You are on page 1of 24

MİNE URGAN-SONSÖZ

William Golding 1911 yılında İngiltere’de doğdu. Önce fen bilimleri, sonra da İngiliz edebiyatı okuyarak
Oxford Üniversitesi’nde eğitim gördü. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce ve sonra uzun süre öğretmen
olarak çalıştı. Savaşta deniz eri oldu; müttefiklerin Normandiya Çıkartması’na ve daha birçok
çarpışmaya katılıp subaylığa yükseldi. Golding, 1934’te hiç kimsenin ilgisini çekmeyen bir şiir kitabı
çıkarmıştı. “Şiir yazamadığım için düzyazı yazıyorum” diyen Golding, yirmi yıl sustuktan sonra 1954’te
Sineklerin Tanrısı’nı (The Lord of the Flies) yazdı. Bir söylentiye göre, yirmiye yakın yayınevi bu kitabı
basmaya yanaşmamıştı. Ne var ki, Sineklerin Tanrısı basılır basılmaz, Golding büyük bir üne kavuştu.
Peter Brook, 1963’te, çağımızın klasiklerinden sayıldığı için, okullarda ve üniversitelerde okutulan bu
kitabın oldukça ilginç bir filmini çevirdi. Golding, Sineklerin Tanrısı’ndan sonra beş roman daha yazdı:[1]
The Inheritors, Martin Pincher, Free Fall, The Spire, The Pyramid. Bunlar da değerli yapıtlar olmakla
birlikte, belki Sineklerin Tanrısı’ndan daha çapraşık, anlaşılması çok daha güç olduğundan, bu ilk kitap
kadar ilgi görmedi. Sineklerin Tanrısı’nın başlangıcını okuyanlar, bu kitabı ıssız bir adada çocukların
serüvenlerini anlatan, küçükler için yazılmış bir öykü, R.M. Ballantyne’ın 1858’de yazdığı ünlü çocuk
kitabı Coral Island’ın (Mercan Adası) çağdaş bir uygulaması sanırlar. Hatta Golding, kendine özgü buruk
alaycılıkla, okuyucunun bu sanısını pekiştirmek istercesine, Sineklerin Tanrısı’nın başlıca iki kişisine
Mercan Adası’ndaki çocuklardan aldığı Ralph ve Jack adlarını verir. Mercan Adası’nda Ballantyne,
oldukça duygusal ve biraz da bön bir iyimserlikle, gemileri battıktan sonra Pasifik Okyanusu’nda ıssız
bir adaya sığınan üç İngiliz gencinin, Büyük Britanya uygarlığının oldukça başarılı bir küçük örneğini nasıl
yeniden kurduklarını anlatır. Golding’in kitabında da bir mercan adası ve İngiliz çocukları vardır. Ama
altı ile on iki yaş arasında olan bu çocuklar, gelecekteki atom savaşı sırasında, güvenilir bir yere
götürülmek üzere bindikleri uçak bir saldırıya uğradığı için bu mercan adasına düşmüşlerdir. Ve bu
mercan adasında olup bitenler, Ballantyne’ın romanında olup bitenlere hiç mi hiç benzemediği gibi,
Sineklerin Tanrısı bir çocuk kitabı da değildir. Hamlet’i sadece bir öç alma tragedyası ya da Moby Dick’i
sadece bir balina avı öyküsü saymak ne denli yanlışsa, Sineklerin Tanrısı’nı da çocuklar için yazılmış bir
serüven romanı saymak o denli yanlıştır. Hatta Sineklerin Tanrısı’na roman demek de yersizdir; çünkü
bu kitap bir roman değil, gerçekçi bir anlatımla yazılmış olmakla beraber, bir alegoridir, yani simgesel
anlamları olan bir öyküdür. 193 Victoria çağı yazarı Ballantyne’ın Mercan Adası gibi, Sineklerin
Tanrısı’nda gördüğümüz ıssız ada da yeryüzünün cennetlerinden biridir. Çocuklar da bu adanın,
okudukları Mercan Adası’na çok benzediğini söylerler. Ne var ki, başlangıçta bunu hiç sezinlemediğimiz
halde, atom çağının çocukları, bu güzelim adayı her açıdan bir cehenneme çevireceklerdir. Sineklerin
Tanrısı, öykünün başlıca dört çocuğundan ikisinin, yani Ralph ile Domuzcuk’un tanışmalarıyla başlar.
On iki yaşlarında olan Ralph, iyi huylu, zeki, güzel bir çocuktur. Deniz Kuvvetleri’nde binbaşı olan babası
gelip onları kurtarıncaya kadar bu ıssız adada, yetişkinlerin baskısından uzak, çok hoş vakit
geçireceklerine inandığından sevinç içindedir. Aynı sevinci paylaşmayan Domuzcuk’un gerçek adının ne
olduğunu hiçbir zaman bilmeyiz. Şişmanlığından ötürü ona böyle bir ad takılmıştır. Domuzcuk, yalnız
şişman olduğu için değil, neredeyse kör denecek kadar miyop olduğundan gözlük taktığı için, ikide bir
nefes darlığı nöbetleri geçirdiği için ve aşağı sınıflara özgü bir şiveyle konuşan tek çocuk olduğu için
ötekilerden ayrılır. Çocuklar arasında en üstün zekâlısının böyle bedensel kusurları olması ve yoksul bir
aileden gelmesi, ayrıca ilginç bir ayrıntıdır bize kalırsa. Ağzını her açışında aklın ve sağduyunun sesini
bize ileten Domuzcuk, çocukların durumunun korkunçluğunu gerçekçi bir gözle görür: Burası bir adadır.
Ralph’ın babası da, hiç kimsecikler de, çocukların burada olduklarını bilmemektedir. Bir çaresini
düşünüp kurtarılmanın yolunu bulmazlarsa, ölünceye dek burada kalacaklardır. Onun için hemen
örgütlenmeleri gerekmektedir. Adanın şurasına burasına dağılmış çocukları bir araya getirmeli, kaç kişi
olduklarını saptayan listeler hazırlamalı, bir toplantı yapıp kurtuluş çareleri düşünülmelidir.
Domuzcuk’un önerisi üzerine Ralph, sudan çıkardıkları şeytanminaresi biçiminde bir denizkabuğunu
boru gibi öttürerek çocukları toplantıya çağırır. Toplantıda ilk alınan kararlardan biri, şeytanminaresini
elinde tutana söz hakkı verilmesidir. Böylece, her toplantıdan önce öttürülen bu güzel denizkabuğu,
demokratça bir düzen içinde herkesin dilediği gibi konuşmasının, yani düşünce özgürlüğünün bir
simgesi olur. Bu denizkabuğundan tüm adada duyulan bir ses çıkarabilenin doğuştan bir önder
olduğunu sezmişçesine, çocuklar oybirliğiyle Ralph’ı şef seçerler. Bu karara karşı çıkan tek kişi Jack’tır.
Denizkabuğunu eline almadan konuşmak isteyen, seçim yapılmadan şef olması gerektiğini küstah bir
gururla açıklayan Jack’ın bir bakıma hakkı vardır; çünkü Ralph doğuştan bir önder olduğu gibi, Jack da
doğuştan bir önderdir. Şu farkla ki, Ralph eşitliğe, sevgiye ve anlaşmaya inanan, iyiliğe yönelik bir önder;
Jack ise kendinden başkasını hor gören, zorbaca bir baskıya inanan, kötülüğe yönelik bir önderdir. Jack
görülür görülmez, onun küçük bir faşist, çekirdek halinde bir başbuğ olduğu hemen anlaşılır. Jack,
katolik bir kilisenin korosunda şarkı söyleyen çocukların başıdır. Şimdi yapılan seçimde Jack’a istemeye
istemeye oy veren koro üyelerinin, öteki çocuklarınkinden farklı acayip üniformaları vardır: Gümüşle
süslü dört köşe şapkalar, üstüne gümüş renkli bir haç işlenmiş, yerlere kadar uzun kapkara pelerinler
giyerler ve askerler gibi, ikişer ikişer, düzenli adımlarla yürürler. Sıcaktan ve açlıktan bitkin oldukları
halde, onlara yere oturma iznini bile vermeyen Jack’ın sözünü dinlemek zorundadırlar. Zorbalığa
dayanan üstünlüğünü bu adaya gelmeden önce koronun başıyken kuran Jack, ileride göreceğimiz gibi,
güçlendikçe zorbalığı da artırır; Leigh Lodson’un dediği gibi küçük bir Hitler ’mişçesine davranmaya
başlar: Ona hizmet etmedikleri, sadece meyve yiyip oyun oynadıkları, geceleri de korkudan ağladıkları
için, altı yedi yaşındaki küçükleri, yaşamaları gereksiz yaratıklar sayar... Aklına esince, kulu kölesi haline
gelen çocukların elini kolunu bağlatıp, hiçbir neden göstermeden onlara dayak atar; faşistlerin şatafatlı
törenlere düşkünlüğüyle, yüzünü boyalarla, başını 194 çelenklerle süsleyip, bir put gibi kurulur... Her
konuşmasından sonra iki çocuğun tahta mızraklarını havaya kaldırarak “şef söyleyeceğini söyledi,”
demesini emreder. Domuzcuk’u görür görmez adam yerine koymaması, “şişko” diyerek aşağılaması da,
faşistlerin aydınlık kafalara karşı duydukları kinin belirtisinden başka bir şey değildir. Jack ve Ralph
arasında iktidarı elde etme savaşı açığa çıkmadan önce Ralph, Jack’ın etkileyici kişiliğine kapılır; onunla
dost olmak ister. Hızlı konuşamadığı, kayalara çabucak tırmanamadığı için, Ralph, Domuzcuk’a pek
önem vermez ilkin. Ama olaylar geliştikçe, şefliğinin sorumluluğu altında ezildikçe, Domuzcuk’un
değerini anlar. Kendisinin şef olduğunu ve Domuzcuk’un hiçbir zaman bir şef olamayacağını bildiği
halde, kafasını Domuzcuk gibi işletebilme yeteneğinden yoksun olduğunun farkındadır: “Domuzcuk
düşünebiliyordu. O şişko kafası adım adım ilerleyebiliyordu... O gülünç bedeninde bir beyin vardı.” İşte
bu yüzden Domuzcuk, Ralph’ın akıl hocası olur; tek başına bir beyin takımı işini görür. Ralph, şefliğinin
sorumluluğunu artık taşımayacak kadar umutsuzluğa düşünce de, Domuzcuk’un direnmesi ve ona
destek olması sayesinde görevini sürdürür. İlk toplantıda olumlu kararlar alınır. Gene Domuzcuk’un
önerisiyle, sahilde hemen barınaklar yapılması ve açıktan geçecek gemilere işaret vermek üzere, dağın
tepesinde bir ateş yakılması kararlaştırılır. Hiçbir zaman sönmemesi gereken bu ateş, çocukların
kurtuluş umudunun bir simgesi, bu ıssız adayla dünya arasında tek haberleşme aracıdır. Gel gelelim
ateş yakma önerisini pek çekici bulan çocuklar, adanın büyükçe bir bölümünü ve bazı küçükleri yakarlar
bu arada. Barınak yapmak için uğraşanlar ise, ancak Ralph ve Simon’dur. Sığınacak bir yerleri olması
zorunluluğunu ilk kendi düşündüğü halde, aydınlara özgü bir tutum içinde, şişman bedenini yormaya
pek yanaşmayan Domuzcuk, kafasını işleterek güneş saati gibi uygarlık araçlarının yapımını tasarlamayı
yeğler. Oyuna dalan çocuklar, verdikleri kararları uygulamayı ne denli savsaklasalar, ne denli
beceriksizce davransalar, gene de durumu az çok idare edebilirlerdi herhalde. Ne var ki, aslında iç içe
olduklarından birbirinden ayrılmaması gereken iki şey, yani Jack’ın av tutkusuyla mantık dışı bir korku,
adayı korkunç bir karabasana döndürür. Jack, çocukların et yiyebilmeleri için ava çıkmak istediğini
söyler. Ama kendi de bunun farkında olmadığı halde, gerçek amacı, tıpkı savaşa benzeyen tehlikeli bir
oyun oynayıp, canlı bir yaratığın kanını dökmektir. Gel gelelim, atom çağında yaşayan bir çocuk için
bile, kan dökmek kolay değildir. Nitekim Jack, sürüngen bitkilere takılıp kalmış bir domuz yavrusunu
öldüremez ilkin. Vuracakmış gibi bıçağını havaya kaldırır ama o bıçağın canlı bir şeyin üstüne inmesinin
ne denli korkunç bir şey olacağını bildiği için, hemen davranamadığından, hayvancağız sürüngen
bitkilerden sıyrılıp kaçar. Ne var ki av, artık bir saplantı olmuştur Jack’ta. Domuzları daha kolay
kıstırabileceği bahanesiyle, yüzünü gözünü renkli toprakla boyar. Hem ilkel kabilelerin adamlarına
benzemek, hem de kendi benliğini maskelemek için yapar bunu. Çünkü bu boya maskesinin ardına
gizlenirse, şimdiye dek boyun eğdiği tüm yasaklardan kurtulup, daha kolay kan dökebileceğini bilir. Jack
ile avcıları, domuzları yakalamanın coşkusu içinde, ateşe odun atmayı unuttukları için, dağın
doruğundaki umut ateşinin sönmesiyle ilk domuzun öldürülmesi aynı saatlere rastlar. Ve tam o
sıralarda, dumanı görseydi belki gelip çocukları kurtarabilecek bir gemi geçer açıktan. Ralph ile
Domuzcuk acılar içinde, uzaklaşan geminin ardından bakarlarken, Jack, canlı bir yaratığı öldürmüş
olmanın yabansı sevinci içindedir. Daha sonraki avlarda, özellikle bir dişi domuzun 195 öldürülüşünde,
bu sevince neredeyse cinsel diyebileceğimiz kötü bir haz da karışacaktır: Jack bıçağını dişi domuzun
gırtlağına sapladıktan sonra, çocuklar hep birden kanayan hayvanın üstüne çullanırlar ve dişi domuz
çocukların altında çöker: “Çocuklar tüm ağırlıklarıyla, doymuşçasına, üstünde kalırlar.” Aralarında en
acımasızı olan Roger, tahta mızrağını hayvanın makatına sokunca, avcılar hep birden gülüşürler. Jack,
domuzları öldürdükçe daha yabansı, daha zalim olur. Faşistlere özgü dar kafalı şovenizmle “Ne de olsa
vahşi değiliz biz. Biz İngiliziz ve İngilizler her şeyi en iyi biçimde yaparlar” diye övünen bu çocuk,
vahşilerin en kana susamışı gibi davranır. Daha ilk domuzu vurduktan sonra bile, ateşi söndürdüğü için
onu suçlayan Ralph’a henüz el kaldırmadığından, Ralph’ın akıl hocası bildiği Domuzcuk’u yumruklayıp
yere serer, Domuzcuk’un gözlüğünün bir camının kırılmasına ve çocuğun tek gözlü kalmasına neden
olur. Jack daha sonraları, aklın ve sağduyunun temsilcisini tamamıyla kör edecektir. Ne var ki, “Biz
güçlüyüz, biz ava gideriz... Eğer bir canavar varsa, biz onu avlayıp yakalarız. Çevresini sararız, vururuz,
vururuz, vururuz!” diye böbürlenen Jack, gizemli bir korkunun kurbanıdır aslında. Kendi domuzları
avlarken, ne olduğu belirsiz kötü bir varlığın da onu avladığını sanır. Zamanla tüm adaya egemen olan
korku, altı yedi yaşındaki küçüklerin önce “yılan gibi bir şeyden” sonra da bir “canavar”dan
yakınmalarıyla başlar. Kendi benliğinde de bir canavar gizlendiği için, adada bir canavarın
gizlenebileceğine aklı yatar Jack’ın. Domuzcuk, küçüklerin geceleri doğal olarak duydukları korkunun
