You are on page 1of 10

 

ZAMAN VE NEHİR HAKKINDA 


BİR ADAMIN GENÇLİĞİNDEKİ AÇLIK EFSANESİ 

 
Thomas Wolfe 
1935 

 
ÇEVİRMEN, OMER JACK YILMAZ 
2019 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
"Göğe doğru yol alan insanın ruhunu ve yeryüzüne doğru inen canavarın ruhunu kim bilebilir?"
 
 
MUHTEŞEM BİR EDİTÖR, CESUR VE ONURLU BİR ADAM MAXWELL EVARTS PERKINS için, 
BU  KİTABI  YAZARKEN  ŞÜPHE  DOLU  VE  ACI  UMUTSUZLUKLAR  GEÇİRDİĞİM  ZOR  ZAMANLARDA  VE  ÇARESİZLİĞİMDE 
BANA  DESTEK  OLAN,  “ZAMAN  VE  NEHİR  HAKKINDA”  OLARAK  BİLİNEN  BU  ÇALIŞMADA  UMUDUNU  YİTİRMEYİP  BU 
HİKAYEYİ  DEĞERLİ  GÖREN  GÖZÜ  PEK  VE  SARSILMAZ  ARKADAŞ,  VEFALI  SADAKATİ  VE DİKKATE DEĞER SABRI İLE HER 
BÖLÜM İÇİN KENDİSİNİ BU İŞE ADADI, VE BUNLAR OLMADAN HİÇBİRİ YAZILAMAZDI. 
 
 
“Crito, sevgili arkadaşım Crito, inan bana işte bu, Deliler flüt sesini duyduğunda benim
duyduğum şey de buydu ve bu kelimelerin sesi kulaklarımda çınlıyor ve yankılanıyor ve bundan
başka hiçbir şey dinleyemiyorum. "
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
İÇİNDEKİLER 
  
Birinci Kitap 
ORESTES: ÖFKEDEN ÖNCE KAÇIŞ 
İkinci Kitap 
GENÇ FAUSTUS 
Üçüncü Kitap 
TELEMACHUS 
Dördüncü Kitap 
PROTEUS: ŞEHİR 
Beşinci Kitap 
JASON'IN GEZİSİ 
Altıncı Kitap 
ANTÆUS: YENİDEN DÜNYA 
Yedinci Kitap 
KRONOS VE RHEA: ZAMANIN HAYALİ 
Sekizinci Kitap 
FAUST VE HELEN 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
"Limonların yeşerdiği toprakları biliyor musun?"
Koyu yapraklarda altın renkli portakallar ışıldar,
Hafif bir rüzgâr mavi gökten esiyor,
Mersin hala duruyor ve uzun defne,
İyi biliyor musun?
Oraya git! Oraya
Seninle gitmek istiyorum, sevgilim!
Evi biliyor musun, çatısı direklere dayanıyor.
Salon parıldıyor, oda parlıyor.
Mermer resimler de durup bana bakıyor:
Ne yaptın, zavallı çocuk?
İyi biliyor musun?
Oraya git! Oraya
Seninle gitmek istiyorum, koruyucum!
Dağı ve Wolkensteg'i biliyor musun?
Katır sisin içinde yolunu arar
Mağaralarda ejderha yavruları yaşıyor.
Kaya çöker ve üzerinde gelgit olur:
Onu iyi biliyor musun?
Oraya git! Oraya
Yolumuza git; ​“Ey baba, bırak gidelim!”
 

 
KİTAP I 

ORESTES: ÖFKEDEN ÖNCE KAÇIŞ 


. . . sonsuza dek yeryüzünü tekrar tekrar gezmek . . . ekin zamanında, yeşerirken ve hasat
zamanında. Ve büyük çiçekler, bereketli çiçekler, bilinmeyen garip çiçekler üzerinde.

Yorgun nerede dinlenecek? Yalnız eve ne zaman gelecek? Gezgin için hangi kapılar açık? Ve
hangimiz babasını bulacak, yüzünü hatırlayacak, hangi yerde ve hangi saatte ve hangi ülkede?
Nerede? Yorgun kalbin sonsuza kadar dayanabileceği, dolaşmanın verdiği yorgunluğun huzur
bulabileceği, hüznün, telaşın ve heyecanın sonsuza dek süreceği yer nerede olabilir?

