Professional Documents
Culture Documents
Homeros
Yaşamı hakkında çok az bilgi vardır. Homeros Antik Yunancada cins isim
olarak “köle” anlamına geliyordu. Kendisinden çok sonra gelen Klasik
Çağ yazarlarınca Truva Savaşı sırasında yaşadığı rivayet olunmuştur. Ayrıca
MÖ 8. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olduğu da tahmin edilmektedir. İngiliz
bilim adamı George Thomson Tarih öncesi Ege adlı eserinde yaptığı incelemeler
sonucunda Homeros'un doğduğu yer olarak en yüksek olasılığın Sakız
Adası olduğunu belirtir. Sonra ise diğer bir yüksek olasılık olan Smyrna'ya
(bugünkü adıyla İzmir) vurgu yapar. Ancak gerçekte Homeros isimli bir şair
yaşadıysa bile bu destanları yaratan veya derleyen tek bir ozan olmadığını
düşünen araştırmacılar da vardır. Hayatıyla ilgili bir başka rivayet ise kör
olduğudur. Yazdığı destanlar Klasik Çağ Yunan Edebiyatı'nı ve Mitoloji'sini
derinden etkilemiş ve bunların aracılığıyla da bütün batı edebiyatına etki
etmiştir. İrlandalı yazar James Joyce'un Ulysses'i, İngiliz yazarShakespeare'in
Troilus ve Cressida'sı, Roma'lı şair Virgil'in Aeneid'i Homeros'un
destanlarından derin izler taşıyan eserlerdendir. Antik dönem Anadolu ve
Yunanistan'ında halk İlyada ve Odysseia'yı ezbere bilir, canlı bir ansiklopedi
KAYNAKLARI gibi içinde taşırdı. Askerlik, tıp, teknoloji, hukuk ve din bilgilerinin tamamının
kaynağı bu kitaplardı.
Ne var ki onlarla iki ayrı çağ, iki ayrı dünya, iki ayrı insan görüşü, daha ileri
giderek ilk bakışta iki ayrı sınıf çıkıyor karşımıza, iki ozanın yapıtları değer
ölçülerine vuruldu mu, daha yeni olan daha eski, daha sonra geleni daha geri
sayılabilir. Homeros’tan Hesiodos’a değin bir gerileme olmuştur sanki. Bir
buçuk yüzyıllık önyargılı, yanlış değerlendirmelere karşın Halikarnas
Balıkçısının bayrak açtığını hep biliriz. İonya’ya kıyasla Yunanistan bir çağdaş
aydınlık dönemi karşısında bir Ortaçağ karanhğmı simgelemekteydi. Diniyle,
yaşayışıyla, töreleri ürünleri ile de kanıtlanabilir bu gerçek, hele MÖ beşinci
yüzyılda Atina kentsel uygarlık ve kültür aşamasına varmazdan önceki süre için.
Balıkçı’mn deyimiyle Hellenistan Asya’nın - o zamanları kısaca Asya diye
adlandırılan küçük Asya’nın, yani Anadolu’nun silik, buğulu bir aynası gibi
görünüyordu. Bu gerçeğe Homeros ile Hesiodos arasındaki ilişkiden daha iyi
örnek bulunabilir miydi? Biri şairlerin şahı, öbürü hantal, soluğu kıt, becerisi az
bir köylü ozanı.
Hesiodos Homeros’tan daha İonya’lı, onun iki yapıtı destanlardan daha doğulu,
daha Asya’lı, daha Anadolu’lu sayılmalıdır. Bilimsel olgular bunu gösteriyor,
duygusal diye nitelenen bir görüşü pekiştirmekte kaçınılmaz birer kanıt diye
dikiliyorlar karşımıza. Bu veriler Hesiodos’un yapıtlarına yeni bir boyut
kazandırılır, böylece onlarm kuruluğu, kimi yerde sıkıcılığı giderilmiş olur, hem
de bizim Anadolu topraklarının derinlerine kök salmış efsane bütünlerinden ne
denli gür ve yaygın dalların fışkırdığı görülür.