bir simgesi olan bu canavara inanmaz. O, aydınlık kafasını işleterek, böyle hayal ürünü yaratıklardan
değil, ancak insanlardan korkulması gerektiğini söyler. Ralph da canavara ilkin inanmaz. Ama bir süre
sonra, dağın doruğuna konan korkunç şeyi gecenin karanlığında kendi gözleriyle görünce, canavarın
varlığını yadsıyamaz hale gelir. Çocukların canavar sandıkları, ölü bir paraşütçüdür aslında. Şefliğinin
sorumluluğu altında ezilen Ralph, büyüklerin dünyasından küçüklere yardım edebilecek, yol
gösterebilecek bir işaret beklemişti. Kara alaycılığın bir ustası olan Golding, o gece çocuklar uyudukları,
bunu göremedikleri halde, büyüklerin adadaki küçüklere bir işaret verdiklerini anlatır: Adanın üstünde
bir hava savaşı sürüp gittiği sırada ışık saçan bir patlama olur; ta yükseklerden düşen ölü bir paraşütçü,
çocukların tek umudu olan ateşin bir daha yakılmasını engellercesine, dağın doruğuna konar. Ve
paraşüt rüzgârda şiştikçe, ölü pilot canlıymış gibi devinir durur. Çocukların canavara inanmalarıyla
birlikte, Jack ile Ralph arasındaki düşmanlık açığa çıkar. Şimdiye dek hep Ralph’ın öttürdüğü
denizkabuğuyla artık Jack çocukları toplantıya çağırır. Ralph’ı korkaklık açısından Domuzcuk’a
benzemekle, gerçek bir şef olmamakla suçlayan Jack, bir hükümet darbesi yapıp iktidarı ele geçirmek
için kıyasıya bir savaş verir. Gerekli oyları gene elde edemediği için, demokratik yöntemlere göre
yenilmiş sayılsa da, aslında bu bir yenilgi değildir. Çünkü Jack, ava gitmek ve et yemek isteyenlerin
peşinden gelmelerini söyleyerek, adanın öteki ucundaki Kaya Kale dediği yüksek kayalığa çekilince,
büyük çocukların tümü, bundan böyle şef olduğunu açıklayan Jack’ın, yüzü boyalı vahşilerden oluşan
“kabile”sine katılırlar. Böylece çocuklar, demokratik düzenden cayıp, kabile düzenine geri dönerler.
Gerçi Domuzcuk, o güzel kafasını işleterek, dağın doruğunda canavardan ötürü yakılamayan ateşin
kumsalda yakılmasını önermiştir, ama Jack ile kabilesi geceleyin barınaklara bir baskın yapıp,
Domuzcuk’un tek camlı gözlüğünü çalarlar. Adada ateş yakmanın tek yolu da, Domuzcuk’un 196
gözlüğünün merceğiyle kuru yaprakları tutuşturmak olduğu için, çocukların kurtuluş umudu olan ateş
artık hiç yanmayacaktır; çünkü Jack, açıktan geçen gemilere işaret vermek için değil, ancak avladığı
domuzları kızartabilmek için gözlüğü çalmıştır. Böylece çocuklar, korkularının ürünü olan canavarla
birlikte, belki ölünceye dek bu adada kalacaklardır. Canavara inanmayan tek çocuk küçük Simon’dur.
Herhalde kendi iç dünyası ışık içinde olduğundan, tüm çocukların ödünü koparan karanlıklardan hiç
korkmadığı için geceleyin tek başına ormana giden, ara sıra bayılıp bir çeşit sara nöbeti geçiren Simon’u,
öteki çocuklar kafadan biraz çatlak bilirler. Simon herkesin derdini dert edinir: Barınakların
yapılmasında Ralph’a yardım eden tek çocuktur. Jack, ava katılmadığı bahanesiyle, kızartılmış domuz
etini Domuzcuk’tan esirgeyince Simon kendi payına düşeni Domuzcuk’a verir; küçüklerin erişemediği
yüksek dallardan en olgun meyveleri koparıp onlara sunar. Bunlar iyi yürekli insanlara özgü
davranışlardır. Ama Simon sadece iyi yürekli olmakla yetinmez. Bir mistik, bir ermiştir bu küçük çocuk.
Golding, kitabını bir gazeteciyle tartıştığı sırada, Simon’un “İsa’yı andıran bir kişiliği” olduğunu,
sezgileriyle gerçeği görebildiğini söylemiştir. Simon yalnız gerçeği değil, geleceği de bilir. Örneğin
Ralph’ın günün birinde bu adadan kurtulacağı, evine geri döneceği içine doğduğu gibi, canavarın dış
dünyada değil, çocukların kendi içlerinde olabileceğini anlar. Simon, “Bizden başka canavar yok belki”
derken, Golding’in de belirttiği gibi, “insanlığın başlıca hastalığını” dile getirmek ister. Kitaba adını veren
Sineklerin Tanrısı, bu hastalığı, yani insanların içindeki kötülüğü simgeler. Sineklerin Tanrısı, üstüne
sineklerin konduğu ölü bir domuz başıdır: Jack, ilkel bir insanın inancıyla karanlık güçleri yatıştırmak,
kendini ve kabilesini canavardan koruyabilmek amacıyla, öldürdüğü bir domuzun başını kesip iki ucu
sivritilmiş bir kazığa geçirmiş, kazığı bir put dikercesine toprağa çakarak, bu kokuşmuş domuz başını
canavara sunmuştur. İngilizlerin Beelzebub dedikleri şeytanın Kutsal Kitap’taki İbranice adı, Sineklerin
Tanrısı anlamına gelen Ba-al-z-bub olduğu için de Golding kitabına bu adı vermiştir. Simon, insanları
çok sevdiği halde, ara sıra tek başına kalabilmek için, ormanda gizli bir yer bulmuştur kendine. O gizli
yerde Sineklerin Tanrısı ile karşılaşır günün birinde. Çocukların karabasanlarına giren canavar olduğunu
açıklayan Sineklerin Tanrısı, çocuklar arasında ancak Simon’un gerçeği bildiğinin farkındadır; çünkü
ancak Simon canavarın çocukların içinde olduğunu, bundan ötürü de hiçbir zaman öldürülemeyeceğini
anlamıştır. Sineklerin Tanrısı kahkahalar atarak, “Sen biliyordun değil mi? Sizlerin bir parçası olduğumu
biliyordun? (...) Her şeyin bozulmasının nedeniyim ben. Bunu biliyorsun, değil mi?” der. Sonra da
Simon’u uyarır: “Seni istemiyorlar... Biz eğleneceğiz bu adada.” (Bu “eğleneceğiz” sözü, adaya ilk
geldikleri sırada, Ralph’ın “Bu güzel yerde çok eğleneceğiz.” demesinin korkunç bir yankısı gibidir).
“Onun için bir haltlar çevirmeye kalkma, benim zavallı yolunu şaşırmış çocuğum, yoksa... Yoksa seni
yok ederiz. Anladın mı?” Ve Sineklerin Tanrısı koskocaman kapkaranlık ağzını açınca, Simon, bu ağzın
içine düşercesine yere yıkılır, bir sara nöbeti geçirir. Ne var ki, Simon acı bir gerçekle, yani kendi
benliğinde hiç bulunmayan kötülüğün çoğu insanların içinde var olduğu gerçeğiyle karşılaştığı halde,
bu kötülüğü simgeleyen Sineklerin Tanrısı, Simon’u yutup yok edememiştir gene de. Simon kendine
gelir gelmez, dağın doruğuna çıkmaya karar verir. Orada bir canavar olmadığını çoktan sezmiştir:
“Simon canavarı düşündükçe, gözünün önüne bir insan geliyordu: Hem yiğit, hem de hasta bir insan.”
Nitekim gecenin karanlığında, bitkin bir halde, düşe 197 kalka dağa tırmanınca, canavar sanılan şeyin
aslında ne olduğunu görür. Ölü pilot gülünç bir kukla gibi devinip durmasın diye, paraşütün kayalara ve
çalılara takılmış iplerini çözer. Sonra, durumu bildirmek üzere dağdan iner. O sırada korkunç bir fırtına
patlak vermiştir. Kapkaranlık gecede çıkan şimşeklerden, gök gürültüsünden ödü kopan çocukları
oyalamak için, Jack çılgın bir dansa zorlar onları. Canavarı nasıl öldüreceklerini simgeleyen bu dans,
çocukları korkudan koruyacak bir çeşit büyü gibidir. Bir halka yapan –ve ne yazık ki, aralarında Ralph ile
Domuzcuk da bulunan– çocuklar, hep bir ağızdan “Canavarı gebert! Gırtlağını kes! Kanını dök!” diye
bağıra bağıra tepinirlerken, yürüyecek hali olmadığından emekleye emekleye ilerleyen Simon,
ormandan çıkar; “Tepedeki ölü adam” diye bir şeyler anlatmaya çalışarak halkanın içine girer. Ve hem
korkudan deliren, hem de yabansı bir öldürme hırsına kapılan çocuklar, canavarın olmadığını
müjdelemeye gelen Simon’u canavar sanıp paramparça ederler. Simon’un ölümüyle birlikte güçlü bir
rüzgâr, ölü pilotun paraşütünü şişirir; paraşüt dağın doruğundan havalanır, adanın üstünden uçar,
ölüyü alıp okyanusa gömer. Gerçi canavar artık yok olmuştur, ama Jack ile kabilesinin yüreklerinde
olanca gücüyle yaşamaktadır hâlâ. İşte bu yüzdendir ki, kafası en aydınlık olan çocuk, karanlık güçlerin
ikinci kurbanı olacak, üçüncü kurbanın verilmesine ramak kalacak ve kitabın başlangıcında bir cennet
olan bu güzel ada bir yangın yerine dönecektir. Belirli koşullar altında yetişkinler böyle davranabilir,
ama altı ile on iki yaş arasında küçük çocuklar, uygar dünyanın baskısından uzaklaşınca, nasıl böylesine
vahşileşebilir, kan dökecek kadar acımasız olabilir diye düşünen birçok kişi, küçüklerde bile bu kadar
korkunç bir biçimde belirdiğine göre, Sineklerin Tanrısı’nda kötülüğün insan yaratılışında doğuştan var
olduğu görüşünün savunulduğu kanısına varıp dehşete kapılmıştır. Okuyucuların duydukları bu dehşeti
doğal saymalı; çünkü çocukların tertemiz birer melek oldukları konusunda, yanlış olduğu kadar da
yaygın bir inanç vardır. Oysa kendi çocukluğuna ve yakından tanıdığı çocuklara duygusallıktan arınmış
gerçekçi bir gözle bakabilenler, çocukların küçük birer melek değil, tıpkı yetişkinler gibi birer insan
olduğunu bilirler. İnsanlarda ise, ister büyük ister küçük olsunlar, hem iyi hem de kötü içgüdüler vardır.
Anayla baba ve eğitim kurumları, çocuğu olumlu biçimde etkilemeye, iyiye yönelen içgüdülerini
geliştirip kötüye yönelen içgüdülerini engellemeye çalışırlar. Uygarlığın amacı da budur aslında. Bu
uygarlık süresi içinde en büyük görev topluma düşer. Oysa Sineklerin Tanrısı’ndaki çocuklarda, kötülüğe
yönelik duygular kökünden kazılmamış, bazı yasaklarla sınırlandırılmıştır ancak. Örneğin çocukların en
acımasızı olan Roger, deniz kıyısında tek başına oynayan bir küçüğü taşlamak istediği halde, adaya
gelmeden önce bellediği bazı yasaklardan ötürü, bunu yapamaz ilkin. Çocuğun çevresine taşlar atmakla
yetinir. Ama daha sonraları, yazarın deyimiyle “yıkılıp giden” bir uygarlığın koyduğu yasaklara
aldırmadan, koskocaman bir kayayı Domuzcuk’un üstüne devirir. Roger ve öteki çocuklar, “yıkılıp
giden” bir uygarlıkta değil de, barış ve sevgiye dayanan gerçekten uygar bir ortamda yetişselerdi, başka
türlü davranırlardı elbette. Ne çare ki, atom ve nötron bombası çocuklarıdır bunlar. Üçüncü Dünya
Savaşı’nda, tehlike bölgesinden kaçarken, uçaklarının bir saldırıya uğrayıp düşmesi sonucu bu adaya
sığındıklarını unutmamalı. Bu savaş, kapitalist ülkelerle sosyalist ülkeler arasındadır herhalde. Çünkü
bir ara Ralph, belki de “kızılların” onları tutsak alacağını söyleyince, çocuklardan biri, kızılların Jack’tan
beter olamayacaklarını ileri sürer. Geceleyin havadaki patlamadan ve ölü pilotun adaya düşmesinden
anlaşılacağı gibi, çocukların arasındaki savaş olanca hızıyla dış dünyada da sürmektedir. Çocuklar bir
İngiliz kruvazörüyle adadan götürülünce, onların gerçekten kurtulduklarına inanmak da kolay değildir.
Çünkü bu çocuklar bir savaş ortamına döneceklerdir gene. 198 Hatta Jack’ın kabilesinin Ralph’ı avladığı
gibi, bir düşman gemisi bir kruvazörü avlayacaktır belki de. Sineklerin Tanrısı, İkinci Dünya Savaşı’ndan
kısa bir süre sonra, bu savaşta yıllarca çarpışan insanların birbirlerine nasıl kıydıklarını kendi gözleriyle
görüp, birçok umutlarını yitiren biri tarafından yazılmıştır. Ne var ki, kimi eleştirmenlerin sandığı gibi,
Golding’in tüm insanların doğuştan kötü olduklarını savunduğu, umarsız ve kapkara bir kötümserliğe
kapıldığı söylenemez gene de. Golding, insanların tümüyle kötü olduklarına değil, dış dünyada da,
insanların iç dünyasında da iyilikle kötülüğün, aydınlık güçlerle karanlık güçlerin çarpıştığına inanır
aslında. Bu kitapta, ancak Simon yüzde yüz iyi ve ancak Roger yüzde yüz kötüdür. Her insanda olduğu
gibi, öteki çocuklarda da hem iyilik bulunur, hem kötülük. Ralph ile Domuzcuk’un kötü yanları, Jack’ın
da iyi yanları vardır. Şu farkla ki, Ralph ve Domuzcuk’ta iyilik ağır basar, Jack’ta ise kötülük. Gerçi
çocukların çoğu Jack’tan yana çıkar ama bunun gerçek nedeni yaratılıştan kötü oluşları değil, sadece
güçsüz olmalarıdır. Çocuklar Ralph’ın yanında kalıp, barınakların yapımında uğraşmak ya da
Domuzcuk’un akıllı sözlerini dinlemek gibi can sıkıcı işlere katlanamazlar. Yüzlerini boyayıp
eğlenebilmek için, ava gidip domuz etiyle karınlarını doyurabilmek için, büyüklerden öğrendikleri savaş
oyunlarına heveslendikleri için ve her şeyden fazla canavardan korktukları, onları koruyacak birini
aradıkları için Jack’a boyun eğerler, kabileye katılırlar. Çocukların güçsüzlüğünden ve korkularından
yararlanan Jack’ın zorbalığı öylesine korkunç boyutlara varır ki, avladığı domuzun başını canavara
sunduğu gibi, Ralph’ı da avlayıp, başını iki ucu sivriltilmiş bir değneğe geçirerek canavara sunmak ister.
Sineklerin Tanrısı tamamıyla egemen olmuş gibidir çocuklara. Ne var ki, kitabı bitirip de, Simon’un akıl
yolundan hiç şaşmayan ermişliğini, ayrıca ölmeden önce yücelen Domuzcuk’un kabileye meydan
okurcasına uygarlığı savunmasını ve karanlık güçlere karşı sonuna kadar direnip, sonunda gene şef
olduğunu açıklayan Ralph’ın yiğitliğini düşündükçe, Sinekler Tanrısı’nı yenmenin yolları olduğunu da
anlarız.

