik, evde neler olup bittiğinden hiç haberimiz
olmadı" diyecekler.
gölgesi ne de çoktur arasokakların

Merak etmeyiniz, aklına esenin estigi gibi estirdigi rüz­


garlardan etkilenip kadınlar çalışmalı mı, okumalı mı ya da
okumak ve çalışmak yerine evinde oturup dikiş-nakışla mı
uğraşmalı gibilerinden cansıkıcı konularda bilgiçlik taslaya­
cak, haddim olmaksızın sizlere beylik nasihatlerde buluna­
cak değilim. Bilenler bilirler ki ben üzerime vazife . olmayan
konularda konuşmayı sevrnem. Üstelik galebelikleri doğru­
dan ilgilendiren konulan benim pek o kadar ilgi çekici buldu­
ğum da söylenemez.
O halde ne yapmaya çalışıyorum? Evet, niçin kadın me­
selesinde bugün için pek öyle kolay kolay hazmedilemeye­
cek birtakım görüşleri aktanp sıradan okurun camm sıkacak
meselelere işaret etmeyi bir marifet addediyorum?
Hemen belirtmem gerekirse, şahsen herhangibir sorunla
salt muhtevası itibariyle ilgilenmeyi tercih etmedim bugüne
değin. Hakkında mürekkep sarfettigim sorunlan salt muhte-
GÖLGESI NE DE çoKTUR ARASOKAKLARIN 101.

vası itibariyle ve tabü ki onlan fiilen çözüme kavuşturmak


amacıyla da kendime sorun edinmedim, bilatds bir sorun 'un
yine bir sorun olmak itibariyle nasıl ele alınabileceği üzerin­
de durmak, mümkün olduğu kadanyla gerçekten de üzerin­
de konuşulmaya değer sorunlan bulup ortaya çıkarmak, he­
le hele bir kere ortaya çıkmayı başarmış iseler o sorunlara da­
ir nasıl ve ne surette esaslı suaııer sorulabileceğini araştırmak
nedense bana oldu olası daha sağlıklı bir yol gibi göründü.
Sahici sorunlar üzerinde kalem oynatmak hiç kuşku yok
ki takdire şayandır ve fakat o sorunlann sahicililderini nasıl
kazandıklanm adam gibi bilmek kaydıyla. Binaenaleyh bir
sorun'un herhangibir emr-İ vakiyle önümüze bırakılması se­
bebiyle ve bu emr-i vakinin tesiriyle ister istemez lafazanlık
yapmak durumunda kalmak başka bir şey. galebeliklerin
rağmına bir sorun hakkında soru sahibi olmak çok daha baş­
ka bir şeyI
Sonı sahibi olmak bizatihi sorun sahibi olmak değildir.
Çünkü sqrular samldığımn aksine her zaman sorunlar hak­
kında olmayabilir.
Sorunlanmız olmasa da, sorunlar bizim olmasa da soru­
lanmız olmalı, bizim sorulanmız olmalı.
Ya cevaplar?
Cevaplan yazmak -söylemek zorundayım ki- kendi so­
runlan olmak bir yana, bizatihi kendi sorulan dahi olmayan­
lann şanındandır. Çokluk insanlar cevap sahibi olmayı ister­
ler ve bu nedenle hazır cevapıann satılageldiği dükkanıardan
onlan almakta pek ziyade tehalük gösterirler. Cevap sahibi
olmak, kabul etmeli ki insana güç verir, ona cevabını bildiği
sorunlar hakkında konuşmak imkam sağlar, böylece sahte
soru(n) larla dolu zihinler nezdinde kendisinin ikna ediciliği­
ni artınr; bu nedenle soru sahibi olmak yerine, cevap sahibi

108 PHILO-SOPHIA-LOREN

olmayı tercih edenlerin sayısı çoktur. Oysa sorunlanmız ol­


masa da, sorunlar bizim olmasa da sorulanınız olmalı, bizim
sorulanınız olmalı. Bu yüzden de cevap sahiplerinin değil,
soru sahiplerinin adlan bulunmalı defterimizde.
Kalabalıklann defteri olmaz. Kalabalıklar defter tutmaz.
Kalabalıklar arasokaklara sıgmazlar, bu nedenle kalabalıklar
arasokaklarda dolaşmayı sevmezler. Onlar anacaddelere ait­
tir. Anacaddeleri bellemek gerekmez, dolayısıyla kalabalıkla­
n salt dolaşnrmak yeterlidir anacaddelerde: yamp yamp sö­
nen ışıklar, parlak vitrinler, ağzı laf yapan iyi giyimli sancı­
lar, ve asla sahiden sahip olunamayan çözümler.
Dikkatle bakarsanız, ellerinde defter olanlann her drum
arasokaklarda dolaşnklanm, anacaddelerde seyretmek yeri­
ne -çıkmaz bile olsa- arasokaktarda yalnız başlanna gezip
dolasnklannı. hatta bazen bir sokak köşesine öylece çöküp
kaldıklanm görürsünüz.
Gölgesi ne de çoktur arasokaklann.
Köşebaşlanndaki lambalan bile pek yanmaz oldu olası.
Biraz serin, hatta soğuktur. Ceset doludur hec yer. Cesetler.
Evet, kokmuş, şişmiş yaşlı cesetler. Kimi zaman da yakışık­
Wığından hiçbir şey kaybetmemiş olduğu halde kaldınmlar­
da yatan genç cesetler. Kaldınm kenarlan su birikintileriyle
degil, kandan oluşmuş götcüklerle istila edilmiştir sanki. Bir­
kaç garip kılıklı adam ellerinde kalem ad kaydetmekle meş­
guldürler günler-geceler boyunca. DiriItmeye çalışırlar orada­
burada yatan binlerce ölüyü. Başlan bir sokaktan, vücutlan
bir sokaktan, ayaklan, elleri ise yine başka bir sokaktan top­
larlar.
Ölülerle konuşanlan da vardır aralannda. Sessizce, gü­
lümseyerek, başlanm okşayarak, ellerini öperek, hürmetIe
ölülerle konuşan garip kılıklı garip adamlardır bunlar. Olur a,
GöLGESI NE DE ÇOKTUR ARASOKAKl.ARIN ı 09

bazılan bazen yollanm şaşınrlar da anacaddelere çıkmak gaf­


letinde bulunurlar. Geri döneni pek görülmemiştir. Hemen ve
orada, görüldükleri ilk yerde linç edilirler kalabalıklarca. Ka­
labalıklann hiç mi hiç tahammülü yoktur arasokaklann bu
garip kılıklı garip adamlanna. Bağışlamazlar bu yüzden on­
lan.
Ben bu tür kazalara pek aldırmam da hep neye yananm
bilir misiniz? Zavallılann ellerindeki o küçük defterlere. Ken­
dileri geri gelmediklerinde, bilmek gerekir ki defterleri de ge­
ri gelmeyecektir. Gelmez de nitekim.
Oysa gölgesi ne de çoktur arasokakların!
hz. madanna'nın ruhaniyetinden
istimdad
kadın olmak kolay, eş olmak zor

Kur'an'ın hikmetlerini, Kur'an'ın mesajını Türkçe çeviri­


lerin açtığı pencereden izlemeye çalışanlar, umurniyetle Arap
dill'nin kendine mahsus inceliklerini küçümsemek eğilimin­
dedirler. Arap dili bir yana, Kur'an dilini bile dikkate alanla­
nn sayısı pek azdır. Haliyle, bir dilden bir dile yapılan çeviri
işleminin kaynak metindeki mana zenginliğini yok ettiğini
savunanlann mübalağa etmekle suçlanmalannı çok görme­
mek gerekir.
Gerçekte bu itirazlann haklı tarafı yok da değildir. Ancak
dinini ciddiye alan bir müslümanın, iman etmiş olduğu Ki­
tab'ın dilini de ciddiye alması bir vecibedir. Işte bu nedenle
Kur'an mütercimlerince özen gösterilmeksizin Türkçe'ye ak­
tanlan iki sözcüğü misal olarak vermek istiyorum: zevc ve
imrae.
Kur'an her defasında Hz. Adem'in zevc{e)sinden bahse­
derken, buna mukabil Hz. ıbrahim, Hz. Zekeriya, Hz. Lut ve
1 14 . PHILO-SOPHIA-LOREN

Hz. Nuh'un, hatta Firavun ile Aziz'in "imrae"lerinden söz


eder. Keza Kur'an'da zevc (çoğ. 'ezvac') kelimesinin çok çe­
şitli kullanımlan olduğU ve fakat dişil (zevce) formunun bu­
lunmadığı malOmdur.
Bu kelimelerden ilkini (zevc) 'eşi' , diğerini (imrae) ise
'kansı' veya 'kadını' diye Türkçe'ye çevirmek mümkün. Ne
ki bu sözcükler, Kur'an mütercimlerinin çoğU tarafindan ge­
lişigüzel bir biçimde Türkçe'ye aktanlmış, mesela imrae söz­
cüğüne mukabil herhangibir tefrik.te bulunmaksızın "hatun,
hanım, eş, kan, kadın" sözcükleri kullanılmıştır.
"Hz. ıbrahim'in eşi" ile "Hz. İbrahim'in kansı" demek
arasında Türkçe açısından bir fark var mıdır? Sözgelimi Türk­
çe'de "Firavun'un eşi" deseniz ne olur, "Firavun'un kansı"
deseniz ne olur? Türkçe açısından hiçbir şey olmaz; zira bu­
gün Türkçe'de, filanın "eşi, kansı, hanımı" gibi tabirler umü­
miyetle eşanlam/ı olarak kullanılır; ancak bazı bölgelerde
(msı' ıstanbul'da) 'eşi' ve 'hanımı' tabideri, 'kansı' tabirin­
den daha kibar bir kullanım olarak kabul edilir ve özellikle
tek başına 'kan' tabirini kullanmak bir kaba/ık sayılır. [Bu
tasavvur XX. yüzyılda oluşmuştur. Mesela Ahmed Cevdet
Paşa (ÖL. 1 895) hala yazma olarak bulunan Kur'an çevirisin­
de kan sözcüğünü hiç çekinmeden kadın anlamında ve sık­
lıkla kullanır.]
Peki Kur'an dilinde böylesi bir eşanlamhlık mevcut mu?
Hayır! Çünkü Kur'an, a) ihanet, b) inanç farklılığı, c) dulluk,
d) kısırhk gibi unsurlann bulunduğu yerlerde zevc (eş) söz­
cüğünü kullanmaz. "Aziz'in eşi" demez; zira kadın kocasına
ihanet etmiştir. "Firavun'un eşi " , "Lut'un eşi ", :'Nuh'un eşi"
demez; zira bu kadınlar kocalannın dininden değildir (Fira­
vun'un kansı mümin, diğer ikisi kafirdir) . "lmran'ın eşi" de­
mez; zira Hz. Meryem'in annesi duldur. Keza "İbrahim'in
KADıN OLMAK KOLAY. EŞ OLMAK ZOR ' 1 1 5

eşi", "zekeriya'nın eşi" demez; zira her iki kadın da kısırdır.