KAYNAKLARI
Klâsik batı yazınının büyük ünlüleri üstüne, kendilerinden birkaç yüzyıl sonraki
daha kısır dönemlerde bir takım yaşam öyküleri, lâtince deyimiyle “Vita”lar
uydurulmuştur. Tuhaftır ki, - örneğin bizim Yunus Emre için uydurulmuş
söylentilerin tersine bunlar eski çağların havasım vermek, ozanların kişiliğini
yansıtmak şöyle dursun, akla yakın tutarlı gerçekler vermez, üstelik
uyduruldukları dönemlerin düşük zevk damgasını taşır, bu masallarla elimize
geçen yapıtların kendilerini karşılaştırınca aralarında hiçbir ilişki kuramayız.
Bunun nedenini bulmak kolay: bizim halk ozanları üstüne dolaşan söylentilerin
yaratıcısı halktır, halkın içinden çıkmış bu ozanları kimse halktan iyi anlayamaz,
anlatamaz, oysa İlkçağ yazım ya da sanatının büyüklerine değgin uydurulmuş
öyküler hep bilgi çevrelerinden çıkmadır. Hellenistik denilen dönemden bu yana
bilginlerden başkası dile gelememiş bu konularda. Sonuçta ne olduysa ozanlara
olmuş, çünkü bilimsel ya da sözde bilimsel bir çevre sözlü geleneğin ürünü olan
yapıtları doğru dürüst anlayıp değerlendiremez, hele yüzlerce yıl önceki
çağlardan kalmaysa bunlar, üstelik de iki akım arasında batı ülkelerinde olduğu
gibi derin bir kesinti olmuşsa. Özetle diyebiliriz ki, Homeros kadar Hesiodos’u
da anlamak daha çok bize vergidir yahut olabilir, yalmz bu iki ozanın
kaynakları Anadolu’da bulunduğundan değil, onlarm dayandığı sözlü geleneğin
kaynağı Anadolu’da kesintisiz süregeldiği gibi, bugün de dipdiri, cardı ve yaygın
bir yaşam yaşadığından ötürü savunabiliriz bu görüşü. Hesiodos ile Homeros hiç
birbirine benzemez bir bakıma: Homeros bize adını bile vermemiştir,
Hesiodos ise özgün oldukları hem yurdundan olmuş, hem de meslek değiştirmek
zorunda kalmış. Hesiodos’un soyu Ege’lidir. Gerçi kendisi Anadolu kıyılarında
doğup büyümüş olmasa gerek, ama dilinden tutun da, yapıtlarının bütün
özelliklerine dek Aiolya ve İonya kaynaklı olduğu anlaşılır. Evet, Kyme’den
Boiotia’ya göçtü babam, diyor Hesiodos. Kyme, Çandarlı körfezinde Aliağa’nın
orda bulunan eski kentlerden biriydi. Bugün yerinde Namurt diye bir köy
bulunur, o da Yenifoça’nın bir iki kilometre batısındadır. Demek ki Kyme ile
Pho- kaia, birbirine komşu kentin yazgıları da birbirine benzemiş. MÖ Yedinci,
altıncı yüzyıllarda bu kentlerin halkı uzak ülkelere göçmeye koyulmuşlar.
Phokaia, Anadolu’nun kıyılarında ticaret merkezleri kurma yarışında Miletos’a
alt olup Korsika’ya ve Fransa’nın güneyine akın etmiş, sonra Pers baskısı
altında Marsilya’ya toptan bir göçe girişmiştir. Kyme için tarihçiler o kadar
kesin bilgi vermezler, ama Khalkis’tcn gelme göçmenlerce kurulduğu bildirilen
Napoli yöresindeki Cumae’nin, ki Sybilla falcısı ile ünlüydü, ilk ana vatanı bizim
Kyme olsa gerek. Bu olaylar gerçi Hesiodos’un zamanından epey sonrasına
rastlar ama Ege halklarının tarihçe saptanmış dönemlerden çok önce de böyle
bir akıma kapıldıklarını kanıtlamaya yeter. Bu göçler siyasaldan çok ekonomik
nedenlere dayanmaktadır. Hesiodos’un dediği gibi: “Bolluktan, zenginlikten,
rahattan değil/Kör olası yoksulluktan kaçıyordu” bu insanlar. Kıyı kentlerinin
kolay, açık, binbir olanaklı insanı kıraç Yunanistan’a gelince, rızkını yalnız
topraktan çıkarmak zorunluğu ile karşı karşıya kalır ve Hesiodos gibi kardeşi ile
bölüşmek durumuna geldiği toprağından ötürü sıkıntılara, kavgalara
sürüklenir.