Mîna Urgan

Romantik Dönem Çocuk Tipini Parçalayan Eser


Hemen hepimizin çocukken okuduğu ve çocuk olmasıyla gurur duyduğu bir kitap olan İki Yıl Okul
Tatili’nden sonra 1950’lerde yazılan bir kitap ortaya çıkar. O güne dek insan’danayrı konumlanan
çocukların da kötü olabileceğini, içinde kötülük barındırabileceğini gösterir. Bu, ait olduğu dönemi
parçalayan bir eserdir, edebiyat çevresinde şaşkınlık yaratır. Yine de satış rekorları kıracaktır. Yazarın
ilk eseri olduğu ve dönemin anlayışına ters bir algıyla yazıldığı için uzun süre yayınevi bulamayan dosya
sonunda Faber and Faber tarafından basılır ve yavaş yavaştüm dünyaya yayılır. Orijinal adı Lord of the
Flies olan Sineklerin Tanrısı’n dan bahsediyorum. 1954 Yılında İngiliz yazar William Golding’e ait eser
1960’agelindiğinde best-seller olur. Time dergisi tarafından 1923-2005 arasındaki En İyi 100 Roman
içine girerek milyonlarca satarken ülkemizde de sekiz baskı yapar. Okullarda ve üniversitelerde
okutulan bir kitap haline geldiği gibi iki defa da filme çekilir. Yazıldığıdönemde geçen kitap bir atom
savaşı sırasında güvenlik sebebiyle ülkeden kaçırılmak istenen bir grup erkek çocuğu taşıyan uçağın ıssız
bir adaya düşmesiyle başlar. Çocuklar organize olmak adına bir lider seçimi yaparlarsa da bazıları bu
lideri tanımaz ve ayrı bir grup oluşturur. Liderlik seçimi İki Yıl Okul Tatili’nde de vardır. Orada ayrılmak
isteyen dört çocuk başka grup oluşturur ama bu romandaki gibi karşı grup oluşturmaz. Bu fark, değişen
dünyanın en bariz işaretidir. Artık yeni bir dünya vardır.Kitabın ilk sayfalarında Mercan Adası’ndaki
eğlenceli ve kolay ortamın ipuçlarına kananlar yanılacaktır. Çünkü Mercan Adası ile Sinekler’in Tanrısı
arasında iki ortak nokta haricinde benzerlik yoktur: güzel bir ada ve baş karakterlerin Ralph ve Jack
olması. Ralph iyi huylu, zeki, adil ve mantıklı biridir. Lider olarak o seçilmiştir. Buna karşı gelen Jack
zorbalıkla birkaç çocuğu kendi safına çeker ve kötü grubu oluşturur. Jack’in grubu bundan 200 böyle
eğlenmek, yüzlerini boyayarak çeşitli ritüeller yapmak, hayvanlara işkence etmek,zayıfı ezmek kısaca
yok etmek üzere bir arada duracaktır. İlerleyen günler Ralph’ın liderliğindeki grubun ayakta kalma ve
adadan kurtulma çabasını konu alır. Diğer grup kurtulmaya çalışmak şöyle dursun ellerindeki olanakları
da bilinçsizce tüketmeye başlar. Kötülük kitabın ortalarına gelmeden kendini gösterir. Bundan sonra
iyilik ve kötülük karşı karşıyadır. O güzel ada yangınlar ve savaşlarla cehenneme döner. İyilerdeniki
çocuk kötüler tarafından öldürülür. Sonunda adaya bir kurtarma gemisi gelir ama bu gemiye kimlerin
bineceği meçhuldür. (Sineklerin Tanrısı kazığa geçirilmiş ve üstünde sineklerin uçuştuğu bir domuz
başıdır.Kitapta karanlık güçleri simgeleyen bir nevi put/totem rolünü üstlenir. Aslında bu ismi Golding
şeytanı temsilen koyar çünkü Sineklerin Tanrısı Musevilerin Kutsal Kitabında şeytan ismi yerine geçer).
Romanın alegorik yapısı pek çok okur tarafından bilinmekte. Benim üstünde durmak istediğim zaten
karakterlerin teker teker neyi simgelediği değil edebiyatta “çocuk”figürünün bu eserle nasıl ete kemiğe
büründüğü. Çocukların göz açıp kapayıncaya dek birbirlerini böylesine yok etmeye yönelik fikir ortaya
atması ve suça eğilmesi insanı irkiltip tedirginlik yaratıyor. Çocukların içindeki kötülüğün edebiyata
yansımasında önemli bir yer tutan Golding’in bu denli ses getiren kitabının başarısının altında gerçeklik
yatar. Gerçeklik derken Yin-Yang felsefesinden bahsetmemek olmaz. Yin-Yang’e göre her şey iki
kutupludur. Bu kutuplar ayrıca birbirine karşıttır. Birbirinden ayrılamaz iki karşıt kutbundaki harekette
“Bir ”durumundan “İkinci” durum doğar. Böylece doğurma süreci tetiklenir ve tekrarlanarak gider.
Karşıt kutuplar çekme ve itmeyi tetikler. Kötülük ve iyilik de işte bu durumdadır. Karşıtı olmadan kötücül
açıklanmaz. İnsanın doğasındaki kötülüğün kavranabilmesi için ise iyiliğin ne olduğunun bilinmesi ve
bulunması gerekir . Çünkü kötülüğün karanlığı, ancak iyiliğin aydınlığında görülebilir. İyilik olmadığında
kötülük (okur tarafından) çekiciliğini yitirir. Bu nedenle yazar da kötünün (Jack) karşısına bir iyi (Ralph)
koyarak bir çocuğun içinde kötünün de pekala olabileceğini gösterir. 201 Ayrıca başta Jack’in üstüne
biraz iyilik, Ralph’a ise şiddete öykünme belirtileri serperek arkasına yaslanır ve olayları akışına bırakır.
Hikâye ilerledikçe karakterler seçimlerini kötü ya da iyiden yana yapacaklardır . İki Yıl Okul Tatili, bir
başarı öyküsü olmasından, teknoloji ve yaratıcılığa umutla bakışına devam eden aydınlık bir ürün. Ne
var ki ardarda gelen dünya tarihindeki en büyük savaşlar, ırk, din, dil ayrımında yüz binlerce kişinin
göçlere zorlanmaları, toplu katliamlar karşısında Golding kötülüğün fırsat verildiğinde aslında en
küçüğümüzden başlayabildiğini savunur. Tartışmasını alegoriyle sunar. Güçlü güçsüzü eziyorsa, iyi
kaybediyorsa, kötü olan güçlü mü? Gerçekte güçlü ve güçsüz kim? Akıllı olan mı, yoksa kötüye çalışan
kafasıyla insanın zayıflığını kullanarak iktidara gelen mi? Kazanan kim? Dünya savaşları sırasında
milyonlarca kişinin hayatını kaybetmesi, evsiz, işsiz kalması, Avrupa’nın ters dönen ekonomisi,
insanların uzun yıllar üstünden atamayacağı psikolojisi ve sonrasında İngiltere’nin boğazına kadar borca
batması düşünülürse Golding’in ülkesi henüz toparlanma yolundayken bu romanı yazması geriye
bakıldığında insanı şaşırtmıyor . Mina Urgan kitabın sonsözünde Sineklerin Tanrısı’nda çocukların uygar
dünyanın baskılarından uzaklaşınca böylesine vahşileşebilme, kan dökecek kadar acımasız olabilme,
kötülüğün insan yaratılışında doğuştan var olduğu görüşü karşısında insanların dehşete kapıldığını
anlatır . Çocuklar melektir duygusal gerçekçiliğinden arındırılmamış bir bakışın çocukların özünü asla
göremeyeceği, kabul edemeyeceği bir gerçek. Golding de adaya düşen çocukların eskiden gelen başarı
dolu maceralarına bir tepki olarak, gerçekçi bir anlatımla kendinden önceki iyimser dönemi ufalamış.
O geleceğe umutla bakan pozitif bakışı kırarak kültür havuzunda kendine kocaman bir yer açmış.
Sineklerin Tanrısı bir çocuk kitabı olmasada çocukların “insani” yönlerini göstererek yok satmaya
devam ediyor.