(Hz. Zekeriya evlat sahibi olmakla müjdeleninee, Kur'an he­
men onun hakkında zevc (eş) sözcüğünü kullanaeaktır.)
ZevciY.Yet (bir erkekle bir kadının birbirlerine eş olmalan)
Kur'an diline göre; a) sadakat, b) muhabbet, c) viladetve d)
nikah unsurlarından birinin eksik oluşuyla ortadan kalkar.
Sözgelimi sadakat yoksa (=ihanet) veya muhabbet kalma­
mışsa (=inanç farklılığı) zevciyyet (eşlik) kan-koca için kul­
lanılabilir bir sıfat olmaktan çıkar; kadın, kocasının 'eşi' de­
ğil 'kansı' diye anılır. Bu ikinci vasıftan,
, aşağılayıcı ve tah­
kir edici bir mana çıkanlmamalı; sadece bir dilin mantığının
başka bir dilin mantığından farklı işlediğine dikkat edilmeli­
dir.
Bu açıklamalardan sonra, sanınm şöyle bir sual sormaya
hak kazanmış sayılabiliriz: Kur'an çeviri/eri, niçin bizleri bu
incelikler karşısında duyarlı kılmıyorlar?
Bu sua1in doğru cevabını bulmak için, çeviriler karşısında
daha eleşt�el bir tutum takınmak ve böylelikle mevcut çevi­
rilere layık olmadığımlZı ispat etmek zorundayız diye düşü­
nüyorum. Aksi takdirde "Adem'in zevcesi" tabirini okuyacak
ve fakat, Hıristiyan geleneğindeki "Hawa'nın ihaneti" send­
romuna Kur'an'ın verdiği beliğ cevabı görmekten mahrum
kalacağız. Keza "Firavun'un kansı", "Nuh'un kansı",
"Aziz'in kansı" tabirlerini okuyacağlZ ve fakat dil'le muhte­
vanın, üslı1bla mananın �u denli yüksek seviyedeki izdivac­
lanna tanıklık yapma şansımızı kaybedeceğiz.
Bu seviyeye ulaşmak için çaba harcamaz, ucuz çevirile­
rin ruh sağlığına zararlı anlamlan ile oyalanmayı sürdürür­
sek, hiçbirimizin, "firavun'un eşi", "Lut'un hanımı",
"Adem'in kansı" şeklindeki çevirilere istinaden Kur'an'ı an­
ladığımlZl, anlayabileceğimizi söylemeye hakkımız olmaz.
1 16 · PHlLO-SOPHIA-LOREN

Bu çevirileri utanmadan önümüze getirenlerin, Kur'antı


anlama, onun feyz u hikmetindan istifade etme seviyeleri bu
olursa, çevirilere mahkum edilen halkın seviyesi nice olur?
Binaenaleyh bir-iki çeviriden birkaç ayet iktibas edip ahkam
kesenlere haksızlık etmeyi bırakalım da onlann ellerine bu
kötü çevirileri verenlerde hiç suç yok mu, bir de işin bu tara­
fına bakalım.
Bakalım ve merhum Elmalılı'nın şu uyanlanna kulak ve­
relim:

Öylelerini göıüyoruz ki Kur'an'ı anlamıyor ve tefstrlere


müfessirlerin te'vil/eri karışmıştır diye onlan da kale al­
mak istemiyor da eline geçirdigi tercümeleri okumakla
Kur'an'ı tedkik etmiş olacagmı iddia ediyor; düşünmü­
yor ki okudugtı tercümeye alim müfessirlerin te'vili de­
gi\se, cahil mütercimin re'yi ve te'vili, hatası, noksanı
kanşmıştır.

Bu satırlann yazıldığı tarih 1 935. Şimdi ise 2004 yılında­


yız, Ne dersiniz, şimdi daha iyi bir durumda olduğumuz söy­
lenebilir mi?
kadınlar tarla mıdır?

Bazı okurlar Bakara: 223 ayetinin anlamına ve çevirileri­


ne ilişkin eleştirime açıklık getirmemi istiyorlar; zira güven­
dikleri baiı kimselere sözkonusu eleştirimi naklettikIerinde.
hars kelimesinin Türkçe'deki karşılıgının tarla olduğu ve do­
layısıyla yapılan çevirilerde bir hata bulunmadığı cevabını al­
mışlar. Bu sebeple bana da -haklı oIarak- "Siz hars keli­
mesine hangi anlamı veriyorsunuz?" diye soruyorlar.
Önce şu husüsa bir açıklık getirelim: Arapça'daki hars ke­
limesinin Türkçe'deki karşılığı tarla'dır; yani biz, bu kelime­
nin "tarla, mezra, ekinlik, ekin yeri" manasına gelmediğini
söylüyor değiliz. Bilakis bizim eleştirimiz, buradan sonra, ya­
ni hars kelimesirıın Türkçe'de ancak tarla kelimesiyle karşı­
lanabileceğini kabul ettikten sonra başlıyor. Çünkü biz, "ka­
dınlannız sizın tarlanızdır" ifadesiyle yapılan berızetmenirı
(kadınlann tarlaya berızetllmesinin) , Türkçe açısından şık 01-
118 . PHILO-SOPHIA-LOREN

mayan, hatta kaba ve yakışıksız bir berızetme olduğunu


söylüyoruz. !
"Türkçe açısından" diye üzerine basa basa vurguluyo­
rum: zira Arapça ve Türkçe'de bu kelimenin mecazikullanı­
mı bakımından tam bir mütekabiliyet bulunmamaktadır_
Bilindiği üzere kelimeler, birihakikı� digeri mecaziolmak
üzere farklı manalar taşırlar. Hars kelimesi de böyledir ve bu
kelime hem Arapça'da, hem de Türkçe'de "tanma elverişli
olan, sınırlı ve belirli bir toprak parçası" anlamına gelmekte­
dir. Bu anlam, hars kelimesinin hakiki anlamıdır ve burada
bir sorun yoktur. Sorun kelimenin mecazianlamındadır; zira
Arapça'da bu kelimeyle kadının 'kadınlık uzvu' kastedilerek
doğurganlığına atıf yapılmakta ve böylelikle kelimeden ikin­
cil bir anlam (mecazi anlam) elde edilmektedir. Nitekim
Kur'an'da da hars kelimesi hem hakiki anlamıyla, hem de
mecazianlamıyla kullanılmıştır. Mesela Kur'an'da ahiret eki­
ni, dünya ekini manasında hars'ul-ahire, hars'ud-dünya
(Şura: 20) tabirleri geçer.
Bakara: 223 ayetine gelince, burada kelime hakiki anla­
mıyla degil, mecazianlamıyla kullanılmaktadır ( ve haza me­
cazun; Zemahşen) . Keza Elmalılı Hamdi Yazır da bu hususa
dikkat çekmiş ve bu tabirle kadının kadınlık uzvunun ye­
re/toprağa, erkegicı nutfesinin tohuma, doğacak çocuğun da
hası1atalmahsale benzetilerek bir istiare yapıldığını söylemiş­
tir. (Bu izahın, Cafen mezhebine ait bir yoruma cevap teşkil
ettigicıi de belirtmek isterim .)

1. Ziya Gökalp'in Fransızca cuJture kellmeslni hars'la karşılamasından


cesaret alan bazı sagcı sosyologiann, .. hars u nesli yok etme çabasın­
dan" söz eden bir ayeti (Bakara: 205) , "kültür düşmanlıgı"yla izah
etmek gibi komiklikler yapmalanna sadece tebessümle mukabele edi­
yorum .
KADıNLAR TARLA MIDIR? 1 ı 9

Peki Türkçe'de tarla kelimesi, Arapça'daki gibi bir mecazı


anlama sahip midir? Türkçe'de kadın ile tarla kelimeleri ara­
sında edebı bir münasebet kurulmuş mudur? Tarla kelimesi,
kadınlarla ilgili bir benzetmenin unsuru olarak kullanılmakta
mıdır?
Hiç kuşkusuz ki bu suaııer cevaplanmadıkça, hakikı� an­
lamlar arasındaki eşdeğerliliğin bize bir yaran olmaz; zira
tartışma, hakikf değil, mecazi eşdeğerlilik üzerinedir. Ne ki
hars kelimesinin mecazİ anlamına· denk olmak kaydıyla tar­
la kelimesinin mecazİ bir anlamı bulunmamaktadır. Binaena­
leyh nisaukum harsun lekum ayetini okuyan bir Arab'ın ak­
lına hars kelimesinin mecazİ anlamı; kadınlannız sizin tarla­
nızdır şeklindeki çeviriyi okuyan bir Türk'ün aklına ise -is­
ter istemez- tarla kelimesinin hakiki anlamı gelecektir. Bu
sebepten olsa gerek, birçok yerde harsı ekinle karşılamaktan
çekinmemiş olan merhüm Elmalılı, bu ayete gelince, kelime­
yi Türkçeleştirmekten şiddetle kaçınmış ("Kadınlannız sizin
için bir harstır. O halde harsınıza. . . ") ve ardından gerekli
açıklamalan yaparak kelimenin Arapça'daki mecazf anlamı­
nı ikna edici bir biçimde ortaya koymuştur.