Homeros – krallar, asiller, prensler, ünlü savaşçılar, tanrı çocukları, yarı
tanrılar, tanrılar destansı kentler, kaleler, kahinler.... üst sınıf (Üstünlerin
yaşamları)
KAYNAKLARI
Hesiodos – Halk, çobanlar, köylüler, işçiler (sıradan insanın günlük yaşamı,
acısı, sevinci, sorunları)
Güler yüzlü, mutlu İonya insanıyla somurtkan, aksi, çetin Hellenistan insanı
birbirinden derin bir uçurum ayırmaktadır sanki. Ama Hesiodos hep böyle
mutsuz değil, yaşamının en sevinçli, en onurlu anını da anlatır bize. Bu yaşantısı
ise Yunan yazınında tek, eşsiz bir örnek olarak yer alır. Theogonia’mn
Prooimion denilen Giriş bölümünde Musa’lara seslendikten sonra, kendi adım
verir, vermekle de kalmaz, başladığı yapıtın kendisine esinlendiği yeri de tüm
ayrıntılarıyla canlandırır gözümüzün önünde. Burası bir dağdır, Helikon dağı,
hani eteğinde Askra’nın bulunduğu. Askra ne kadar çirkinse, Helikon’u o kadar
güzel gösterir ozan, çünkü bura tanrıların uğradıkları bir dağdır. Esin perileri
Musa’lar, koro başları Apollon’un kılavuzluğunda çoğu kez Olympos dağında
hora teper, çalgı çalıp ezgi söylerler. Tesalya - Makedonya sınırındaki asıl tanrı
dağı Olympos’tan gayrı Musa'ların sevdiği başka dağlar da vardır,
Işin çarpıcı bir diğer yanı, mitlerin tanrı ile insanı yüz yüze getirmesi, bu
olağanüstü karşılaşma sonucunda insanın çok alçak bir düzeyde iken birdenbire
çok yüksek bir düzeye erişmesidir. Din tarihinde buna “epiphaneia” denir, tek
tanrılı dinlerde tanrının insana görünmesi peygamberlere vergi bir ayncakktır.
Homeros destanlarında da tanrılar insanlara görünür, ama çokluk dolaylı
olarak, insana düşünde seslenirler, bunu kılık kıyafet değiştirerek ve kendilerini
elden geldiğince gizlemeye çalışarak yaparlar. Oysa aşağıda vereceğimiz parçada
öyle bir çabası yoktur Musa’ların, açık konuşurlar, dobra dobra söylerler
söyleyeceklerini (Theog. 24 - 34):
Yukardaki dizelerde kavramlar önemlidir dedik, Biri “hybris”, öteki “dike”, bir
de belâ diye çevirdiğimiz “ate” sözcükleridir bunlar. Herbiri simgesel birer
varlığı gösterir. Bunlara Horalar denir… Theogonia’da köken ve soyları
belirtilir bu varlıkların:
Hora Latince saat anlamındadır… Ate (yahut Aate) Khaos boşluğundan çıkmış
Nyx (Gece) tanrıçanın kızı olan Eris’ten (Kavga) doğmadır.
Prometheus ile insan arasındaki ilişki nedir ki, bu Titan tanrı hem insanlardan
yana çıkıp eylemlere girişiyor, hem de baştanrı bu eylemlere karşılık hıncını
insanlardan alıyor? Birinci aşamada insanları ateşten yoksun ediyor, İkincisinde
kadın belâsını sarıyor başlarına. Peki, Pandora’dan önce kadın yok muydu?