Zeynep Unal

William Golding’in “Sineklerin Tanrısı”, ıssız bir adaya düşen çocukların hayatta kalma
mücadelelerinden insan doğasına kadar pek çok konuyu irdeliyor.

İngiliz romancı William Golding‘in 1954 yılında kaleme aldığı “Sineklerin Tanrısı”, II. Dünya Savaşı’nın
hemen sonrasında yazarın kurguladığı bir zamanda geçer. Bir atom savaşı sırasında, ıssız bir adaya
düşen birkaç çocuğun medeniyetten uzaklaşarak hayatta kalmasını konu alan kitap, sadece
özgürlüklerini ve kendi benliklerini arayan bu çocukların başından geçenlere odaklanmaz. “Sineklerin
Tanrısı” okuruna, insan doğasındaki şeytani ve ahlaksız duyguların nasıl ortaya çıktığını sorgulatır.

William Golding, 1983 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazandı. Golding’e ödülün veriliş gerekçesi ise,
“Gerçekle söylenceyi ustaca birleştiren, insanın ruhsal ve fiziksel boyutlarını derinlemesine inceleyen
bir romancı,” sözleriyle açıklandı. “Sineklerin Tanrısı”nda çizdiği karakterler başta olmak üzere
Golding’in kaleme aldığı 15’ten fazla kitabında da insanların fiziksel ve ruhsal durumları hakkında
yaptığı analizler edebiyat dünyası tarafından dikkat çekici bulundu. Nobel Edebiyat Ödülü’nden beş
yıl sonra İngilizlerin “Sir” unvanı verdiği William Golding, İngiliz yazar John Fowles tarafından da en
iyi İngiliz yazar olarak nitelendirildi.

Türkçeye bugüne kadar farklı yayınevleri tarafından çevrilen kitap, usta İngiliz edebiyatçı Mina
Urgan’ın 1979 yılında Milliyet Yayınları için yaptığı çeviriyle dikkatleri üzerine çekti. 2001 İş Bankası
Kültür Yayınları çevirinin yayın haklarını aldı ve kitabı Modern Klasikler serisinde yayımladı.

WİLLİAM GOLDİNG’İN SİNEKLERİN TANRISI – ECE ÇAKIR

Yüzlerce yıl boyunca Hıristiyan kilisesi, insanın doğumuyla günahkâr bir varlık olarak hayat bulduğunu
söylemiştir. Tanrının emirlerine karşı gelip bilgelik ağacının meyvesini yiyerek insanoğlu kendini
lekelemiş, kaderini sonsuza dek değiştirmiştir. Peki, bu görüşten hareketle insan gerçekten “lekeli”,
kusurlu bir varlık mıdır? Herkesin içinde iyilik olduğu kadar, kötülük de var mıdır? Bu iyilik ve kötülük
doğuştan mı gelir, yoksa sonradan mı kazanılır? En temiz, en saf saydığımız varlıklar olan çocukların
doğasında bile, kötülükten veya vahşilikten kan dökme arzusu gibi dürtülerden bahsedilebilir mi? 1954
yılında, İngiliz yazar William Golding tarafından yazılan Sineklerin Tanrısı, tam da bu soruları sordurur
okuyucuya.

Kitabı daha iyi anlayabilmek ve analiz edebilmek için yazarı biraz tanımak kaçınılmazdır. İngiliz
edebiyatının önemli isimlerinden biri olan William Golding, 1911 yılında doğdu. Oxford Üniversitesinde
bir süre edebiyat eğitimi aldıktan sonra, uzun bir süre öğretmenlik yaptı. İkinci Dünya Savaşı?nda deniz
eri olarak pek çok cephede savaştı, savaşın kan, vahşet ve acı dolu yüzüne yakından tanık oldu. Savaşın
bitiminden sonra, 1954 yılında en ünlü eseri Sineklerin Tanrısı nice zorluklara rağmen basıldı. Golding
bu safhada pek çok zorlukla karşılaştı çünkü neredeyse tüm yayınevleri bu kitabı basmayı reddetmişti.
Kitap son derece iç karartıcı, moral bozucu ve korkunç bulunmuştu. Ne var ki, aynı kitap 1983 yılında
Golding?in Nobel Edebiyat Ödülü kazanmasını sağlayıp adını edebiyat tarihine kazıyan yapıtı oldu.

Sineklerin Tanrısı; bir atom savaşı sırasında, güvenli bir bölgeye götürülen kalabalık bir çocuk grubunun
içinde olduğu uçağın düşürülmesi ile başlar. Uçak Pasifik?te küçük bir adaya düşer, pilot ve görevliler
hayatlarını kaybeder. Issız bir mercan adasında, yaşları 6 ile 12 arasında olan çocuklar, başlarında birer
koruyucu olmaksızın yalnız kalmışlardır. Kitap, bu çocukların kurtulma ve hayatta kalma serüvenlerini
anlatır. Ne var ki, konu olarak çok benzediği Robert Ballantyne?ın Mercan Adası adlı romanından farklı
olarak, çocuklar, ait oldukları İngiliz medeniyetinin küçük bir modelini oluşturamazlar. İlk başta
demokrasi denemeleri ve kurallar, baskılardan uzak ve örnek bir düzen kurma isteği vardır; fakat
çocuklar uygar insanın dahi kaçamadığı ilkel dürtülere yenik düşerler, adaya adım adım kaos hakim
olur. Sineklerin Tanrısı ilk bakışta bir grup çocuğun ıssız bir adada hayatta kalma mücadelesini; temelde
ise insanın doğasını çeşitli çatışmalar ve olaylar aracılığıyla anlatmayı amaçlayan bir kitaptır.

Kitap son derece alegorik, sembollerle dolu olduğundan dikkatli incelenmesi gerekmektedir. Olaylar bir
uçağın küçük bir adaya düşmesinin sonucudur. Ada, dış dünyadan izole olmanın bir sembolüdür; çoğu
ütopyada ortak olan bu mekân seçimi, karakterleri dış dünyanın olumlu ve olumsuz tüm etkilerinden
uzaklaştırarak iç dünyalarına bir yolculuk yapmalarını sağlar. Sadece mekân seçimiyle bile Golding,
kitabında bir çeşit ütopyayı anlatacağının işaretini verir okuyucuya. Ayrıca, pilot ve benzer ?büyüklerin?
tamamı kaza sırasında ölmüştür. Bu da izolasyonun güçlenmesini, çocuklar için rehber ve koruyucu
olacak figürlerin ortadan kalkmasını sağlar. Bildikleri her yerden ve her şeyden uzakta, başlarında bir
otorite olmaksızın tek başlarına kalmıştır çocuklar. Bundan sonra yapacakları her şeyden tamamen
kendilerinin sorumlu olduğunu gizlice vurgular yazar.

Kitapta dört ana karakter vardır ve olaylar bu dört çocuktan ikisinin tanışması ile başlar. Bunlar Ralph
ve Domuzcuk?tur. Ralph on iki yaşlarında, yaşına göre gelişmiş, sarışın ve çok güzel bir çocuktur. Babası
Deniz Kuvvetlerinde binbaşı olduğu için, babasının onları bulacağı ve kurtulacağı umudu içindedir.
Adada geçirecekleri zamanın son derece eğlenceli, tıpkı okudukları hikâyelerdeki gibi olacağına inanır.
Çok zeki değildir, fakat güçlü ve güzel oluşu diğer çocukların gözünde onu ideal bir lider haline getirir.
Domuzcuk ise, gerçek adını bilmediğimiz, daha aşağı bir sınıftan gelen, şişman ve gözlüklü bir çocuktur.
Nefes darlığı problemi vardır. Fakat tüm bedensel kusurlarına ve takma adına rağmen, adadaki en zeki
çocuktur Domuzcuk. Mantık ve sağduyunun sesidir, çocukları uyarır ve doğru yolu göstermeye çalışır.
Ralph gibi hayaller kurmaz adadaki durumlarıyla ilgili; o gerçekçidir, eğer bir ateş yakılmazsa asla
bulunamayacaklarını da o düşünür, birlikte hareket edilmesini de, yoksa ölene dek adada sıkışıp
kalacaklardır. Ralph?in sudan çıkardığı kocaman bir deniz kabuğu, Domuzcuk?un önerisiyle önce bir
boru olur ve diğer çocukları toplar; daha sonra da demokrasinin ve düşünce özgürlüğünün sembolü
olur. Deniz kabuğunu elinde tutan kişi toplantıda söz sahibi olacaktır.

Yapılan ilk toplantı sonucunda Ralph oy birliğiyle şef seçilir. Buna itiraz eden tek kişi, yine ana
karakterlerden biri olan Jack?tir. Jack zayıf, çelimsiz, kızıl saçlı bir çocuktur. Tıpkı Ralph gibi Jack de
doğuştan lider özelliklerine sahip bir çocuktur, fakat Ralph?te iyilik ağır basarken Jack kötülük ve
zorbalığa eğilimlidir. Jack güce düşkün, zorbalık meraklısı, sorumsuz bir çocuktur. İnsanları aşağılar,
korkutur, hatta ayrımcılık yapar. İlk ismi yerine soyadı ile çağrılmak ister çünkü bu onun için bir güç
göstergesidir. Kilise korosunun başı olmasına rağmen erdem ve insanlık gibi değerlerden nasibini
alamamıştır. Kitapta adının geçtiği ilk andan itibaren onun küçük bir tiran olduğu bellidir; toplantıya
kilise korosundaki çocukları yöneterek gelir Jack. Çocuklar o sıcakta kara şapkalar ve yerlere dek uzanan
kara pelerinler giymiş, gümüş haçlar takmıştır, başlarındaki Jack düzenli yürüyüşü koruduğu gibi bitkin
düşmüş çocukların oturmalarına dahi izin vermez. 2.Dünya Savaşı?nın William Golding üzerindeki etkisi
bu sahnede çok net görülür; koro çocukları kostüm ve davranışlarıyla tıpkı bir Nazi ordusudur, Jack ise
küçük bir Hitler. Zaman ilerledikçe Jack?in Hitler benzerliği artar; o da çelimsiz çocukların yaşamasını
gereksiz görür, nedensizce zorbalık yapar, hatta liderliğini ilan ettiğinde, her konuşmasından sonra iki
çocuğun mızraklarını havaya kaldırıp ??Şef söyleyeceğini söyledi?? demesini şart koşar. Hitler
döneminde de bilindiği gibi, konuşmalardan sonra ??Heil Hitler?? demek zorunluydu.

Jack ile Ralph önceleri bir dostluk kurar. İktidar çekişmesine düşmeden önce birbirlerinin lider
kişiliklerinden etkilenirler, özellikle Ralph Jack?in etkileyiciliğine kapılır. Hatta Jack?in etkisiyle Ralph de
Domuzcuk?a önem vermez, onu küçümser. Bu dostluklarında Aristoteles hatırlanabilir. Nikomakhos?a
Etik kitabının dostluğu anlattığı bölümünde ?Üç çeşit dostluk vardır; çıkara dayalı dostluk, hazza dayalı
dostluk ve iyiye, erdeme dayalı dostluk? der Aristoteles. Ralph ile Jack arasındaki dostluk da haz ve
çıkar dostluğu arasında gider gelir. Bir yandan birbirlerini takdir eder, birbirlerinden etkilenirlerken;
aralarında ortak çıkarlara dayanan bir dostluk vardır aslında. Bu ortak çıkar kişisel çıkarlara
dönüştüğünde, aralarındaki dostluk tamamen sona erer, tersine, rekabetleri düşmanlığı körükler.

İlk toplantıdan itibaren bir takım önemli kararlar alınır adada. Domuzcuk barınaklar yapmayı ve ateş
yakmayı önerir. Ateş yakma önerisine balıklama atlayan çocuklar o heyecanla sorumsuzca davranır ve
adada dev bir yangın başlatırlar. Hiçbirinin tahmin etmediği şekilde, yüzü yaralı küçük bir çocuk da
yanarak can verir. İyi niyetlerle başlayan kurtulma çalışmaları kötü sonuçlar vermeye başlamış, eğlence
yerini vahşete bırakmaya başlamıştır bile. Bu olaydan bahsetmez çocuklar bir daha. Küçükler tüm
güçleriyle kendilerini oyuna verirken, barınakların yapılmasında çaba harcayanlar sadece Ralph ve diğer
ana karakter Simon?dır. Simon ne küçük ne de büyüklere dâhil bir çocuktur aslında. Yaşına göre son
derece olgun, bilge ve sessizdir, iyilikseverdir. Ufak tefek ve hastadır, ara sıra halüsinasyonlar görür. Bir
bakıma bir aziz, bazı eleştirmenlere göre de Hz. İsa?nın bir yansımasıdır Simon, tamamen iyi ve doğru
tek karakterdir. Sezgileriyle geleceği görebilir, Ralph?in evine döneceğini de, canavarın ne olduğunu da
önceden beri bilmektedir. Domuzcuk bedensel güç gerektiren işlerden uzak tutar kendini, güneş saati
gibi icatlar yapmakla uğraşır, bu yüzden büyük tepki toplasa da.