Hasılı bizim talebimiz, okuru tarla kelimesine mahkUm


eden piyasa mütercimlerinin bu kadarcık bir zahmete katlan­
malan; Said-İ Nursi'nin şu sözünü hep akılIannda tutmalan:
- Mecaz ilmin elinden cehlin eline düşerse hakikate in­
kilab eder, huraİata kapı açar.
kadın psikolojisi

Bir arkadaşıının ricası üZerine, tıahiyat Fakültelerimizden


birinde, Tefsir Bölümü'nde yüksek lisans yapan ve tez hazır­
lama aşamasına gelmiş bir kız öğrenciyle görüşmüştüm. Ar­
kadaşım, teziyle ilgili bazı hususlarda bu öğrenciye yardımcı
olabileceğimi düşünmüş ve ilgilenmemi istemişti.
Kendisirte tezinin konusunu sorduğumda Kur'an 'da Ka­
dının Psikolojisiyle ilgili bir tez hazırlayacagını söyledi. Tefsir
1Imi'nde yetişmesini sağlayacak yüzlerce konu varken, niçin
günlük gazetelerin ikinci sayfalannda yazı dizisi olabilecek
böyle bir konuyu kendisine tez olarak aldıgını sordum.
Kur'an'daki kadınlarla ilgili ayetlerin bugüne kadar hep er­
kekler tarafından yorumlandıgı gerekçesiyle tez danışmanı­
nın bu konuyu kendisine verdiğini söyledi ve ekledi:
- Hem yanlış anlaşılan bazı ayetlerin doğru yorumunu
gösterıneyi deneyeceğim.
KADıN PSIKOLOJISI ' 121

Çocuklarla ilgili ayetlerin çocuklar tarafından yorumlan­


masının da pekala ilginç olabileceğinden bahisle ona, "Bu
yanlış anlaşılan ayetlere bir misal verebilir misiniz?" diye
sordum. "Mesela" dedi; er-ricaıu kavvamun aJe'n-nisa.
Veıilen cevap tam da tahmin ettiğim gibiydi; bu cevabın
izahı da.
Akademik kariyer peşindeki bir yüksek lisans öğrencisi­
nin, böylesi parlak konulara, etkileyici ve cazip yorumlara il­
tifat göstermesi gayet tabii idi. Çünkü hocaefendilerin kahir
ekseriyetinin yönelimleri de maalesef bu doğrultudaydı.
Bu hadiseyi yine bir yüksek lisans öğrencisiyle yaptığım
telefon konuşmasının üzerimde bıraktıgı tesir sebebiyle yaz­
mış bulunuyorum. Hürmet ettiğim bir zatın tavassutuyla beni
arayan bir öğrenci "Elmalı1ı Hamdi Yazır'ın tefsirindeki felsefi
görüşler" üzerine tez hazırlamakla görevlendiıilmiş, fakat EI­
malılı hakkında hiçbir bilgisi yokmuş; hayatını, kitaplannı,
makalelerini, fikirlerini pek bilmiyormuş; ne ki hocası bu ko­
nuyu hazırlamasını istediği için ister istemez tezini yazmak
zorundaymış. Tam da kendisine, Elmalılı'nın Tefsirini baştan
aşagı okumasını tavsiye edecekken, danıştıgı başka birinin de
bu yolu (I) tavsiye ettiğini, ancak dokuz ciltlik koca tefsilin
altından nasıl kalkacagını bilemediğini söyledi.
Bir şey diyernedim ve tabiatıyla kendilerine pek yardımcı
olamadım. Bu çocuklann ne yaptıklannı, ne yapacaklannı
bilmiyorum. Fakat her defasında şu soruyu sormaktan da
kendimi alamıyorum:
Kabahat kimde?
Onlarca üniversite açıp seviyeyi düşüren, üniversite eği­
tim sistemini perişan hale getiren, siyası manipülasyonlarla
hem hocalarda, hem de öğrencilerde şevk ve gayret bırakma­
yan YÖK'te mi?
1 22 . PHILO-SOPHIA-LOREN

Geçim sıkıntısı çeken, kendilerini bile yetiştinneye fırsat


bulmadan üniversitelere dolan, birkaç kuruş maaş artışı sağ­
lamak için KPDS imtihanlannda ter döken, bu arada da cid­
di bir eğitim venneksizin öğrencileri mezun edip yüksek li­
sans için başvuranlara "dostlar alışverişte görsün" kabilin­
den gelişigüzel tezler veren hocalarda mı?
Sadece geçerli not alıp sımf geçebilecek seviyede ders ça­
lışan, akıllan bir kanş havada, gençlik yıllanm lüzumsuz iş­
lerle ziyan eden, ilmin, fedakarlıklara katlanmadan, sabır ve
gayretle gece-gündüz çalışmadan elde edilemeyeceğini bir
türlü anlamak istemeyen, meselenin ehemmiyetini kavradık­
lan takdirde de ne yapacaklanm bil(e) meyen, bilseler de bu
sefer imkansızlıklar içinde kıvranmaya başlayan öğrenciler­
de mi?
Belki başkalan başka mazminIardan da söz edebilir. Fa­
kat esas itibariyle bunlann hiçbiri önemli değil. Zaaflanmızı
sıralayıp saymamn bir anlamı olmadığı gibi, bunlan örtme­
nin, eyyamcılık yapıp gereksiz savunmalara ginnenin de bir
anlamı yok. Aslında hepimiz suçluyuz.
kadınlar dövülür mü?

Birkaç yıl önce İstan1:ml Belediyesi'nin katkılanyla bir


otelde düzenlenen tslam-Türk Düşüncesi Sempozyumu'na
-tebliğ sunmak maksadıyla- davet edilmiştim. Çeşitli fa­
kültelerden gelen ilim adamlan uzmanlık alanlanna uygun
olarak gruplara aynımışlardı. ıki gün boyunca bu özel grup­
lar dahilinde tebliğler sunulacak, müzakerelerin sona erme­
siyle birlikte neticeler halka açık bir toplantıyla ilan edilecek­
ti.
Katılmış olduğum grup 1 0- 1 5 kişiden oluşuyordu. Niha­
yet sıra Kayseri Uahiyat Fakültesi'nden bir öğretim görevlisi­
ne geldi. Tebliğ konusu,
kadının dövülmesİ meselesine temas
eden Nisa Süresi'nin 34. ayetine dair yeni bir yorum dene­
mesiydi. Tebliğei, bu konuya çözüm bulmak için uzun araş­
tırmalar yaptığım, sözlüklerde d-r-b kökünün anlam listeleri­
ni gözden geçirdiğini, bu çokanlamlı sözcüğün dövmek anla­
mından başka karşılıklanmn da bulunduğunu farkettiğini
ı 24 . PHILO-SOPHIA-LOREN

anlatıp içlerinden günümüz zihniyetini rencide etmeyecek


farklı bir anlamı tercihte ıdırar kıldıgırıı söyledi.
Kendisi biraz da neşeyle dinlenmiş, sadece bazı latifelerle
mukabele görmüştü. Fakat birdenbire hazirun içerisinden bir
Hahiyat doçenti kendini tutamayıp öfkeyle Batı'rıın tesiri al­
tında yapılan bu tür te'villere gerek olmadıgından, ayetin bir
hakikati dile getirdiğinden, kendisinin (yanlış hatırlamıyor­
sam) Portekizli bir harıımla ikinci evliliğini yaptıgından, vs.
sözetti.
Hatibirı üslı1bu, bu girişin sonunun pek iyi bitmeyeceğini
gösterdiğinden olsa gerek ki herkes başını önüne eğmiş, ger­
gin bir biçimde bir an önce konuşmanın bitmesini bekliyor­
du. Sonuç, beklenildiği gibi tam bir felaketle neticelendi ve
hatib sesini daha da yükselterek, "Mesela benim evliliğim
gayet mutlu bir şekilde sürüyor. Bi kodum mu evde huzur­
suzluk filan kalmıyor. Kadın dediğin dayakla yola gelir. Ni­
tekim geçenlerde..... diyerek şahsi tecrübelerinden misaller
vermeye başladı.
Herkes donup kalmıştı. Bir ara başımı kaldınp yanımda
oturan arkadaşıma bakacak oldum, iskemlesi çoktan boşal­
mış, utancından alelacele dışan çıkmıştı. Bu arada hatib de
aniden susuvermişti; zira tam karşısında Dr. Nuray Mert'in
oturduğunu farketmiş, ancak bir kere olanlar olmuştu.
Yüzüne -riyakarca- bir tebessüm yakıştırmaya çalıştı.
"Şey... " dedi; "tabii ki sizirı gibi modem hanımlan istisna ka­
bul etmek lazım." Konuştukça batıyordu. Sinirleri sonuna
kadar gerilmiş olan davetlilerin patlayan kahkahalan arasın­
da başka şeyler söylemeye çalıştıysa da artık o eski kabada­
yılığından eser kalmamıştı.
Şimdi düşünelim bakalım, mizaçlanna, alışkanlıklanna,
kabalıklanna, köylülüklerine Kur'an'dan mesned arayan bu
KADıNLAR DÖVÜLÜR MÜ7 125•

tür kimselerle, güya Kelam-ı tlahf'yi savunmak amacıyla


onun ayetlerine sözlüklerden gelişigüzel seçtikleri anlamlan
-hem de beceriksizce- yamamaya kalkışan işgüzarlar ara­
sında nasıl bir tp,rcihte bulunacagtz?
Öyle ya, bu ayete bazılan "Eşiniz sizi dövmeye kalkışırsa
kendinizi savunun", bazıları "Eşinizi başkasıyla aynı yatak­
ta yakalarsanız onu boşayın", bazılan "Eşiniz sizinle birlikte
olmaktan kaçınıyorsa iknaya çalışıp onunla cinsel ilişki ku­
run" ve bazılan da "Sadakatsizlik ve iffetsizliklerinden kork­
tuğtınuz kadınları evden çıkann, başka yere gönderin" şek­
linde hiçbir yorum kaidesiyle kabil-i telif olmayan; bir iki iti­
razla sapır sapır dökülecek durumda bulunan keyfiliklerle
malUl anlamlar yakışttnrlarken, mezkur zatın yanına düşme­
rnek adına bu zevattn laubaliliklerine razı olmak zorunda mı­
YLZ?
Birileri ayetin maksadınılmuradını hiç ama hiç anlamak­
sızın zontalık yapacak, güya erkek egemenliğine karşıymış
gibi görünen taşralı dekadanlar ise vıcık1ık. Elifi görse mer­
tek zannedecek durumdaki bazılan da sözüm ona hakem rol­
lerine soyunup bu keşmekeşten istifadeyle adam idadına gir­
meye çalışacaklar.
Peki ya, Kelam-ı ııahi?
Mübarek KitabımlZın bu vaziyete düşürülmesi kimsenin
yüreğini slZlatmıyor mu?
Kimse, nereye gidiyor bu işin sonu diye düşünmüyor
mu?
"Ne olsa gider" şeklindeki vıcıklığı görüp de böylelerini
ciddiyete davet edecek ehl-i insaf da mı yok bu memlekette?
yatağın ayınlması kadını mı uslandınr,
erkeği mi?