İnsan yaratılınca tek cins olarak mı yaratıldı? Yunan mythos’unun Havva’sı
rolündeki Pandora ilk kadın mıdır? Bu sorulara yanıt bulmak olanaksız
Hesiodos’un yapıtlarında. Metin şöyle sürdürülüyor:
1-Altın Soyu :
Hesiodos’a göre bir kere insan soyunu Olympos’lu tanrılar yaratmıştır. Bu
yaratılan ilk ölümlülerin soyu “Altın Soy”dur. O zamanlar göklerin hâkimi
Kronos’tur. Henüz, Zeus doğmamıştır. Yani ilk insan, Titanlar döneminde
doğmuş olmaktadır. O dönemde, insanlar da tanrılar gibi çok rahat, huzurlu,
tasasız, acısız ve dertsiz bir hayat sürmekteydiler. Her zaman genç ve güçlü
kalıyorlar, hiç ihtiyarlamıyorlardı. Toprak her türlü nimeti zahmetsizce onlara
sunuyordu. İnsanlar ömürlerini yiyip içip eğlenmekle geçiriyor ve sonunda da
hiç acı çekmeden uyur gibi ölüyorlardı. Bu ilk insanlar (altın soy), henüz
kadınlar yaratılmadığı ve dolayısıyla evlenip çoğalma olmadığı için zamanla
ölüp toprağa karışırlar ve nesilleri tükenir. Bu arada artık Zeus’un hâkimiyet
dönemi başlamıştır. Zeus’un isteğiyle ölen bu altın soylu insanların ruhları,
KAYNAKLARI toprağı ve insanı koruyan iyi birer cine dönüşürler.
2-Gümüş Soyu:
Altın Soy tükenince Olympos tanrıları bir sonraki insan kuşağı olan Gümüş
Soyu’nu yaratırlar. Ancak bu soy, boy-bos ve akıl bakımından Altın Soy’dan çok
farklıydı. Bunlar yüz yıl çocuk olarak kalıyorlar, bu süre zarfında analarının
dizinin dibinde oynaşıp duruyorlardı. Büyüyüp yetişkin olunca da bin bir türlü
çılgınlık ve taşkınlıklar yapıyorlar, saygı nedir bilmiyorlar, hatta tanrılara bile
saygı duymuyorlar, tapınaklara da gitmiyorlardı. Halbuki uygar insan böyle
olmamalıydı. Sonunda Zeus bunların yaptıkları saygısızca hareketlere kızar ve
hepsini toprağa gömer (Tartaros’a gönderir). Bunlar da yer altı cinleri olurlar.
İnsanın yok edilmesi 30 (Anunnakiler, Enume Eliş, Enoch Book)
3- Tunç Soyu:
Tanrılar babası Zeus, bunun üzerine üçüncü bir soy daha yaratır. Bu soy,
Tunç Soyu’dur. Bunlar da Gümüş Soyu’na hiç benzemezler. Kaba saba,
oldukça güçlüydü bu soy. Yaptıkları tek şey, azıtmak ve saldırıp öldürmekti.
Acımasızdılar, her yana korku salarlardı. Yenilmek nedir bilmezlerdi. Evleri,
silahları, aletleri her şeyleri tunçtandı. Bu soy da kendiliğinden ölüp öbür
dünyaya (Hades) gitmiştir.
4-Kahramanlar Soyu:
Zeus, bir insan kuşağı daha yaratır. Bu soy diğer geçmiş soylardan çok daha
doğru, çok daha bereketli ve çok daha yürekli bir soydur. Bu soy, yarı tanrı
kahramanların soyudur. Hesiodos, bu soya övgüler dizer, kahramanlıklarından
söz eder. Bu kahramanların çoğu, savaşlarda ve kargaşalarda savaşarak ölüp
gitmişlerdir. Bu kahramanlardan bazılarına da Zeus, dünyanın bir ucunda,
insanlardan uzakta bir yurt ve bir hayat bağışlamıştır. Şu anda oralarda mutlu
bir hayat sürmektedirler.
5-Demir Soyu:
Bu soy ise Hesiodos’a göre içinde yaşadığı soydur. Hesiodos, bu soyda dünyaya
geldiğine bin pişmandır. “Keşke daha önce ölsem, ya da daha
doğmasaydım.”diyerek bu üzüntüsünü belirtir. Çünkü bu soyun insanları
gündüzleri çalışıp didinirler, geceleri de tanrıların yolladığı türlü dertlerle
kıvranır dururlar. Yaşamlarında sevincin yeri çok azdır. Hesiodos’un inancına
göre bir gün Tanrı Zeus bu soyu (Demir Soyu) da yok ediverecektir.