Olaylar ilerledikçe, çocukların masumiyetinin nasıl kaybolduğu net bir şekilde görülebilir. Yangında bir
çocuğun ölmesi ile adaya düşen gölge, Jack ve av tutkusu sayesinde genişler ve sonunda bütün adayı
denetimi altına almaya başlar. Jack kendini savunmak için çocuklara et yedirebilme arzusundan
bahseder en başta. Ona bakılırsa, önemli olan şey tüm çocukların beslenmesidir. Fakat kendine bile
itiraf edemediği gerçek amacı, tehlikeli oyunlar oynayıp savaşmak ve kan dökmektir. İnsanın temel
dürtü ve arzuları arasında kan dökmenin olduğundan bahseder psikologlar; ve küçük bir çocuğun bile
medeniyetin etkilerinden uzak kalınca kan dökmek istemesi bu fikri güçlendirir. Yine de tüm bu arzuya
rağmen, ilk denemesinde avını öldüremez Jack. Bir canlının hayatını almak onu bile tereddüde düşürür.
Ama zamanla av bir saplantı halini alır Jack?te, onu hırslandırır ve yönetir. Avda yardımcı olması
bahanesiyle yüzünü toprakla boyar. Bu savaş boyası tüm yüzünü kaplayan beyaz (temizliğin simgesi) ve
kırmızı (kan ve lekenin simgesi) bir maskedir. Maskesinin ardına gizlenen Jack kendini özgür kılar; artık
medeniyet ve insanlığın, hatta kendi vicdanının etkilerinden uzakta vahşice davranmakta serbest
hisseder, kötülük yaparken de suçluluk hissetmez. Olması gereken kişiyi bastırmış, ilkel bir vahşiye
dönüşmüştür. Jack ve avcı ekibinin ilk avlarını öldürmesi ve adadaki ateşin sönmesi aynı zamana rastlar.
Tam o anda da, dumanı görse onları kurtarabilecek bir gemi geçer gider adanın yakınından. Böylece
Golding, insan doğasındaki karanlığın umudun sembolü olan ateşe nasıl üstün geldiğini ve çocukların
kendi kurtuluş şanslarını yok ettiğini harika bir şekilde anlatır. Tüm bunlara rağmen Jack, ateşin
sönmesinden dolayı suçlu hissetmez kendini. O yabani bir sevinç içindedir, ilk kez bir canlının kanını
dökmüş ve parçalamış, ilk kez ayinsel bir gösterinin başrolünde oynamıştır. İçindeki vahşi canavarı biraz
susturmuş, kendini ispat etmiştir artık. Kabilenin en güçlüsü, en otoriteri, şefliği hak eden kişi olarak
görür kendini. Ama hala ona kızan Ralph?e saldıramaz, onun akıl ve mantık hocası olan Domuzcuk?a
saldırır, gözlüğünün tek camının kırılmasına ve çocuğun yarı kör hale gelmesine neden olur. Tipik bir
zorba gibi aydınlık düşünce ve rehberlikten nefret eden Jack, ileride akıl ve sağduyunun kişileşmiş hali
olan Domuzcuk?u tamamen kör eder.

Tam bu sıralarda, çocuklar arasında bir korku baş gösterir. Küçük çocuklar ?yılan gibi bir canavar?dan
söz etmeye başlar, kâbuslar görürler. Büyük çocuklar, hatta Ralph ve Jack bile gizli gizli korkarlar
bundan, ne de olsa hala birer çocukturlar. Ralph tüm gücüyle canavarın olmadığına inanmak ister, hep
akla göre hareket eden ve canavar gibi şeylere inanmayan Domuzcuk da onu destekler. Korkusuz
olduğunu iddia eden Jack ise gizli bir korkunun pençesindedir, kendisi domuzları avlarken bir canavarın
da kendisini avladığını hisseder. Bir gece, dağın doruğuna ölü bir paraşütçü düşer, paraşütün ipleri
takıldığı için rüzgârla şişer ve söner sürekli. Küçük çocuklar bunun korktukları canavar olduğuna emin
olur. Kendi içinde de bir canavar gizleyen Jack, bu canavarın varlığına inanır ve silahlarını kuşanıp onu
öldürmeye gider. Onunla giden şef Ralph de canavarın varlığını inkâr edemez artık, delicesine kaçar
dağın yamacından, bir daha da hiçbir çocuk gitmez dağa, ateşin kumsalda yakılması önerilse de
uygulanamaz ve umut ateşi tamamen söner. Sadece Domuzcuk ve Simon reddeder dağdaki canavarı.
İkisi de, canavardan değil insanlardan korkulması gerektiğini savunur ısrarla.

Canavarın çoğunluk tarafından kabul edilmesiyle Ralph ve Jack arasındaki düşmanlık iyice su yüzüne
çıkar. Jack artık ikinci planda kalmak istememektedir, Ralph?i korkaklıkla suçlar, kendisinin ve
avcılarının herkesi koruyabileceğini söyler. Toplantıda gerekli sayıda oy alamamasına rağmen
kaybetmez Jack, topluluktan ayrılır ve adanın diğer ucundaki Kaya Kale denilen kayalığa yerleşir.
Ayrılırken de et yemek isteyen, avcı olmak isteyen herkesi oraya davet eder. Büyük çocukların tümü ve
küçüklerin bir kısmı, Jack?in yüzü boyalı avcılarından oluşan kabilesine katılır, demokratik düzen altüst
olur. Domuzcuk ve Simon, Ralph?i terk etmezler, en umutsuz anında bile destek olarak şefliği
sürdürmesini sağlarlar. Ralph önceleri küçümsediği Domuzcuk?un gerçek değerini görmeye başlar,
onun zekâsını takdir eder ve şefliği ancak onun hocalığında yapabileceğini anlar. Bir gece Jack ve avcıları
baskın yapıp Domuzcuk?un gözlüğünü çaldığında da onun adına liderliği üstlenir.

Jack ve avcıları her domuz avladıklarında, adadaki canavara bir kurban sunmaya karar verirler. Bu
sayede canavarı memnun etmeyi ve saldırmasını engellemeyi planlarlar, tıpkı ilkel kabilelerin eskiden
beri yaptığı gibi. Avladıkları bir domuzun başını bir sopaya geçirir ve ormana yerleştirirler. Adada
yürüyüş yapan Simon, bu başla karşılaşır. Domuzun başı kan ve sinek içindedir, öyle ki, sineklerin
yoğunluğundan kafatası dahi gözükmez. Kitaba adını veren Sineklerin Tanrısı budur işte. İnsanların
doğasındaki kötülük ve vahşeti, hastalığı simgeler bu tanrı, adayı ve tüm çocukları en korkunç biçimde
baskı ve korkuyla yönetir. Bir halüsinasyon sırasında Simon ile konuşur bu tanrı, çünkü sadece Simon
onun varlığına inanmaz ve asıl gerçeği; canavarın çocukların içinde olduğu ve bu yüzden asla yok
edilemeyeceği gerçeğini görebilir. Sineklerin Tanrısı tehdit eder Simon?ı, adada herkesin çok
eğleneceğini ve yanlış bir hareket yaparsa hepsinin Simon?ı yok edeceğini söyler. Geçirdiği sara
krizinden sonra Simon dağın tepesine tırmanır, herkesin canavar dediği şeyin aslında ölü paraşütçü
olduğunu anlar ve diğer çocukları uyarmaya gider. O sıralarda ayrılmış olan iki grup birleşmiş, bir şenlik
yapmaktadır. Korkunç bir fırtınanın kopması Jack?in çılgın bir dansa başlamasına yol açar, tüm çocuklar
zorla bu dansa katılır ve dans bir ayine dönüşür. Bir yandan nasıl domuz avladıklarını hatırlayan çocuklar
sanki büyülenmiştir. Ormandan çıkan ve gerçekleri anlatmaya çalışan Simon halkanın ortasına düşer.
Korkudan deliren ve kan dökme isteğine yenik düşen büyülenmiş çocuklar, Simon?ı canavar sanıp elleri,
ağızları ve mızraklarıyla paramparça ederler. Ancak iş işten geçtikten, ceset dalgalar tarafından
götürüldükten sonra herkes ne yaptığının farkına varacaktır. Simon?ın vahşice öldürülüşü, romanın en
korkunç ve en umutsuz anıdır.

İlerleyen günlerde çocuklar bu ayinden ve yaptıkları işten asla bahsetmezler. Bahsetmez ve


hatırlamazlarsa böyle bir vahşetin yaşanmamış olacağına inanmak isterler. Bir şekilde kendilerini haklı,
suçsuz çıkarmaya çalışır, ama etkisinden asla kurtulamazlar. Artık adada iyi veya doğru diye bir şey
kalmamıştır. Jack ve adamları Domuzcuk?un gözlüğünü çalarlar, bu bardağı taşıran son nokta olur.
Hakkını aramaya giden Ralph ve kabilesi dikkate alınmaz, adadaki demokrasi ve özgürlük adına kalan
son şey olan, kutsal, dokunulmaz deniz kabuğu Jack ve kabilesi tarafından binlerce parçaya ayrılır.
Hemen ardından ise, adada mantığın ve aklın sesi olan Domuzcuk, romanda yüzde yüz kötü olan tek
kişi, Roger tarafından öldürülür. Gitgide öldürmek, hayatın sıradan bir öğesine dönüşür Jack ve
adamları için. Kaçan Ralph için korkunç bir sürek avı başlatılır, tüm ada ateşe verilir. Ve tam Ralph için
her şeyin bittiği anda dumanı gören bir askeri gemi adaya çıkar, çocukları adadan ve Ralph?i korkunç
bir ölümden kurtarırlar.

Tümüyle yalıtılmış, medeniyetin etkisinin olmadığı bir yerde yetişkinlerin vahşice davranmasını kimse
inkâr etmez. Fakat birer melek, en saf ve en temiz varlıklar olarak görülen çocukların böyle
davranmaları romanın yayınlandığı zamandan günümüze dek insanları dehşete düşürmüştür. İnsan
doğasındaki karanlığın bastırılmadığında ne gibi felaketlere yol açacağını anlatan bu kitap, bir ilktir bu
açıdan. Kadın, erkek, çocuk fark etmeksizin tüm insanların içinde hem iyilik, hem de kötülük vardır
Golding?e göre. Dil, din, ırk veya sınıf bunu değiştiremez. En üstün görülen milletin fertleri bile,
medeniyeti bir yana bıraktıklarında değme vahşilere taş çıkarabilir. Ve kurallar, yasaklar ancak belli bir
yere kadar bunu engelleyebilir. Kitapta Roger ilk zamanlarda, başında onu cezalandıracak biri
olmamasına rağmen kötülük yapamamakta, kurallara uymaktadır; fakat en sonunda tüm kuralların
boyunduruğundan kendini kurtardığında, Domuzcuk?un üstüne dev bir taş yuvarlayan ve onu öldüren
de kendisidir.
Romanın en ilginç yanı da, mutlu sonla, bir kurtuluşla biter gibi görünmesine rağmen aslında kurtuluşun
söz konusu olmamasıdır. Her ne kadar çocuklar adadan kurtulsalar da, savaş ve kıyımın hüküm sürdüğü
topraklara geri döneceklerdir. Dış dünyada da, tıpkı adadaki gibi savaş devam etmektedir. Çocuklar
evlerine sağ salim geri dönse de, yine bir kaos ortamında yaşamak zorunda kalacaklardır. Hepsinden
öte, adada yaşadıklarını bütün hayatları boyunca unutamayacakları, bir daha asla eskisi gibi
olamayacakları daimi bir travma olarak kalacaktır. Masumiyet ve saflık kaybolmuştur artık onlarda. En
yoğun bir rehabilitasyon bile belki işe yaramayacaktır. Jack?in avlanmasıyla başlayan ?bilgi ağacının
meyvesini yeme? süreci, her birinin lekelenmesi ve bir açıdan lanetlenmesine yol açmıştır.

Yine de Sineklerin Tanrısı tamamen kara bir roman değildir. Her zaman, küçük de olsa bir umut ışığı
vardır ve olacaktır. En korkunç anda bile doğru yolu göstermeye çalışacak bir Simon, akıl verecek bir
Domuzcuk, zorbalıklara boyun eğmeyen bir Ralph olacaktır. Önemli olan, yardım öneren ellere deniz
kabuğunu uzatabilmek ve dinleyebilmektir. Yakılan ateşe bir odun daha atabilmektir. Sineklerin Tanrısı
en hiddetli haliyle tehdit etse de, onun gerçek yüzünü görüp kazanma yolların aramak vazgeçilmez
olmalıdır.