Bizans'ı kaybettikleri sırada hıristiyan dinadamlannın


meleklerin dişi mi, erkek mi olduklannı tartışmalanna atfen
bazılan onlann ehemm-mühim ayınmını yapmak basiretini
gösteremediklerini söylerler ve "Baksanıza şu zavalWara,
memleket elden gidiyorken ne eften-püften işlerle ugraşıyor­
larmış" demek suretiyle kıymetini takdir etmekte zorlandık­
lan konulan hafife almaya çalışırlar.
Kendi payıma ben, meleklerin dişi mi, erkek mi olduklan
türünden sucUleri -ciddiye alınm ve ciddiye alınmamasının
pek pahalıya patlayacagtna inanınm; hatta "Bizanslılar bu
çetin suaıin cevabını bulabilselerdi belki de Istanbul'u kay­
betmeyeceklerdi" diye düşünmekten de kendimi alarnam.
(Alternatif tarih dedikleri de böyle bir şey mi acaba?)
Evet, meleklerin dişİ mi, erkek mi olduklan suAli, ancak
kendi dünya tasavvuru içerisinde meleklere yer veren bir
YATACIN AYlRILMASI KADıNı Ml USLANDlRlR. ERKECI Mi? ' 1 27

kimse için önemlidir ve başkalanndan, onun nasıl olup da


böylesi bir soruna hayati bir deger atfettigini anlamalannı
bekleyemeyiz.
Dünyada deginilecek bunca mesele varken çokluk eften­
püften addedilebilecek konulan seçmemin nedeni çok basit:
seçimi yapanın bizatihi ben olması; yani başkalannca konu­
şulması istenen konulardan ziyade kendi istedigim konular­
da konuşmayı önemsiyor olmam.
"Acıtmadan dayak atmak şeklindeki açıklamalan mı, yok­
sa borsanın dibe vurmasına ya da enflasyon rakamlannın
yükselişine ilişkin açıklamalan mı tartışmaya daha layık bu­
lursunuz?" diye sorulsa, hiç düşünmeden ilki diye cevap veri­
rim. Çünkü bu sorun çözülürse, borsa fiyatlannın yükselece­
gine ya da enflasyonun düşecegine, hadi herkesin söyledigi
şekilde söyleyeyim: memleketin kurtulacağına inanınm. (De­
mek oluyor ki sorunu çözmeye çalışırken şayet memleket el­
den gidecek olursa, kendimizi suçlu hissetmemiz gerekmiyor.)
Imdi, Nisa: 34 ayetinde sözü geçen "kocanın, serkeşlik
eden eşini dövmesi" meselesiyle ilgili olarak öne sürülen yo­
rumlan mizahibulmama takılan ve bu konuda benim ne dü­
şündü@mü merak eden okurlann ısrarlı sorulan muvacehe­
sinde bazı hususlara dikkat çekmek lüzumu hissediyorum:
1 ) Bu ve benzeri sorunlan açıklığa kavuşturması bekle­
nen kimseler, sorunlan açıklıga kavuşturmak konusunda
açık-seçik bir yönteme sahip oldyklannı göstermedikçe, ve­
recekleri hiçbir cevaba iltifat edilemez. O halde önce yöntem.
2) Mevcut cevaplar yöntem farklılıgından ya da hatalı
yöntem kullanmaktan değil, bilakis yöntemsizlikten dolayı
mizahidir. O halde her halukarda yöntem.
3) Kadınlann dövülmesi konusunda görüş beyan edenler,
önceki şıkkın (yatağı ayırmak tavsiye ya da tesbitinin) anla-

128 PHILO-SOPHIA-LOREN

mını bildiklerini sanıyorlar. Bu sammn doğrulanması için şu


suaıin cevabı verilmelidir:
- Serkeşlik eden eşini yola getirmek isteyen koca, yata­
ğını eşiyle (mesela 1 5 gün) paylaşmamak suretiyle amacına
ulaşabilir mi?
Ulaşabileceği düşünülmeseydi, son şık üzerinde ahkam
kesilmezdi. Oysa, ulaşamayacagı ihtimali hiç düşünülmemiş
ve bu nedenle yorumlar mizahi olmaktan kurtulamayıp
"acıtmadan dayak atmak" komedisi alelacele sahneye ko­
nulmuştur.
4) Şu karşı iddia cevaplanmalıdır o halde:
- Günümüzde kocanın kalkıp eşinin yatağını terketme­
si, kadına degil erkeğe verilmiş bir cezadır ve dolayısıyla so­
nuçta uslanan kadın değil, erkek olacaktır.
Bu karşı iddia şu tesbiti içermektedir: Yataklannı ayır­
makla kocalann eşlerini yola getirebileceklerini vebmedenler,
örtük olarak "kadınlann cinsel tutkulannı dizginleyemeye­
cekleri" şeklinde gerçek dışı bir önyargıdan hareket etmekte­
dirler.
5) Ayette zikredilen tesbit veya tavsiyelerin çokevliligin
yaygın olduğu toplumsal bir yapıda anlamını kazanacağı hiç
düşünülmediginden; uzmanlanmız (!) çaresiz, kocamn an­
cak cİnsel ilişkiyi ertelemek suretiyle eşini yola getirebilecegi
avuntusuna kapılıyorlar.
6) Çokevliligin hükümferma olduğu bir toplumda kocanın
yatağını ayırması, esasen bu süre içerisİnde yatagını diğer
eş(ler)iyle paylaşması anlamına gelir ki bir kadının bu duru­
ma katlanmasının kendisi için ne denli güç olacağı tahmin
edilebilir.
7) Bu şekliyle yatağını ayıran koca, eşini, nöbet hakkın­
dan mahrum etmekte; fakat cinsel ilişkiyi ertelediginde ken-
VATACIN AYIRıLMASI KADıNı Ml USLANDIRlR, ERKECI MI'? ' 129

di (kocalık) hakkından vazgeçmektedir: yani ilk yoruma gö­


re eşini, İkinci yoruma göreyse kendisini cezalandırarak ne­
tice almaya çalışmaktadır. Takdir edilecegi üzere, ikinci yo­
rum, bizatihi maksada aykındıf.
Hasılı, ikinci şıkkı yanlış yorumlayanlann üçüncü Şıkka
dair yorumlan işbu gerekçelerle ciddiye alınmayı hak etme­
mektedir.
kur'an'da çokevliliğin anlamı

Çokevlilik meselesi, II. Meşrutiyet'ten bu yana bir türlü


halledilememiş olmalı ki neredeyse bir asırdır lSltı1lp lSltılıp
piyasaya sürülüyor ve ister istemez lehinde ya da aleyhinde
bir sürü şey söyleniyor. Aleyhinde söylenenleri ciddiye al­
maya gerek yok; zira bilmediklerilanlamadıklan bir konuda
konuşuyorlar ve izahtan ziyade itirazda bulunuyorlar. Ancak
çokevliligin lehinde söylenenler tam anlamıyla içler acısı. Bir
yanda ayetler var; bir yanda tarihi yorumlar ve uygulamalari
bir yanda da karşı tarafı ikna kaygısı.
Zavallı taşra aydınlannın şehirli kızlan acıtmadan dayak
ol

atmanın" imkanlan konusunda ikna etmeye çalışmalan tü­


ründen bir komedi örnegi. Güya Kur'an aslında tek eşliliği
emrediyonnuş da zaruret halinde dörde kadar evlenmek ruh­
satı veriyonnuş. Fakat eşler arasında adil olmak lazımmış.
Oysa ne kadar istenirse yine de adil olunarnazrnış. Hal böy­
leyken çokevlilik de mümkün olmazmış. Kadınlann sayısı
KUR'AN'DA ÇOKEVlIL10IN ANLAMı ' 1 3 1