Ece Çakır

william golding Sineklerin Tanrısı analizi

yapıt bir bütündür.

kişiler: ralph,jack,simon,domuzcuk,eric,ikizler

olay örgüsü: ikinci dünya savaşında uçak kazası sonucu bir adaya düşen çocukların başından geçen
olaylar

zaman: ikinci dünya savaşı

uzam/yer: mercan adası

anlatıcı: ilahi anlatıcı

anlatıcının tutumu: yok

 yapıtları tüm bu unsurları inceleyerek değerlendirme yapma işine eleştirel okuma denir. bu
eleştirel okuma sonunda ele aldığımız yazılar MAKALEdir.

 yazar olayı öykü olarak anlatıyorsa yaşanmış bile olsa o yapıt kurgusaldır.

 makale dili: bir düşünceyi savunmak amacıyla sorgulayıcı ikna edice delillendirilmiş bir dil
kullanarak nesnel bir yaklaşımla oluşturulur.

 sineklerin tanrısı sıkıcı bir kitaptır/değildir.(bu makale dili değildir.

 yapıtta jack çıkarcı, bencil, kurnaz bir çocuk olarak oluşturulmuştur.

 figürlerin davranışlarından konuşmalarından diğer figürlerin düşüncelerinden ve olaylardan o


figüre ait o sıfatları çıkarabiliriz. böylece değerlendirme cümlesi yapıttan delillendirilmiş olur.

 NOT: değerlendirme cümleleri kişinin düşüncelerine yer vermez.


KURGU: gerçekte yaşanmış olaylar kurgu sayılmaz. yazarın kendi hayal dünyasında oluşturduğu
gerçekliği olmayan ya da değiştirilmiş yapay metinlere denir.

ralph

 romnın ilk karakteri

 deniz kabuğunu bulur

 şef seçilir

 yetişkinlerden kurtulduğu için mutludur.

domuzcuk

 dışlanır

 gözlüklü

 yeterli fiziksel güce sahip değil

jack

 koronun başı

 otoriter yapılı

 emin

kişiler:

okula giden medeni ingiliz çocuklarıdr.

bir kısmı kilise koro alayındandır(merridew)

uzam:

ada

medeniyete dair bir izin olmadığı yapıtta güzelliği vurgulanan bir mercan adası. okuru okuma
pozisyonuna alır.

1. ÇOCUKLAR ADAYA DÜŞÜYOR

2. DENİZ KABUĞU BULUNUYOR

3. RALPH ŞEF SEÇİLİYOR

4. KEŞFE ÇIKILIYOR

5. KORO AVCI OLARAK GÖREVLENDİRİLİYOR

6. ATEŞ YAKILIYOR
7. YANGIN ÇIKIYOR

8. ATEŞİN BAŞINA BEKÇİ KONMALI DENİYOR

9. AVA CIKILIYOR

10. KULUBE YAPILIYOR

11. TARTIŞMALAR BAŞLIYOR

OLAY ÖRGÜSÜ KURGYU DAHA İYİ ANLAMAMIZI SAĞLAR.

NEDEN-SONUÇ İLİŞKİSİNİ KAVRAMAMIZI SAĞLAR.

YAPITI İNCELEMEMİZİ KOLAYLAŞTIRIR.

Sineklerin tanrısı, simgeselliği ve taşıdığı ağır, hazmetmesi pek de kolay olmayan değerle romanlığından
sıyrılmış bir eser. Kitap okunduğunda dahi, anlaşılmayan birçok noktanın kalması normal. Bu yüzden
bir zamanlar kitabın önsözü olarak geçen, sonralarda detaylı bir kitap özeti olduğu düşünülerek sonsöz
olarak değiştirilmiş, Mîna Urgan'a ait özeti okumanızı tavsiye ederim. Çevirisi Mina Urgan'a ait herhangi
bir Sineklerin Tanrısı kitabında bu özeti bulabileceğinizi düşünüyorum.

Britanyalı bir grup çocuğu atom bombasıyla birlikte gerçekleşecek büyük savaştan uzaklaştırmak
amacıyla taşıyan uçağın vurulması, ve uçağın düştüğü adadaki çocukların yaşantısını konu alıyor kitap.

Kitaptaki ana karakterler şöyle :


- Ralph : Adaya düştüklerinde denizkabuğunu boru gibi öttürerek çocukları etrafına toplamış, liderlik
vasfına sahip olduğunu göstererek adadaki lider seçilmiş kişidir. Zekidir, ve iyi yanı ağır basar. Ayrıca
babası Deniz Kuvvetleri'nde binbaşıdır.

- Domuzcuk : Adadaki gerçek manada düşünebilen çocuktur. Ayrıca fiziksel değerlere, özelliklere diğer
çocuklara nazaran daha az sahip olması ilginçtir. Şişmandır, gözleri iyi görmediğinden gözlük takmak
zorundadır, astımı dolayısıyla nefes darlığı çeker, yoksul bir aileden gelmektedir. Neden tüm kötü
özelliklere sahip kişinin tek düşünebilen insan olduğu düşünülesi bir şey.

- Jack : Adadaki liderlik vasfına sahip diğer kişi. Kişileri etrafında toplamak için daha zorba yöntemlere
başvurabilen, liderliğini çok da iyi niyetli kullanmayan, aslında çok da kötü olmayan bir çocuk.

- Simon : Saf iyiliği gösteren karakter. Yaptığı her şey iyi olmaktan öte, saf bir temizlik taşımaktadır. İleri
görüşlüdür, olayları önceden sezebilir. İsmini İsa'nın havarilerinden biri olan Simon Peter'dan aldığı
söylenir.

- Roger : Simon'un tam zıttı olan karakterdir. Saf kötülüğü temsil eder. Adada kötülüğün daha aktif
olduğu kitabın sonlarında etkilidir. Jack'in liderliğinin iyiye yakın olmamasının sebebi olarak görülebilir.
Jack'i etkileyerek daha gaddar bir lider olmasına sebep olmuştur. Jack iyi niyetini ne zaman ortaya
çıkartacak olsa, Roger devreye girip, yılanın zehirini ısırdığı yere bırakması gibi, kötülük yaymıştır
etrafına.
- - -

Basitçe olaylar şu şekilde gerçekleşmektedir:


Britanya'dan kalkmış uçağın düşüşünün ardından, çocuklar adanın çeşitli yerlerine dağılmıştır.
Ralph'in deniz kabuğuna üflemesiyle de tüm çocuklar aynı noktaya toplanmıştır. Bir lider seçme kararı
alınır ve lider Ralph veya Jack'ten biri olacaktır. Her ne kadar Jack daha fazla kişi tanıyor olsa da,
toplanmayı sağlayan Ralph olduğundan lider Ralph seçilir.

Ralph önderliğinde ilk amaç, adadan kurlulmak için bir ateş yakmaktır. Bir süre devam eden ateş
yakma işi, Jack'in büyükçülük oyunu ve lider olamamayı hazmedememesi yüzünden sekteye uğrar. Tam
bir geminin geçişi sırasında da, yanması gereken ateş yanmamaktadır.

Adadaki küçük çocuklar bir canavarın varlığından bahsetmeye başlarlar. Sineklerle kaplanmış,
rüzgarda sallanan bu canavar her ne kadar avladıkları domuzun başı olsa da; canavar korkusunun
büyüsü Jack'in çocukları etrafına toplamasını sağlamış, Simon'ın da ölümüne sebep olmuştur.

Jack etrafında toplanan çocuklar, Roger yüzünden iyice vahşileşmiş, insanlıklarını kaybetme
seviyesine gelmişlerdir. Hep düşünen karakter olan, fazlasıyla insan, domuzcuk başına atılan taş ile
öldürülmüş; öldürülme sırası Ralph'e gelmiştir.

Uzun kovalamacalar sonunda kendini yanan ormandan sahile atmayı başaran Ralph, ufukta görünen
kruvazörden gelmiş bir subayı karşısında bulur.

Sineklerin Tanrısı: Çatışmasız Bir Hayat Mümkün mü?

“Filmler asla “sadece film” ya da bizleri eğlendirmeyi ve dolayısıyla dikkatimizi dağıtarak bizi
toplumsal gerçekliğimizle ilgili asıl sorunlardan ve mücadelelerden uzaklaştırmayı amaçlayan hafif
kurgular değildir. Filmler yalan söylerken bile toplumsal yapımızın can evindeki yalanı söylerler’’(akt.
iç. Diken ve Laustsen, 2008) der Slavoj Zizek. Lord of the Flies, iktidar ilişkilerini ve birden fazla insanın
bir arada yaşamaya ve yeni bir düzen kurarak bir topluluk oluşturmaya nasıl başladığını sunan bir
mikro-toplum analizi olarak yorumlanabilir. Lord of the Flies esasen William Golding’in kitabı olmakla
birlikte; eser 1963 yılında İngiliz yapımcı Peter Brook, 1990’da ise Amerikan yapımcı Harry Hook
tarafından sinemaya uyarlanmıştır.

Alegori, basitçe “bir görüntü, bir yaşantı veya bir davranışın daha iyi kavranmasını sağlamak için göz
önünde canlandırıp dile getirme sanatıdır” şeklinde ifade edilebilir. Günümüz popüler kültürünün
birçok alanında alegori kullanımı söz konusudur. Eserleri yaratanlar isteyerek ya da istemeyerek
alegoriye başvururlar da diyebiliriz. Slavoj Zizek’in bahsettiği gibi “Filmler yalan söylerken bile
toplumsal yapımızın can evindeki yalanı söylerler”. Yani, bilinçli yapılanı kadar bilinçsizce yapılanı da
vardır. Kısacası, insan elinden çıkan her eser alegoriye yer vermek adına yola çıkmış olmasa bile,
eserin “görünmeyen yüzü” eseri anlamak için adeta bir sözlük gibi okunmayı bekleyen bir kitaptır.
Kaza sonrası askeri oku öğrencilerinin adaya ilk çıktıkları an.

Lord of the Flies, alegorik bir roman olarak bilinmektedir. Issız bir adaya düşen bir grup erkek
çocuğunun hikayesini anlatır. Askeri okul ve Katolik Okulu öğrencilerinin olduğu bir uçağın kaza
yapması sonucu sağ kalanların olayların geçtiği adaya gelmesiyle birlikte olaylar baş gösterir. Asıl
sorun, başlarında bir yetişkinin olmadığını yani onlara göre “başıboş” olduklarını anladıkları an başlar.
Aslında otorite, sadece yetişkinler ve çocuklar arasında değil, sosyal etkileşimin yaşandığı yani birden
fazla kişinin bulunduğu her ortamda görülecektir. Ralf Dahrendorf’a göre “otorite kişilerde değil,
konumlarda bulunur… Çatışmayı çözümlemenin ilk ödevi, toplum içindeki çeşitli otorite rollerinin
saptanmasıdır”(akt. iç. Ritzer, 2012:127). Yani Ralph ve Jack otorite konumunda olarak, çocukların
baskısından kaçtığı birer anne-baba rolünü oynar. Ralph ve Jack, iki zıt kutbu oluşturan grupların
başlarıdır ve liderlik için yarışırlar. Çoğunluk, Ralph’i lider seçer. Daha sonra işbölümü yaparlar ve
Jack, tahakküm altına alacağı “Avcılar”ı yönetmekle sorumlu tutulacaktır. “İki lidere baktığımızda
Ralph kamu menfaatini savunur, Jack ise iktidar saplantısı içindedir. Nitekim Ralph’ın grubunu bir
arada tutan akıldır, Jack’inkini ise karizmatik bir liderle özdeşleşme”(Diken ve Laustsen 2008:75).
Otorite konusu için Randall Collins, tam da Sineklerin Tanrısı’nda görülen çocuklar arası otorite
meselesini açıklar nitelikte bir açıklamaya yer vermiştir: “Collins, çeşitli yaş gruplarının sahip oldukları
kaynakları inceledi. Yetişkinler, gençliğin fiziksel ihtiyaçlarının tatmin edilmesi için deneyim, büyüklük,
güç ve yeteneği kapsayan çeşitli kaynaklara sahiptir. Buna karşın, genç çocukların sahip olduğu
kaynaklardan biri, fiziksel çekiciliktir.’’(akt. iç. Ritzer, 2012:134). Burada, Domuzcuk’un neden fiziksel
özellikleri sebebiyle dalga konusu olduğunu ve Jack ve Ralph’in de aynı şekilde neden liderlik
taslayabildiklerini görüyoruz.

Adaya düştükten kısa bir süre sonra Jack ve Ralph. Bu dostluk manzarası kısa süre sonra bozulacaktır.

Her şey çocukların yalnız olduklarını fark etmeleriyle başlar… Büyükler bizi almaya gelene kadar
eğleneceğiz… Ne var ki otorite figürünün kaybolması ve eğlence ümidi korkuyu da cisimleştirir, uzun
süre boyunca adada kalma ihtimali çocukları korkutur ve bu korku daha sonra canavarla iyice
artacaktır… Domuzcuk’un da yardımıyla geçen gemilerin dikkatini çekmek için bir işaret ateşi
yakmaya karar verirler. (Diken ve Laustsen, 2008:75)
Medeniyeti temsil eden Ralph (solda) ve Avcılar’ı temsil eden Jack (sağda).

Avcılar’ın sorumluluğunda olan ateş, ufukta görünen bir gemi olmasına karşın sönmüş olarak bulunur.
Kendilerini avcılık rolüne iyice kaptırmış olan Jack’in grubu, her yere saldıran ve ne yaptığının
bilincinde olmayan bir kitle gibi hareket etmekte ve asıl amaçlarının o adadan kurtulmak olduğunu
unutmaktadırlar. Jack ve ekibi ateşin yanık kalmasını sağlamak yerine, bir domuzu öldürmeye cesaret
etmiş olmanın gururunu yaşamaktadır: “Canlı bir varlığı kurnazlıkla alt etmiş, iradelerini ona
dayatmış, kana kana su içer gibi onun canını almış olmanın bilgisidir bu” (Diken, 2008:76).

Adadaki öğrenciler iki gruba ayrıldıktan sonra, Ralph’in grubu.


Le Bon, “örgütlü bir kitlenin” onu oluşturan bireylerinkinden son derece farklı özellikler sergilediğini
yazar. Kitle içinde tüm duygu ve düşünceler “tek ve aynı doğrultuya yönelir”, bilinçli kişilikler
kaybolur. Kitledeki her özne sürekli bir “beklenti içinde dikkat kesilmiştir”, ki bu da onu iddiaların
etkisi altında kalmaya açık hale getirir. Birey kitleye katılır katılmaz “operatörün”, mesela liderin, tüm
iddialarını kabul etmeye başlar ve kendi karakterine aykırı biçimde davranabilir. (Diken ve Laustsen
2008:79)

Jack’in “Avcılar” grubu bir süre sonra Ralph’in grubunu sindirerek kendilerine katılmalarını sağlar.
Ralph’in grubu giderek küçülür ve sonunda Ralph yalnız kalır.

Jack’in adadaki şiddet dolu hayata adapte olması ve asla kurtulamayacakları düşüncesi, kurtuluş
adına pes etmesini de sağlar. Bu durum geri kalanları da etkisini altına alacaktır. “Eğlence” kisvesi
altında çocukların birbirlerine zarar vermeye başladıkları adada, “Büyükler”in baskısı ve denetimine
maruz kaldıklarını düşünen çocuklar, artık bir başka çocuk için “büyükler” kategorisine girmiştir.
“Hangisi daha iyi-kurallar koyup anlaşmak mı yoksa avlanıp öldürmek mi?” diye Jack ve kitleye isyan
etmek Domuzcuk’un ölümüne yol açar: “Bir şeyi ateşe veren kitle kendisini karşı konulamaz hisseder;
ateş yayıldığı sürece herkes kitleye katılacaktır ve ona düşman olan her şey yok edilecektir” (akt. iç.
Diken ve Laustsen,2008:85). Domuzcuk’un ölümü sonrası Ralph bir süre tek başına sinirli kitleye karşı
savaş verdikten adaya kurtarma ekibi ulaşır.

Sineklerin Tanrısı, (var olmayan) bir kötüye karşı sürdürülen bir savaşı anlatır. Filmdeki kötü,
ortaçağdaki şeytanı andıran, var olmasa da yönetimin önemli bir dispozitifini teşkil eden sanal bir
oyuncudur. Bu açıdan, tıpkı Stalin’in despotluğunu meşru kılmak için Troçki’yi şeytanlaştırdığı ya da
Bush’un ortaya çıkan denetim toplumunu haklı göstermek için Bin Ladin’i kullandığı gibi Jack de
“canavar”dan faydalanır. (Diken ve Laustsen, 2008:86)

Sonuç olarak, savaş ve iktidar ilişkileri toplumun her alanında görülmektedir diyebiliriz. Büyüklerle
verdikleri savaştan kaçmış olmaları, adada çatışmasız bir hayatın onları beklediği anlamına
gelmeyecektir. “…çatışma kuramcıları toplumsal sistemin her noktasında çatışma görür… Toplumda
hangi düzen olursa olsun, bu düzenin bazı üyelerin tepede olanlar tarafından zorlanmalarından
kaynaklandığını düşünür”(Ritzer,2012:126). Çocuklar tarafından yeniden inşa edilen, minyatür bir
topluma atıf yapan Sineklerin Tanrısı’nda, çocukların savaş, baskı ve tahakküm ilişkileriyle dolu
modern hayattan kaçtığını düşünüp bunun yeniden tasarlandığı bir ilişkiler sistemi bulduğumuz bir
eser söz konusudur.

Kaynakça:

 Ritzer, George. 2012. Modern Sosyoloji Kuramları. Ankara: De Ki Basım Yayın.

 Diken, Bülent ve Carsten B. Laustsen.2008. Filmlerle Sosyoloji. İstanbul: Metis Yayınları.


'Bazen bir kitabı öyküsü için oku!Bunu yapmayan kitap züppelerine benzeme! Bazen kelimeler için
(kitabın dili) için oku! Bunu yapmayıp riskten kaçanlar gibi olma! Ama hem iyi bir öyküsü, hem de
güzel bir üslubu olan bir kitap bulursan, o kitabı bir hazine gibi sakla!'

İşte Stephen King, Sineklerin Tanrısı'ndan 'Maça Kızı' adlı kitabında bu şekilde bahsediyor.

Sineklerin Tanrısı'nı yüzeysel olarak okuyanlar, bu kitabı ıssız bir adaya düşmüş çocukların öyküsünü
anlatan bir çocuk kitabı zannedebilirler fakat bu büyük bir yanlıştır çünkü bu kitap gerçekçi bir
anlatımla yazılmış olmakla birlikte, simgesel anlamları olan bir öyküdür.

Golding'in bu kitabında bir mercan adası ve İngiliz çocuklar var. Altı ile on iki yaş arasında olan bu
çocuklar, savaş sırasında güvenilir bir yere götürülmek üzere bindikleri uçak saldırıya uğradığı için
bu mercan adasına düşmüşler. Kitap adaya düşen iki çocuğun yani Ralph ile Domuzcuk'un
tanışmasıyla başlıyor.

Çocuklar bu adada büyüklerin baskısından uzak, çok hoş vakit geçireceklerine inandıklarından
sevinç içindedirler. Ne var ki çok geçmeden bu güzelim adayı her açıdan bir cehenneme
çevireceklerdir.

Ralph iyi huylu, zeki ve güzel görünüşlü bir çocuktur. Bu yüzden çok geçmeden lider seçilir.
Domuzcuk'un gerçek adının ne olduğunu asla öğrenemeyiz. Şişmanlığı ve kör denecek kadar miyop
olduğu için taktığı gözlükler yüzünden çok geçmeden diğerleri tarafından alay konusu olur. Çocuklar
arasında en üstün zekalının bedensel kusurları olması ve aşağılanması Golding'in yaptığı zekice bir
tezattır bana kalırsa. Ralph'in şef seçilmesine karşı çıkan tek çocuk Jack'tir. Ona göre seçim
yapılmadan kendisi lider olmalıdır. Çünkü Jack katolik bir kilisenin korosunda şarkı söyleyen
çocukların başıdır. Ralph ve Jack lider ruhludur tek farkla ki, Ralph, eşitliğe, sevgiye ve anlaşmaya
inanır. Jack ise kendinden başkasını hor gören, zorbaca bir baskıya inanır. Golding burada Jack
karakterini küçük bir Hitler'mişçesine anlatır. Öyle ki Jack ona hizmet etmedikleri, sadece meyve
yiyip oyun oynadıkları ve geceleri de korkup ağladıkları için altı yedi yaşındaki küçüklerin yaşamasını
gereksiz sayar.

Başlarda Jack, Ralph'in liderliğini istemeden de olsa kabul eder. Ralph ise Jack'in etkileyici kişiliğine
kapılıp onunla dost olmak ister, Domuzcuk'u umursamaz.Fakat Ralph ile Jack arasında iktidarı ele
geçirme savaşı ortaya çıktığında Ralph, 'Domuzcuk'un düşünebildiğinin' farkına varır.İşte bu yüzden
Domuzcuk Ralph'in akıl hocası olur. Toplantılar düzenlerler, barınak kurmaya ve geçen gemilerin
onları görebilmeleri için bir ateş yakmaya karar verirler. Gel gelelim ateş yakma önerisini pek çekici
bulan çocuklar adanın bir bölümünü ve bir küçüğü yakarlar. İşte kitabın ilk kopma noktası burasıdır.
Birbirlerine bile itiraf etmeye korktukları bu olayın üzerini örtüp, kendilerine barınak yapmaya
verirler. Çok geçmeden çocuklar oyun oynamaya dalıp görevlerini aksatırlar. Barınak yapmaya
önem veren bir tek Ralph ve Simon kalır.

Bu sırada Jack ısrarla ava çıkmak ister. Fakat gerçek amacı tıpkı savaşa benzeyen tehlikeli bir oyun
oynayıp öldürmek ve kan dökmektir. Çok geçmeden bir domuz avlayıp Ralph'in liderliğini sarsar.
Birer ikişer onun tarafına geçen çocuklarla birlikte yüzlerini boyayıp iki ucu sivri sopalarıyla birer
vahşiye dönüşürler. Bu sırada adada bir canavar söylentisi ortaya çıkar. Bir tür ayine
dönüştürdükleri ateş etrafındaki danslarıyla, Jack ve çetesi canavarı öldürmeyi akıllarına koyarlar.
'Canavarı öldür, gırtlağını kes!'..

Canavara inanmayan tek çocuk Simon'dır. Kitabın bu kısmına kadar pek öne çıkmayan Simon
aslında en önemli karakterdir. Golding, kitabını bir gazeteciyle tartıştığı sırada Simon'un 'İsa'yı
andıran bir kişiliği' olduğunu, sezgileriyle gerçeği görebildiğini söylemiştir. Simon 'bizden başka
canavar yok' derken, insanların içindeki kötülüğü kasteder. Zaten İngilizlerin Beelzebub dedikleri
şeytanın kutsal kitaptaki İbranice adı, Sineklerin Tanrısı anlamına gelen Ba-al-z-bub olduğu için
Golding kitaba bu adı vermiştir.

Lord of the Flies (1963, Peter Brook)-SANATLOG


Peter Brook’un yönetmenliğini yaptığı Lord of the Flies (1963, Sineklerin Tanrısı) filmi, William
Golding’in aynı isimli romanından uyarlamadır. Film konu olarak bir uçak kazasından arta kalan bir
grup çocuğun adaya düşmeleri ve bu adada yaşamlarını sürdürmeleri etrafında gelişen bir dizi olay
temelinde senaryolaştırılmıştır. Film insan doğasına yönelik oldukça sorgulayıcı ve temel nitelikte
soruları problematikleştirir. Bu sorulardan biri de şiddetin doğuştan mı olduğu yoksa sonradan mı
kazanıldığıdır. Rasyonalizm ile empirizm arasındaki en keskin tartışmalardan biri de “insan doğası”
diye bir şeyin olup olmadığı sorunudur. Bu sorundan hareketle İngiliz emprisitleri, bilhassa Locke,
ahlak, din, dil, suç gibi fenomenlerin insanda doğuştan mı yoksa deneyimle mi meydana geldiğini
sorgulamıştır. Şiddet insan doğasının bir parçası mıdır? Doğuştan mı vardır? Yoksa sonra mı şiddete
meyilli hale geliriz? Eğer suç ya da suçluluk gibi özellikler doğuştan insan zihninde yer alıyorsa o
zaman getireceği sonuçlar da o kadar yıkıcı olacaktır. Keza 19. yüzyılda Lombroso’nun kriminolojiyi
kurması ile bedendeki herhangi bir uzuv’un orantısızlığı ile suç unsuru arasında korelasyon
kurulmuştur ve sonu faşizme ve insanların kapatılmalarına gidecek bir düşüncenin temeli atılmıştır.
Daha önceki yüzyıllarda bu düşünce kendini fizyonomi olarak dile getirmiştir.

Bu filmde Peter Brook şiddet olgusunu, insanların otoriter bir lidere sığınmasını, en ilginci ise “ölümü”
sanki bir olgu gibi yansıtmıştır. Aşağıdaki sahnede bilhassa Piggy’nin ölümünün olgusal olarak
yansıtılışı bulunmaktadır: http://www.youtube.com/watch?v=dpoms7qcw8u

1990’daki uyarlamasına göre daha fazla dokümenterdir. 90’daki uyarlamada slow motion
kullanılmıştır:https://www.youtube.com/watch?v=zqrREfjDS-c

1963’teki uyarlamanın devamındaki görüntü de oldukça etkileyicidir. Ve dokümanter nitelik burada


vurgulanmaktadır.

Golding bu meseleyi şöyle betimler:

“His head opened and stuff came out and turned red. Piggy’s arms and legs twitched a bit, like a pig’s
after it has been killed. Then the sea breathed again in a long, slow sigh, the water boiled white and
pink over the rock; and when it went, sucking back again, the body of Piggy was gone.”
İlk olarak Piggy’nin kafasının içindekilerin dışarı çıktığı dokümenter olarak vurgulanmış, devamında da
kolları ve bacaklarının öldürüldükten sonra domuz gibi seğirdiği betimlenmiştir. Gördüğümüz üzere
Piggy’nin ölümü ve ölümünün betimlenişi bir küçümseme de taşır. Piggy adaya geldiğinden beri
fiziksel görünüşünden ötürü küçümsenip ötekileştirilen ve “iğrenti” duyulan bir karakterdir, zaten adı
da Piggy(domuzcuk gibi)dir. Bununla birlikte bir iğrenti imlemi taşıyan kelime de kullanılmıştır
(suck=yuck kelimesini (iğrenti) çağrıştırır).