erkeklerden çok olursa ya da mesela kadın kısır, vs. olursa,


erkek ne yapsınmış, bu tür zaruret hallerinde ikinci bir eş
alabilirmiş. Ancak almayıp sabretmesi onun için daha iyi
olurmuş. Üstelik günümüzde de zaten metres uygulaması
varmış. Daha ne isteniyormuş, Kur'an bu işi meşrı1laştınyor­
muş, vs. vs.
Bu akıl almaz gerekçelerin herbirini tek tek boşa çıkart­
manın çok kolay olduğunu aklı başında herkesin kabul ede­
ceğini sanıyorum.
Şahsen müdahil olmak istememerne ragmen ısrarlı sual­
ler nedeniyle birkaç hususa değinmeyi uygun buldum. Tes­
bWerimi ilgilenenlenn dikkatine sunanm:
1) Çokevlilik tartışmasına yol açan Nisa: 3-4 ayetleri. ön­
celikle mücerred kadın ve nikah hukukunu değil, bilakis ye­
tim kız ve kadınlann hukukunu düzenfer. Metinde geçen
"yetimler hakkında" (fi'J-yemma) ifadesinin anlamı, kuşku­
ya yer bırakmayacak denli sarihtir; tek başına geçen "kız­
lar/kadınlar" (en-nisfi) kelimesi ise, "yetim kızlarıkadınlar"
anlamındadır. Nitekim aynı sürenin 127. ayetinde "kız­
lar/kadınlar" (en-nisa) kelimesi, açıkça "yetim kızlarıkadın­
lar" terkibiyle tasrih ve tefsir edilmiştir.
2) Bu hükümler, öncelikle sulh ve refah toplumuna değil,
savaşan bir toplum yapısına ilişkindir. Nisa Süresi, Uhud sa­
vaşı sonrasında nazil olmuştur. Müslümanlar bu savaşta çok
sayıda şehid vermiş; böylelikle geride birçok dul ve yetim ko­
casız ve babasız kalmıştır. Çözüm aranılan asıl sorun başka­
sı değil, budur. [Yetim kelimesi basitçe "korumasız kal­
mış/yalnız/tek" anlamındadır; dul, hatta yaşlı kadınlan da
kapsar.]
3) "ıkişer, üçer, dörder" (mesna ve sülfise ve rubaa) de­
yişi 'sınırlama' (dörde kadar) anlamı içermez; tahdid ve
.
1 32 PHILO-SOPHIA-LOREN

tahsis degil, bilakis teşvik (özendirme) ifade eder. Arap­


ça'da "dörde kadar" demenin daha sarih yollan vardır ve
açıklık gerektiren hukuk alanında böylesine kapalı bir ifa­
denin kullanımının makul bir gerekçesi gösterilemez. Bir di­
ger kullanım Fanr: 1 'de geçmektedir ki bütün yorumcular
orada bu deyişin çokluk ifade ettiginde birleşmişlerdir, Hz.
Peygamber'in bir arada en az dokuz eşi olduğunu: kendisi­
nin hiçbir surette Kur'anı hükümler karşısında istisna teşkil
etmedigini, "gece namazı" gibi akla gelebilecek istisna1ann
ise nimet degil, külfet sadedinde bulunduğunu hanrlatmak
isterim.
4) Geleneksel hukukçulann ibareyi teşvik yerine tahsİS
ve tahdidle yorumlamasının anlaşılabilir tarihsel ve sosyal
gerekçeleri vardır: ahlaki tahassüslerin zayıflaması ilk asır­
larda bu yorumu haklılaştırmış ve otantik bağlarnı geri plana
itmiştir. Bu asırda tek evWik yorumlannı haklılaşnran top­
lumsal baglam ile fetih asırlannda dörde kadar yorumlannı
haklılaşttran bağlam bazı açılardan benzerlik arzederler: zira
her iki dönemin yorumculan da metnin kendi bağlarnı ile
maksadını degil, içlerinde bulunduklan toplumsal bagıamIa­
nn zarurederini öncelemişlerdir.
Özetlemek gerekirse, Nisa: 3-4 ayetleri savaş sonrası
oluşan toplumsal yaraya melhem olmak amacıyla, mürnin­
lere şehid kardeşlerinin geride bıraknklan dul ve yetimleri
sahiplenmeleri gerektlgini, bunun dini bir vecibe olduğunu
ve herkesin üzerine düşeni yapması lazım geldigini söyle­
mekte: bu durumu kesinlikle istismar etmemeleri konusun­
da da mükellefleri uyarmaktadır: "ıkişer üçer, dörder, (be­
şer, alttşar) ... "; yani ne kadar mümkün ve adilane ise o ka­
dar!
Imdi açıklamalanınıza kaldıgımız yerden devam edelitn:
KUR'AN'OA ÇOKEVlILlalN ANLAM! ' 1 33

1 ) lIgili ayetler, -tekrar edecek olursak- kadın ve nikah


hukukunu düzenlemek amacıyla değil; Uhud Savaşı sonra­
sında korunmasız kalmış dul ve yetim kadınlannlk.ızlann so­
runlanna çözüm aramak amacıyla nazil olmuştur.
2) "ıkişer, üçer, dörder... " tabiri dörde kadar anlamına
gelmedigi gibi, tashih ve tahdid (sınırlama) değil, bilakis teş­
vik ifade eder, Çünkü maksad, mümin toplumu bu bfçarele­
rin yardımına koşmalan konusunda özendirip teşvik etmek­
tir: "elinizden geldigi kadanyla ve en azından bir kişiye oca­
ğınızı açmak suretiyle..."

3) Bu nedenledir ki zaten, perişan durumdaki zavallı ka­


dın ve kızlara şehid düşmüş babalanndan ve kocalanndan
�lan mirasın üzerine konma hesabı yapacak ve böylelikle
bu vazifeyi istismar etmeyi düşünecek kimseler şiddetle uya­
nlmış, adil ve insatlı davranmaya davet edilmişlerdir. Dikkat
edilecek olursa, müminler sadece evmik yoluyla değil, evlat­
hk almak yoluyla da yardıma çağrılmışlardır.
4) Efendimiz (s.a) yürüyen Kur'an'dı ve onun ahlakı
Kur'an ahlakı .idi. Kur'an beşeri yasalann yöneticilere tanıdı­
ğı türden özel iltimaslar ve istisnalar gibi Hz. Peygamber'e il­
timas geçmemiş ve kendisine böylesi özel ayncalıklar tanı­
mamıştır. Peygamberimizin birarada dokuz eşi oldu� tari­
hen sabittir. Binaenaleyh "dörde kadar... " yorumu bu vakı­
ayla telif olunamaz. Taaddüd-i zevdit çokevlilik demektir,
dörde kadar evlilik demek değildir.
5) Bir insanın evlenecegi kimselerin miktan dışandan
müdahale yoluyla tayin edilemez. Nitekim Cenab-ı Hak da
bu nedenle kimin kaç kişiyle evleneceği meselesinde sayı
tahdidinde bulunmamış, bu durumu kişisel ve toplumsal.ola­
nın tabü koşullanna bırakmıştır. Kur'an'ın nazil oldu� dö­
nemde sadece Araplar arasında değil, bütün kadfm toplum-
134 • PHILO-SOPHIA-LDREN

larda çokevmik -sosyal şartlann da etkisiyle- can idi ve


gayet tabii de karşılamyordu. Bu konuda Kur'an'a eleştiri
yöneltmek ilk muhaliflerinin aklına bile gelmemişti.
6) Fetlhler ile genişleyen ve zenginleşen ıslam toplumun­
da, çokevlilik meselesinin sınırlanm tayin etmek zarureti
başgösterdiginde, hukukçular. bu yasal boşlugtı, Kur'an'ın
lafzına İStinaden çözmeyi denemişler ve başanlı da olmuşlar­
dır. Kısacası, evliligin dörtle sınırlandınlması, hukukçulann
yorumlarının sonucudur ve o devir şartlannda bu isabetli bir
çözümdür. Ne var ki eş seçilen cariyelerin (savaşta esir alı­
nan kadınlann) sayısını sımrlamak mümkün olmamış, sınır­
lama sadece normal evlilildere münhasır kalmıştır.
7) Ulemanın çokevliligi sınırlandırma çabalan netice ver­
miş ve tarih içerisinde -zannedildigi gibi- müslüman top­
lumlar çokevliligin hakim olduğu toplumlar olmamışlardır.
Eldeki tarihi vesikalarda ve bilhassa günümüze ulaşan nüfus
kayıtlannda yapılacak incelemeler bu tesbiti doğrulayacaktır;
zaten yapıldığı kadanyla bilimsel araştırmalar da bu yönde­
dir.
8) Modernleşme döneminde sosyal şart ve telakkilerin
değişmesiyle, bilhassa Hıristiyanlığın (Katolikligin) kadın ta­
savvuruyla çevrelenmiş Batı düşüncesinin etkileriyle çokev­
lilik meselesi bu sefer farklı bir biçimde gündeme gelmiş ve
geleneksel ıslam hukukuna saldınlar için bu mesele bir ba­
hane teşkil etmiştir.
9) lslam modernistlerinin "Kur'an aslında tekevliliği em­
reder" demek zonmda kalmalan ve iddialanm iki-evlilik var­
sayarak temellendirmeleri sawnmacı bir yaklaşımın sonucu­
dur ve üç-evmik dendiginde söyleyecekleri bir sözleri yoktur.
Nitekim erkekler arasındaki dedikodulan ya da genç bekarla­
nn heveskarane gevezeliklerini bir kenara bırakırsak, bugün
KUR'AN'DA ÇOKEVLlUGIN ANLAMı 1 35
.