İlgili sahnede çok fazla duygusal efekt yoktur. Sanki yaşananların insan doğasının bir parçasıymış gibi
yansıtılması da söz konusudur. Buradan hareketle ibre yeniden başta ele aldığım konuya geri
dönüyor: Şiddet insan doğasının bir parçası mıdır? Ya da ölüm fenomeni bizim tarafımızdan abartılı
bir biçimde mi ele alınmaktadır? İnsan özünde doğanın bir parçası mıdır? Ve doğadan ayrı bir şey gibi
kendini postule etmesi sonucu mu ölüm bize bu kadar tuhaf gelmektedir?

Bununla birlikte yönetmenin tarzı dokümentar bir yalınlıkta ortaya koyulur. Her ne kadar Brook
uyarlamayı yansıtma açısından eleştirilse de Golding’in betimlediği Piggy’nin ölüm sahnesi (kafasının
içinden çıkanlar bile belgesel tarzında ve bir olguymuş gibi dile getirilir) gayet başarılı biçimde
sinematize edilmiştir.

Jack ile Ralph arasındaki gerilim totaliter bir lider ile daha demokratik olan arasındaki gerilimde
kendini ifade eder. Jack daha bencil ve şiddet yanlısı olmakla birlikte Ralph ise diyalog ve anlaşmadan
yanadır. Filmde aslında tipik olarak insanlık tarihinde yaşanan olayların bir minyatirüze edilmiş
modeline rastlarız.

İktidarların kitleleri nasıl değiştirip dönüştürdükleri ve kendi ideolojilerinin bir aygıtı halin nasıl
getirdiklerinin insani temelleri filmde irdelenir. Spesifik olarak bazı sahneleri ve sembolleri
değerlendirelim: Filmde mağara hem metafor olarak hem de Batı felsefesi ve tarihi açısından oldukça
önemli anlam ve imlemlere sahiptir. Mağara bir çocuğun merakla girdiği ve uçaktan sağ kalan pilotun
aklını kaçırarak sığındığı yerdir. Buraya giren çocuk bu adamı karanlıkta tanıyamamış ve yanlışlıkla
onun bir canavar olduğuna hükmetmiştir; Jack da içeri girememiş ve girecek üzereyken korkup
kaçmıştır ve bu andan sonra mağarada olan(sineklerin tanrısı)na domuz başı kurban edilmiş ve
kutsanmıştır. Jack’in grubundaki tüm çocuklar bu motivasyonla hareket etmişlerdir. Onları korkutan
bilmedikleri bir şey vardır ve bu şeye tanrı adını vermişlerdir. Bu tanrıya adaklar adamaları gerektiğini
yoksa onun gazabından kurtulamayacaklarını düşünmektedirler. Aslında bu tanrı illüzyonunu yaratan
Jack’tir. bununla hem kendi kitlesini bir arada tutabilmiş hem de bu illüzyon ile çok rahat biçimde
hakim olduğu grubu yönetebilmiştir. Jack’in durumu tarih boyunca dini kullanarak kitleleri istediği
gibi yönlendiren totaliter liderleri andırmaktadır, aslında andırmamaktadır; bizzat kendisidir.
Batı Felsefesi ve teolojisinde “mağara metaforu”nun yeri oldukça önemlidir. Felsefi olarak en önemli
alegori Platon’un mağara alegorisidir. Bu alegori uyarınca:

“Yeraltında bir mağara tasarla. Mağaranın kapısı bol ışıklı bir yola açılıyor, ama mağarada yaşayan
insanların kolları, boyunları ve bacakları zincirlerle bağlanmış, sırtları da ışığa çevrilmiş; öyle ki sadece
karşılarındaki mağara duvarını görüyorlar, başlarını arkaya çeviremiyorlar. Kendilerini bildikleri andan
beri de burada bu şekilde oturmaktalar.

Düşün ki, sırtlarının arkasındaki ışıklı yoldan bir sürü nesne geçiyor. Işık, bu nesneleri mağaranın
duvarına yansıtıyor. Şimdi bu adamlar, sadece mağaranın duvarına yansıyan hayalleri görebilirler; o
hayallerin meydana gelmesine neden olan gerçek nesneleri göremezler

Demek ki bu adamlar, birbirleriyle konuşabilselerdi, duvarda gördükleri hayallere birtakım adlar


vereceklerdi, çünkü bu hayalleri gerçeğin kendisi sanmaktadırlar. Bu adamların gözünde gerçeklik, asıl
gerçeklerin duvara yansıyan hayallerinden ya da gölgelerinden başka bir şey değildir.

Şimdi, bu adamlardan birinin, zincirlerini bir şekilde çözüp ayağa kalktığını ve başını asıl gerçekliklerin
bulunduğu yöne çevirdiğini düşün.

Gözleri parlak ışıktan kamaşır ve asıl gerçeklikleri, ilk anda göremezdi. Kamaşan gözlerini, yeniden
alışık olduğu o duvara çevirir ve duvardaki hayallere kolayca bakardı. Ama gözlerini yavaş yavaş
alıştırarak asıl ışığın kaynağına tekrar baktığında, arkadaşlarıyla gördüğü şeylerin birer hayalden
ibaret olduklarını; asıl gerçekliklerin, şimdi gördükleri olduğunu anlardı.

İşte gözümüzle gördüğümüz bu dünya, o mağaranın duvarıdır. Doğrudan doğruya duvara bakmakla
yetinmek yerine, başını aksi yöne çevirerek o duvara yansıyan görüntülerin kaynağı olan ışığa
bakmayı düşünebilen insan da duyu gözünü, akıl gözüne çevirebilen bilgedir.”

Yukarıda anlatılan şekilde Platon’un “Politeia” isimli eserinde özetlenmiştir. Bu nasıl


yorumlanmalıdır? Platon’un felsefesi açısından bakıldığında bu sahnenin epistemolojik olarak
yorumlandığı sık sık dile getirilir. Buna bağlı olarak bölünmüş bir çizgi analojisi yapılır ve bu analojide
eikesia’dan episteme’ye kadar olan bilgi süreci betimlenir. Neyin bilgi olup neyin olmadığı dile
getirilir. Lakin buradaki okumamız epistemolojik değil oldukça politiktir; filozof(kral)un görevi de
güneşi (ki bilgeliği temsil eder) gördükten sonra o gördüklerini kitlelere anlatabilmektir; onları
bilgilendirmeyi, gözlerinin açılmasını sağlamaktır. Aslında duvarda gördüklerinin gerçek olmadığını,
onun sadece bazı görüntülerin abartılmış modeller olduğunu ortaya koymak. Diyalektik yöntemle
insanın bu durumu sorgulamasını sağlamaktır. Bunu ise ancak filozof-kral yapabilir. İktidar kitleleri
bazı şeyleri görmek istedikleri gibi göstererek onları boyunduruk altına alır. Onlara sorgulama şansı
vermez; aslında bu adamlar mağaraların duvarına yansıtılan nesneleri olduğundan büyük ve
korkutucu biçimde görmektedirler; haliyle bunları gösterecek filozof-kral ise Ralph’tir (bu arada Piggy
sayesinde çiğ domuz etini yemezler). Fakat bu çocuklar birbirleriyle konuşmaz, çünkü tanrı diye kabul
ettikleri şey “delirmiş pilot”un karanlıkta karıştırılmasıdır. Bunu ise iktidar belirttiğimiz suistimal eder.

Piggy’nin taş ile öldürüldüğü sahneyi hatırlayın. Piggy her hakikati söyleme denemelerinde ya biri
tarafından susturulur ya da itip kakılır. Burada daha çok sağduyu ve bilimi temsil eder.

Bu noktada, filmin temaları ile paralellik içinde Platon’un mağarasının yarattığı mitoslara ve Platon’un
felsefesinin yanlış yorumlanıp yüzyıllarca idealar diye bir âlemin ontolojik olarak varolduğu kabul
edilmiş, bu ideaların tanrılar tarafından yaratıldığı düşüncesi “Ortaçağ Avrupası”nda etkisini
göstermiştir. Hatta hatta Rönesans’ta da aynı etkiler devam etmektedir. Mağara miti burada devreye
girmektedir; çünkü Politeia (Devlet) isimli kitabın mağara alegorisini anlattığı bölüm en yanlış
yorumlanan Platon metinlerinden biri haline gelmiştir (bir diğer örnek de Timaios diyalogudur).
Aşağıdaki resimde Raffaello’nun Akademi isimli tablosunda parmağını Aristoteles’in aksine Platon’un
neden yukarıya doğru kaldırdığı biraz düşünülmelidir (οὐρανός (klasik Yunanca)=tanrıların evi,
gökyüzü, cennet, le ciel(fr)=cennet, gökyüzü, heaven(ing)=cennet, gökyüzü).

Bu kaldırış, Platon’un idealar âlemini gösterdiğini düşünen Raffaello’nun, yaşadığı çağda hâkim olan
paradigmatik yorumudur.

Bunun dışında dinin sadece Marx’ın belirttiği gibi afyon özelliği mi vardır? Burada filmden görüldüğü
kadarıyla din’in diğer bir niteliği devreye giriyor: Freud’un “Bir Yanılsama’nın Geleceği” adındaki
makalesindeki belirttiği gibi- Freud bu makalesinde temel olarak insanın doğal “fenomena”ya bazı
tanrısal güçler atfettiği ve içinde bulunduğu kaygı durumundan da ancak din vasıtasıyla ya da doğal
fenomenalara tanrısal güç atfederek ve bu tanrısal güçlere kurban adayarak onları kontrol ettiğini
düşünerek çıkardı. Yani din bir yandan “ontolojik güvenlik” sağlar, kaygıyı hafifletir. Freud bu
makalede şöyle belirtir:

“Kişiliksiz güçler ve yazgılara yaklaşılmaz. Eğer ölüm kendiliğinden bir şey değil de kötü bir istenç’in
şiddet eylemiyse, eğer doğanın her yerinde çevremizdeki kendi toplumumuzdan bildiğimiz yaratıklar
varsa o zaman rahat bir soluk alabilir, tekinsizliğin içinde kendimizi evimizde gibi hissedebilir ve
anlamsız anksiyetemizle başa çıkabiliriz… Dışarıdaki dehşetli bu üstün insanlara kendi toplumumuzda
uyguladığımız yöntemlerin aynısını kullanabiliriz; onlardan kibarca istemeye, onları yatıştırmaya,
onlara rüşvet vermeye uğraşabilir ve onları bu şekilde etkileyerek güçlerinin bir kesiminden yoksun
bırakabiliriz. Doğal bilimin ruhbilimle böylesi bir yer değiştirmesi yalnızca ivedi bir rahatlama
sağlamakla kalmaz, duruma egemen olmanın ileri yollarını da gösterir.”
Yukarıda belirttiğim durum Jack’e katılan çocuklardaki temel psikoloji insanın doğal olarak bu tip bir
duruma yöneldiğidir. Kendilerinin yerine karar alacak bir lider arayan çocuklar Erich Fromm’un
belirttiği gibi “özgürlükten ancak bu şekilde kaçabilirler”.

Fromm “Özgürlükten Kaçış” isimli kitabında bu durumu şöyle özetler:

“Çağdaş insan hâlâ kaygılı; özgürlüğünü çeşit çeşit diktatörlere doğru teslim etmeye gidiyor; ya da
kendisini makinenin küçücük bir çarkına dönüştürmüş, karnı tok, sırtı pek, ama özgür insan değil de
bir robot haline gelerek özgürlüğünü yitirmek önünde ilerletiliyor. Bu son çeyrek yüzyılda,
insanoğlunun özgürlükten korkması, kaygı içinde bulunması ve bir robot haline gelmeye istekli
bulunması için gerekli nedenler büyük ölçüde artmıştır.”

Bunun için de Erich Fromm üç yol ile insanların kaçabileceğini belirlemiştir: Bunlar “yetkecilik”,
“yıkıcılık” ve “robot uyumluluğu”dur. Konuyu dağıtmamak adına bunları açmıyorum. Yukarıdaki
alıntıdan Jack’in grubuna katılanların kitle psikolojisi rahatça anlaşılabilir.

W. Golding’in Freud, Jung ve sembollerin gücüne inancı bilinen bir fenomendir. Filmde temel
önemdeki üç karakter Piggy, Jack ve Ralph arketipiktir. Yukarıda ifade ettiğim gibi belli konumları
temsil ederler.

Filmin sorunsallaştırdığı bir diğer konu uygarlık ile barbarlık arasındaki sınırın belirsizleştirilmesidir. Bu
sınırlar özellikle çocukların savunmasız arkadaşlarına yaptıkları ani baskınlarda ve Ralph’in
kovalanmasında kendini dışavurur. Beraberinde tarihi bir okumayı da örtük olarak açığa çıkarır. Tipik
olarak İngiliz Gelenekçiliği(’ne göre toplumu bir arada tutan, kendi görevlerini sessizce yerine getiren
kişilerdir)nin eleştirisidir. Aynı zamanda nükleer bir savaşın gölgesindeki toplumun (Küba Krizi de
dâhildir buna) kendi içinde yaşadığı krizin dışavurumudur. (Çocuklar nükleer savaş tehdidinden ötürü
uçakla güvenli bir yere götürülmektedir.)

You might also like