ülkemizde taraflann çokevlilik ile kastettikleri esasen iki-ev­


Iiliktir,
10) İkinci eş almak teşebbüsünde bulunan dindar kimse­
lerin hem kendilerinin hem de ilişkide bulunduklan kadınla­
nn mensup olduklan meslek gruplannın hangileri olduğuna
dikkat edilirse, bu tür modem iki-eşIiliklerin tartıŞmaya konu
olan yönünün hukuktan çok ahlakla alakalı bir keyfiyet ar­
zettiği görülür,
özetlemek gerekirse, Kur'an'da evlenilecek kadınlann sa­
yılan tayin edilmemiş ve ilgili ayetler refah değil, savaş top­
lumuyla alakalı hükümler getirmiştir. "En çok dört veya bit'
şeklindeki açıklamalar ise zamanla ortaya çıkan ve sosyal
koşullara uygunluğu (örfü) gözeten yorumlardan ibarettir,
Yorumlan hayra da yorabilirsiniz, şerre de ... İşte bu noR­
tada seçiminiz sadece hukakı� olanı değil, aynı zamanda ah­
ıakı� olanı da belirleyecektir,
Son olarak, bu konuyu tartışmak isteyen taraflann "ikin­
ci bir eş aIr�lak suretiyle aileyi genişletmek" ile "ikinci ve ay­
n bir aile kurmak" arasındaki farkı gözardı ettiklerini düşü­
nüyorum, oysa sözkonusu olan çokevlilik idi, -bir sözcük
uydurmama izin veriIirse- çokailelik değil! Nitekim büyük
şehirlerde ikinci eş, "ikinci aile" anlamına geldiğinden umu­
miyetle "birinci aile" ya resmen ya da fiilen yıkılmakta ve
böylelikle çokailelik bile mümkün olmamaktadır!
O halde kim, hangi sevdalının "ailesini genişletmek" ihti­
yacıyla ve niyetiyle bu işe kalkıştığını iddia edebilir? Unutul­
mamalı ki Efendimizin (s.a) aynı anda dokuz zevcesi ve fa­
kat bir ailesi vardı.
günümüzde çokevliliğin anlamı

Yazılı veya sözlü bir metni anlamanın ve tabiatıyla yo­


rumIamanın usıilü (asıl ve ilkeleri) ve tabiatıyla bir yöntemİ
vardır, olmalıdır. Bir metni anlamak hem metni, hem de me­
tinde kastedileni (sözün sahibinirı ne kastettlgini) anlamak­
tır. Bu bakımdan anlama ve yorumlama sürecinde iki husu­
su dikkate almak zorunludur:
Birincisi, sözü, sözün kendisirıi (ıarzı ve ıarzın delalet et­
tigi manayı) anlamak.
İkincisi, bu sözden veya bu sözle (lafız ve mana aracılı- .
ğıyla) ne kastedildigini, yani muradı anlamak.
Sözgelimi bir kimse karşısında oturan kimseye havanın
soğuduğunu veya üşüdüğünü söylediginde muhatabın sade­
ce bu U\fızlan ("Hava soğudu", "Üşüdürn") ve bu lafızlann
delillet ettikleri mana.lan anlaması yetmez, bu sözleri söyle­
yen kimsenirı ne kastettlgini de anlaması gerekir; zira böyle
söylemekle sözün sahibi o kişiden mesela pencereleri kapat-
GÜNÜMÜZDE çoKEVL1UGIN ANLAMı ' 137

masını veya açık bir mahalde iseler oradan aynlmak istedi­


gini de ima etmiş olabilir. O halde kısaca söylendikde, sözü
anlamak sözün ait oldugu dile ve o dilin inceliklerine vakıf
olmayı gerektirdiği gibi, muradı kavramak da en azından sö­
zün baglamına nüfUz etmeyi icab ettirir. Kim söylüyor? Ne­
rede ve ne zaman söylüyor? Niçin ve nasıl söylüyor? Hep­
sinden önemlisi kime ve ne söylüyor? Bütün bu sorulann ce­
vabını bulmadıkça bir sözü ve sözün sahibinin muradını ta­
yin etmek oldukça güç, hatta imkansızdtr. Nitekim Arap­
ça'da anlamak manasına gelen iki sözcükten biri fehm, dige­
ri fikhtir. llki sözün kendisini anlamak, digeriyse sözden kas­
tedileni anlamak manasındadır. Kur'an muhatablannı kendi­
sini anlamamakla suçladıgında, bu sözcüklerden iki,ncisini
kullanmış ve onlan sürekli sözün muradt üzerinde düşünme­
ye davet etmiştir. Demek ki anlama ve yorumlama faaliyeti,
muhatabın keyfine veya şahsi tercihlerine baglı denetimsiz
bir gayretkeşlige indirgenemez. Yorum faaliyeti, sahiplerin­
den sadec.e ehliyet degil, aynı zamanda ciddiyetve mesuliyet
de talep eder.
Çokevlilik meselesi sadece lslam'a hürmetsizlik etmek ni­
yeti taşıyanlann değil, Islam'a hürmeti olanlann da umumi­
yetle yanlış anladıklan ve bu yüzden istismar ettikleri mese­
lelerin başında geliyor. Bugün geçerli olan toplumsal yapı ve
bu yapının ürettigi zihniyet ve alışkanlıklar çokevlilik mese­
lesini cinsel bir tema haline getirmekle kalmamış, işbu cinsel­
lik vurgusu çokevlilige saldıranlan da, savunanlan da bilgi­
sizce meseleni� aslını esasını (murad-ı ilahiyi) anlamak ve
kavramak noktasından uzaklaştırmıştır.
Çokevlilik ile ilgili ayetleri nasıl anladıgımı, nasıl yorum­
ladıgımı açıkça yazdım ve gerekçelerimi de tek tek sıraladtm.
Usulsüzlüğün vusülsüzlük demek olduguna inandıgımdan,
1 38 ' PHlLO-SOPHIA-LOREN

Kur'an'ı anlama ve yorumlama konusunda tabi olduğum


yöntem ve ilkeleri kitaplanmda yıllar öncesinden ilm! bir su­
rette aynntılanyla ortaya koymuş idim. Vardığım sonuçlar
keyfi tercihlerimin değil, takib ettiğim usul ve erkanın hası­
lasıdır. Dernek ki hata -eğer varsa- yorumlardan önce, bu
yorumlann esaslannda (usulünde) aranmalı, mukabele ise
alışkanlıklara değil, usule dayanmalıdır.
Kur'an'ın çokevliliği sınırlamadığını, hatta sayı tahdidin­
de bulunmayıp ilk muhataplannı -ayetlerin bağlarnı muva­
cehesinde- teşvik ettiğini ve fakat bu teşvik ifadesinin ken­
di husus! şartlan içerisinde geçerli olduğunu söyledim. Nite­
kim "Kur'an çokevliliğe izin vermez, emreder" derken, do­
laylı muhatablan değil, doğrudan muhatablan kastetmiş ve
kasdımı da sarih ifadelerle yazmış idim. Dahası evlilik kuru­
munun sayıyla (önceleri dört'le, şimdiyse bir'le) tahdid edil­
mesine yönelik muahhar teşebbüslerin, Kur'an'ın doğrudan
değil, dolaylı muhatablannın kendi tarihsel bağlamlannca,
sonralan meşrı1iyet kazandığını, bunun da pekala anlaşılabi­
lir sosyo-psikolojik sebepleri bulunduğuna işaret ettim.
Bugün çokevlilik ruhsatını, çapkınlıklannı meşrulaştıncı,
cinsel zaaflannı tahrik, hatta teşvik edici bir azimet-i diniye
gibi algılayan uçkur ehlinin, Kur'an'ın ayetlerini heva ve he­
vesIerine alet ettiklerinden kesinlikle kuşku duymuyorum.
Sözümona İslam'ı müdafaa maksadıyla meydana atılıp eşle­
rin sayısını -yorum düzeyinde- bire indirmeye çalışan
gayretkeşleri ise hiç ama hiç ciddiye almıyorum. Kanaat-i
acizaneme göre, sigara içmenin nass-ı sarih ile haram kılın-

• "Kur'an'ın dogıudan ve dolaylı muhatablan" şeklindeki kavramsallaş­


tırmamın aynntılan için Kur'an 'ı Anlama 'nın Anlamı (Istanbul, 1 995)
ve Sözlü Kültürden Yazılı Kültüre: Anlam 'ın Tarihi (Istanbul, 1 997)
adlı eserlerime başvurulabilir.
GÜNÜMÜZDE ÇOKEVLILlÖIN ANLAMı ' 139

madığı bahanesiyle bir kimseye sigara içmeyi tavsiye etmek


ne denli büyük bir hamakat eseri ise, Kur'an'da çokevlilik
yasağı yok diye, bugün insanlara çokevlilik yapabilecekleri­
ni tavsiye etmek de o denli büyük bir hamakat eseridir.
Bana sorarsanız ikisi de sağlığa zararlı: biri beden sağlığı­
na, diğeri de akıl ve ruh sağlığına. Çünkü günümüzde çokev­
lilik teşebbüsleri Kur'ani bağlarnın tam da aksine- sefkat
ve merhamet eseri değil, şehvet aHimeti olarak zuhur etmek­
te, edeb, ilim ve takva ile teskin edilmesi gereken ne fisler,
kendilerini iyice yoldan çıkaracak gayr-ı meşru ilişkilerle tat­
min edilmeye çalışılmaktadır. Oysa bu, gerçekte, nefsi ne
tesKln , ne de terbiye ve tezkiyedir, bilakis iyiden iyiye azdır­
maktır.
Hasılı, İslam bizlere nefislerimizi nasıl tezkiye ve terbiye
edeceğimizi öğretirken, azgınlaşmış nefislerin, dizginleneme­
yen şehvetlerin gizli kapaklı işlerine (!) meşruiyet kazandır­
mak amacıyla bu mübarek dini istismar etmek, zaten moder­
nizmin saldırılan karşısında sallanmakta olan müslüman ai­
lenin temellerine kastetmekten başka bir mana taşımaz!
çokevlilik: ihtiyaç mı, düşkünlük mü?

Kur'an'da çokevlilik meselesi, toplumsal bir yaranın sa­


nlması, müminler topluluğunun bir fedakarlıga davet edil­
mesi sebebiyle sözkonusu edilmişken ve bugün de böylesi
bir fedakarlı�a ihtiyaç yokken bu mesele niçin gündemi­
mizde?
Dini hususiyet ve hassasiyetleri olmayan çevreler zaten
bu konularda İslam'ın ne dediğini, neye izin verip neye ver­
mediğini merak etmiyorlar. Diledikleri gibi diledikleri hayatı
yaşamayı sürdürüyorlar. Bilhassa büyük şehirlerde metres ve
dost hayatı yaşamak isteyenleri engelleyecek ciddi anlamda
ne yasal, ne de toplumsal bir engel sözkonusu. Aksine mo­
dern hayat biçimi hakim sistem tarafından teşvik ediliyor.
Toplumsal ilişkiler ve tabiatıyla cinsel özgürlükler AB kriter-
1erine uygun hale getirilirken Islam'ın, örf ve adetlerin nazar­
ı itibara alınmadığı da sanınm herkesin malumu.
ÇOKEVLIUK: IHTIYAÇ MI. DÜŞKÜNLÜK MÜ? . 141

o halde çokevlilik bugün kimlerin nezdinde ve niçin bir


mesele değeri kazanıyor?!?
Cevabım kısa, gerekçelerim uzun olacak: Şehirleşen, zen­
ginleşen, siyasi ve ekonomik koşullann sağladığı imkanlarla
maddi düzeyi yükselen ve fakat bu arada dini husilsiyetleri­
ni değilse de bilinçli-bilinçsiz dini hassasiyetlerini sürdüren
çevrelerin bu yeni ve görkemli hayat biçimine bir yandan
zihnen ve fiilen uyum sağlamaya çalışırken, diğer yandan bu
uyumu hızlandırıcı ve kolaylaştırıcı dini gerekçeler aramala­
nndan ötürü.
Cinsel özgürlüğün sınırlannın havsalamlZırı alamayacağı
ölçülerde genişlediği bir dünyada, dim hassasiyetlerini şu ve­
ya bu şekilde muhafaza edebilmiş çevrelerin by özgürlüğün
fiili kuşatması altırıda olduğunu herhalde kimse inkar etmez.
Yani bu kimselerin bir taraftan zihinlerinde yaşattıklan bir
dünya, bir inanç manzumesi, bir değerler dizgesi var, diğer
taraftan da içinde yaşadıklan bir dünya, karşı koyduklan, di­
rendikleri ve fakat bazen galip gelip taviz vermedikleri, ba­
zen de direnemeyip yenildikleri fiili bir dünya.
Ehven..:j şer deyip bir kısım tavizler vermedikleri takdirde,
bu dev tarafından tamamen yutulacaklannı düşünen, dolayı­
sıyla geri kalanını koruyabilmek için hiç değilse ipin ucunu
azar azar bırakan bu insanlar, sadece uyumsuzluklannın değil,
aynı zamanda uyum gösterdikleri hususlann da gerekçelerini
ister istemez inanç dünyalanndan temin etmek zorundalar.
Kendi inanç dünyalannın kaynaklanna (mesela
Kur'an'a) tam bir savunma psikozuyla yaklaşırken orada bir
şeyler bulup olup biteni açıklamaya, yorumlamaya çalışıyor­
lar. Yöneldikleri metin edilgen, kendileri ise etkin ve etken
durumda olduklanndan, metinde bulduklan cevaplar, her de­
fasında metne yönelttikleri sorular tarafından belirleniyor.
142 . PHlLO-SOPHlA-LOREN

Metni anlamayı değil, sorunu çözümlerneyi öncelediklerin­


den, soru (n) lan da bir şekilde ve fakat çoğunlukla beklenti­
lerini meşrulaştıncı bir biçimde karşılanmış oluyor.
İtiraz edenler, bu nev-zuhur yorumlan alakasız, hatta ah­
laksız bulanlar, metnin anlamının çarptınldığını söyleyenler,
geleneksel açıklamalan gösterip "Bu yaptığınız hakka da in­
safa da sığmaz" diyenler gerçi hiç eksik olmuyor ama yaşa­
nan dünyanın belirleyiciliği netice itibariyle bu itiraz sesleri­
ni olgu'dan kopuk cılız sesler haline dönüştürmekte zorlan­
mıyor. ışte bu süreçte, yaşanılan dünyanın sınırlan genişler­
ken, inanılan dünyanın sınırlan kademe kademe daralıyor.
Üstelik bütün bunlar inanılan dünyayı herhalukarda yaşat­
mak adına ve o dünyanın kaynaklannın otoritesine istina­
den yapılıyor.
Çokevlilik meselesini tartışmaya elverişli hale getiren ko­
şullar, yeni yeni şehirleşen sonradan görmelerin uyum sağ­
lamaya çalıştıklan modem şehir hayatının kendilerine sağla­
dığı imkanlan değerlendirmek istemelerinden türüyor. Nite­
kim burada ikinci eş olarak seçilen kadınlann çoğunlukla
hangi meslek grubundan olduklan meraka değer bir husus­
tur. Çünkü ikinci eş almaya mütemayil erkekler kadar ikinci
eş olmaya razı olan kadınlann da sosyal statülerinin, mes­
leklerinin, eğitim seviyelerinin, aile yapılannın da nazar-ı iti­
bara alınması gerekir. Öyle ya, kimler kimlerle ikinci evlilik
adı altında ilişki kurabilirler ve kimler bu tür ilişkileri müm­
kün kılacak ortarrılarda bulunabilirler? Evli bir erkeğin ikinci
bir evlilik yapmak istemesini ihtiyaçtan ziyade düşkünlük (!)
kavramıyla açıklamak kolay görünüyor.
Peki ikinci eş adaylannın bu teklife hazır olmalannın ar­
dındaki sebep nedir? Bu karşılıklı nzanın oluşması hangi
şartlarda gerçekleşiyor?
ÇOKEVLIUK: IH11YAÇ MI. DÜŞKÜNLÜK MÜ7 143
.

Bildiklerim bana kalsın. Fakat şu kadannı söyleyeyim ki


"Minareyi çalan kılıfını hazırlar" demekten öte bu gizli-saklı
münasebetlerin dinle de, dindarlıkla da irtibatlandınIabilecek
bir mahiyeti ve nezaheti bulunmuyor.
Sözün özü, ehven-İ şer kavramını "Pomografiye direne­
bilmek için erotizme evet!" düzeyinde yorumlamayı marifet
bilen akl-ı eweller, zihinlerinde varolan dünyanın sınırlannı
o denli daralttıIar ki şimdi boğazlanna değin gömüldükleri bu
rezil, rezil olduğu kadar da gerçek dünyanın içinde nefes da­
hi alamıyorlar.
Sözlerimi Mak! bulup "Niçin gerçeklerden kaçıyorsunuz?"
diye eleştiri yöneltenlere söyleyebileceğim tek şey şu; Ger­
çeklerden kaçmak her babayiğidin harcı değiidir! Yüreği ye­
ten herkese bu gerçeklerden kaçmasını tavsiye ederim! Ne
yapalım yani, bu lanet dünyanın gerçekleri varsa, bizim de
hayallerimiz var!
İnanınız, kişinin hayallerini muhafaza etmesi, sanıIandarı
çok daha maliyetli, çok daha güç bir iştir!
çokevlilik: tehdid mi, tahdid mi?

Çokevlilik meselesiyle ilgili görüşlerimi yeterince sarih


olarak ifade etmiş olduğumu sanıyordum. Fakat ısrarlı sual­
ler ve bir kısım itirazlar nedeniyle ve elbette bir daha dönme­
rnek umuduyla bazı konulara açıklık getirmek zarureti hasıl
oldu. Nasreddin Hoca misali "Anlayanlar anlamayanlara an­
latsınlar" demek de şu saatten itibaren insatlı bir çözüm de­
ğeri taşımayacağı için, çaresiz, hem birkaç hususun altını
vurgulamakta ve hem de meseleyi ciddiye almış görünen ke­
simlerin bu hususlarda yeniden düşünmelerine acizane bazı
katkılarda bulunmakta fayda mülahaza ediyorum.
ÇokevIiIik meselesi etrafındaki tartışmalann iki yönü bu­
lunmaktadır: Birincisi, bu meseleyle ilgili ayetleri (metni)
doğru anlamak; ikincisi, anladığımız manalan günıımüzle ir­
tibatlandırmak. Nitekim yazdığım ilk iki yazıda, metnin bu­
günle alakasını nazar-ı itibara almayıp ayetleri sadece bir tef-
.
ÇOKEVLILIK: TEHOIO MI, TAHOlD Mi? 145

sir problemi çerçevesinde tahlil etmiş ve bu konuda vardığım


neticeleri kamuoyuna sunmuştum. Bu konuda ortaya çıkan
yeni sualleri dikkate alarak yazdığım son iki yazıda ise, ço­
kevlilik meselesini sosyal ve aktüel değeri itibariyle yorum­
lamış ve kanaat ve gözlemlerimi de açıkça dile getirmeye ça­
lışmıştım.
Bu meselenin köşeyazılanyla dile getirilmesinin doğura­
cağı sakıncalan (mesela konunun ciddiyetini takdir edeme­
yecek durumdaki kimselere de böylelikle davetiye çıkanlmış
olacağını) tahmin etmiyor değildim. Lakin -zaten dileyen
dilediği gibi dilediğini yazıp çizdiğinden- bu muhtemel sa­
kıncalan pek önemsediğimi söyleyernem. Yapabileceğim pek
bir şey yoktu. Bu bakımdan arılama ve yorumlama faaliyeti­
nin, sahiplerinden sadece 'ehliyet' değil, aynı zamanda 'cid­
diyet' ve 'mesuliyet' de talep ettiğine işaret etmekle yetinmiş
ve böylelikle konunun kapanacağını ümid etmiştim. Ne var
ki sonuç umduğum gibi olmadı ve sual seli kesilmeden ak­
maya devam etti. Ben de tekrara düşmernek için görüşlerimi
hüküm cümleleriyle değil, soru cümleleriyle yenilemeye ka­
rar verdim. Belki böylelikle sadece cevap vermek için değil,
sual sormak için de kişinin dersini çalışması gerektiği anla­
şılmış olur.
Suallerim kısaca şöyle:
1 . "ıkişer, üçer, dörder" (Nisa: 3) ifadesinden dörde kadar
anlamının nasıl çıktığı Arap dilinin kurallarına istinaden şe­
vahidiyle gösterilebilir mi? Bu bir imkan sorusu, yani burada
iki ihtimal var: ya gösterilemez, ya gösterilebilir. Gösterile­
mezse ihtilaf sakıt olmuş olur. Yok eğer gösterilebilirse, bu
açıklamalann Fatır: 1 ayetinde geçen ibareye de şamil olma­
sı gerekir.
Şamilse nasıl? Şamil değilse niçin?
146 · PHILO-SOPHlA-LOREN

2. Bir okur diyor ki: "Nisa 3. ayetinin nüzı1lünden sonra


Resulullah aleyhisseUim daha önce dörtten fazla eşi olanlara
diğerlerinden aynlıp ancak dört kadınla evli kalmayı emret­
miştir. Konuyla ilgili mevcut hadfsler ve tarihi gerçekler bu
hususta tereddüde yer bırakmayacak kadar açıktır."
Madem bu tarihf gerçekler (!) insanlara bu denli açık gö­
rünüyor, o halde şu muhtemel tereddütlerin de giderilmesi
gerekmez mi?
a) Nisa: 22 ayetinde müminlerin babalannın nikahı geç­
miş olan kadınlarla (üvey anneleriyle) evlenmeleri yasak
edilmesine rağmen ve üstelik "Geçen geçti" (illa ma kad se­
Iefe) buyurulup önceki nikahlan feshetmeye ve bu kadınlan
boşamaya gerek olmadığı bizzat Kur'an tarafından hem de
sarahaten beyan edilmiş iken, hangi nassa istinaden daha
önce kendileriyle nikah kıyılmış eşlerin dörtten ziyadesi kapı
dışan edilecek?! 1ddia yerine biraz zahmet edip mezkur ayet­
le şu herkesin bildiği tarihi gerçeklerin (!) arası bulunmalı de-
.?
ğil mı.
b) Bu arada mükteseb hakkı ihlalin akli ve hukuki gerek­
çeleri nereden ve nasıl bulunacak? Yeni yasa gereği kapı dı­
şanya bırakılan zavallı kadınlar veya onlann masum çocuk­
lan açısından meseleye bakmak niçin ve neden düşünül­
mez? Öyle ya, yeni yasa gereği kimden hangi eşini, hangi öl­
çüye istinaden boşaması taleb edilebilir? Mesela nikah tarih­
lerine göre en sondan mı başlanacak, kura mı çekilecek, isti­
hareye mi yatılacak? Bir erkek, eşlerinin dörtten ziyadesini,
bir manavın tartı sırasında fazla gelen meyveleri dışanda bı­
rakması gibi dışanda bırakabilir mi? Kur'an'ın mübelliğ ve
tatbikçisi olan Efendimiz'in (s.a) böyle bir talepte bulunaca­
ğı nasıl ve hangi nassa istinaden tasavvur edilebilir? Mesela
Mücadele Suresi ve ahkamından niçin ibret alınmaz!
çoKEVLILIK: TEHDID Ml, TAHOlD Ml7 ' 1 47

c) "Boşa da gel!" demenin kolay olduğunu sananlar şu


tarihi gerçekleri biraz daha aydınlatsalar ya! Mesela hangi
sahabenin dörtten ziyade eşi olduğu, hangilerinin bu yeni (!)
yasa gereği eşlerini boşamak zorunda kaldığı, boşadıklan eş­
lerin Efendimiz'e (s.a) şikayette bulunup bulunmadıklan,
bulundularsa ne cevap aldıklan vs. siyer ve tabakat kitapla­
nndan biraz araştınlsa ve araştırmalar sırasında Mücadele
Suresi yeniden okunup şu "Boşa da gel!" mantığıyla surenin
içeriği insafla karşılaştınlsa fena mı olur?
3) Muhataplanmdan cevaptan çok, biraz dikkat talep et­
mekle çok şey mi istemiş oluyorum? !
Çokevlilik meselesinde hem Tefsir llmi açısından, hem de
bu meselenin günümüzle irtibatı açısından viirid olan istif­
hamlann bir iki yazıyla hall u fasl edilmesinin mümkün ol­
madığını bilmez değilim, Ne var ki suallerin ardı arkası kesil­
miyor. Bu sebeple son olarak birkaç hususa daha işaret edip
değerli iliihiyatçılanmızdan gelen soru(n)lan biraz olsun de­
rinleştireceğini ümid ettiğim daha temelli sua1ler aracılığıyla
bu meseleye açıklık kazandıracak birtakım başlangıç nok�­
lanna işaret etmeye çalışacağım.
Imdi Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Efendi'nin (öl.
ı 942) Hak Dini Kur'an Dili adlı tefsirinden kısa bir iktibasta
bulunmak istiyorum:

( ...) Bundan başka sevk-i ayetin dogrudan dogru taklili


istihdaf ettigi ve evvelen ve bizzat dörtten ziyadesini
nehye müteveccih bulundu� da müsellem degildir.
Gerçi bu ayet ile taaddüd-i zevcatın azami dört ile tah­
didi emr-i vaki ve binaenaleyh ziyadesinin nehyi de biz­
zarure sabit ve bu suretle adet-i cahiliye'ye nazaran
adedin tenzili siyakında bir 'taklfl' manasıyla degil, bir­
den dörde kadar müsaade ile yine bir nevi 'teksir' siya-
148 . PHILO-SOPHlA-LOREN

kında bulundugu ve Hz. Aişe'nin dedigi gibi "Bakınız


ben size neler heıaı ettim" manasını iş'ar ettigi de zahir­
dir. Binaenaleyh tenzil ve ziyade'den nehiy, bi'l-ibare
degil, bi'l-işare'dir. (11/1285)

Önce Elmahh'nın, Fahreddin Razf'nin tercihini eleştiri sa­


dedinde serdettiği bu ifadelere biraz açıklık getirmeyi deneye­
lim:
I) Nisa: 3 ayetinin doğrudan doğruya kadınlann sayısını
azaitmayı hedeflediği ve öncelikle ve kesinlikle dörtten fazla
eş alınmasını yasaklamaya yönelik bulundugu müsellem de­
ğildir.
Soru: Müsellematın olmadığı yerde yorumlann taaddüd
ve ihtilafı kaçınılmaz olduğuna göre, müsellem olmayanı tes­
lim etmekten çekinenl�rin başka deliller aramalan kadar ta­
bü ne olabilir?
II) Nisa: 3 ayeti ile
a} Çokevliliğin en fazla dört ile slnırlandırılması emı-j vili
ve bu emr-i vaki'ye istinaden
b) Dört eşten fazlasıyla evliliğin yasaklanması bizzarure
sabittir.
c) Bu ayetin akışı, Cahiliye Araplannın çokevlilik gele­
neklerine nisbetle evlenilecek kadınlann sayısının indirimi
dolayımında bir azaltma anlamı taşımamaktadır. Aksine bu
akış "birden dörde kadar" izin verilmiş olmakla yine eşlerin
sayısının bir tür artınrm dolayımındadır. Bu sebeple ayetin
["ikişer, üçer, dörder" ifadesinin] Hz. Aişe'nin de dediği gibi
"Bakınız ben size neler helal ettim" (terğib ve teşvik) anla­
mına delalet ettiği zahiIdir.
d) Özetle eşlerin sayısının indirimini veya artınmını ya­
saklama şeklindeki anlamlar ayetten bi'l-ibare değil, ancak
bi'l-işare elde edilebilir.
ÇOKEVLIUK: TEHDID MI, TAHOlD MI? · 149

Elmalılı merhumun Nisa: 3 ayetinin tefsirine tahsis ettigi


sayfalar bu konuyu ciddiyetle tahkik edecekler için hakika­
ten kıymetli mülahazalar ihtiva etmekte olup ilgililerini bek­
lemektedir. Okuru, nakletmek ve tartışmak imkanından
mahrum olduğum o kıymetli eserin kendisine havaleyle ikti­
fa edip sorulara geçmek istiyorum:
ı . Eşlerin sayısının sımrlandınlması ne suretle emr-i va­
kidir?
2. Nehyin sübutu niçin bizzarure olmakla nitelenIniştir?
3. Hem tahdid emr-İ vaki, hem de sübut-i nehy bi z za­ ' -

rore olunca, teşvil< ve tergibin zahİr olmaması mümkün mü­


dür?
4. Delaletin bi'l-İbare degiL, bi'l-İşare olduğu teslim edil­
mişken, üstelik bir vesileyle çokevliligin esas itibariyle mah­
za müsaade ve mübah, havf-ı cevr takdirinde mekruh, bazı
ahvalde ise mendub ve hatta vacib bulunduğuna delalet et­
tigi telaffuz edilip mevcut yorumlann sebeb-i nüzıil kadar
hikinet-i nüzule de müstenid bulunduğu sıklıkla beyan edil­
digine göre, kasd-ı mütekellimi tayin çabalannın keyfi tercih­
lerden ziyade usUle mütevakktf bulunduğunu göstermek için
daha kaç bin sayfa yazmak gerekir?
5. Bir denklemin elemanlanndan biri degiştiginde netice­
nin de degişecegi muhakkak iken, usUlde (asıllarda) ihtilaf
hall olunmaksızın usUlün tevlid ettigi meselelerde (fiimatta)
ihtilafa mani olunabilir mi?
6. Olunamazsa ve ihtilaf da neticede değil, denklemin un­
surlannda ise, dahası denklem bir kere çözülmüşse, yapılma­
sı gereken, neticenin sağlamasını yapmak için denklemin un­
surlannın yerinde olup olmadığını kontrol etmek değil midir?
7. Denklemin unsurlanyla (usulle) irtibat kurmayı bece­
remeyen nesillerin sonuçlardan hareketle öncüIlere intikal et-
1 50 · PHILO-SOPHIA-LOREN

rnek istemeleri tlm-i Mantık ıstılahınca müsadere ale'}-mat­


lub vasfım kazanmış ise ve sırf bu yüzden istidlal yollaona
fesad bulaşmışken mukaddematı ihmal edip sonuçlarda sıh­
hat aramak beyhude bir uğraş olmaz mı?!?
Bunca yddan sonra sorulara ciddiyet kazandıracak çaba­
lann içinde olmanın, cevap üretmeyi kolaylaştıracak alışkan­
lıklara dayanmaktan daha soylu bir tutum oldUğuna kanaat
getirmiş bulunuyorum. Bu tutumu ciddiye almanlZı sizlere de
tavsiye ederim.

You might also like