Yeryüzü kime ait? Dünya üzerinde dolaşmak isteyen biz miyiz? Her şeye rağmen dünyaya
ihtiyacımız var mı peki? Her kim dünyaya ihtiyaç duyarsa toprağa sahip olacak: sonsuza dek
küçük bir yerde, küçük bir odada kalacak.

Aradığı binlerce dile binlerce kızgın sokağın korku ve kargaşasında ihtiyacı olduğunu hissediyor
mu? Artık bir dile ihtiyacı yok, sessizlik ve dünya için artık bir dile ihtiyacı kalmayacak: donmuş
dudaklarından artık bir kelime dahi duyulmayacak, yılanın donuk gözleri ona bir arkadaş olacak
ve kafatasına giden yolu izleyecek, kanın fışkırdığı yerde artık gözyaşı olmayacak.

Tarantula çürümüş meşe boyunca ilerliyor, yılanın çatal dili göğsün üzerinde, kadehler düşüyor:
ama dünya sonsuza dek var olacak. Aşk çiçeği vahşi doğada yaşıyor, aşıkların çürümüş
bedenleri karaağacın köklerinde yatıyor.

Ölü dil soluyor ve ölü kalp çürüyor, kör ağzın tünelleri gömülü etten geçiyor, fakat dünya
sonsuza dek var olacak; toprağa gömülü göğsün üzerinde sanki Nisan ayında açan çiçekler gibi
kıllar büyür ve kafatasındaki oyuklarda ölüm çiçekleri büyür ve hiç yok olmazlar.

Ey güçlü dudakları bizi aşağıya doğru ölüme sürükleyen aşk çiçeği, uzakta kalan ve uçup giden
her şey, yirmibin günün büyüleyici kadını, kafatası çatlayacak ve kalp bükülecek, onun öpücüğü
tarafından kırılacak, ama zafer, zafer, zafer, geriye bir tek o kalacak: Ölümsüz aşk vahşi doğada
sızlıyor ve yalnız, senin için ağlıyoruz: Yalnızlığımızdan eksik bırakılmayacaksın.

  
Yaklaşık on beş yıl önce, yirminci yüzyılın ikinci onluğunun sonlarında dört kişi batı
Catawba'nın tepelerindeki bir kasabanın tren istasyonu peronunda bir araya geldi. Yüksek bir
zeminin gizlediği duvarın arkasında batıya ve kuzeye iki veya üç kilometre kadar uzanan büyük
kasabaya bitişik haldeki bu banliyö, gezginler için popüler varış ve ayrılış noktası haline gelen
bu küçük istasyon sayesinde doğuda bulunan şehirden ve şimdilerde üç kilometre batıda bulunan
şehir merkezindeki istasyondan çok daha büyük bir insan trafiğini barındırıyordu. Çok sayıda
insanın buraya toplanma nedeni buydu, elektriksel bir güçle yavaşça baskı altına alınan kargaşa
hali bir şekilde Ekim ortasında yaşanan uyuşuk bir öğlen sonrasına dönüşmüştü ve yaklaşmakta
olan trenin yaratmış olduğu korku ve gerilim burada toplanmış olan çok sayıda insanın
sözlerinden ve mimiklerinden anlaşılıyordu.

Kalabalığı gözlemleyen biri, bu karmaşanın biraz karışık bir niteliğe sahip olduğunu hissetti -bir
zamanların garip ve tanıdık, yabancı ve yerli, kozmopolit ve taşralı niteliğiydi bu. Trenlerin gelip
geçtiği tipik Catawba kasabasındaki istasyonun peronlarında görülen her zamanki kalabalığın
tekdüze yerli niteliği değildi. Buradaki kalabalık, daha karışık ve çeşitliydi ve zaman zaman yerli
ve yabancı halkın bir araya gelerek oluşturduğu modaya uygun sofistike unsurlarla oluşturulmuş
dünyevi bir zerafetin reklerine sahipti. İki kilometre daha uzakta bulunan Altamont kasabası
bilinen bir merkezdi ve istasyon peronlarındaki karmaşıklık nüfusu temsil ediyordu; buradan
böyle bir çıkarım yapılması gerekirdi. Ancak hem ilginç hemde yerli olan bu insanların hepsi,
Amerikalıların yaşamlarında her zaman ilgi çekici bir yere sahip olan bir etkinlik adına buraya
aynı amaçla sürüklenmişti. Bu etkinlik trenin gelişiydi.

Gözlemci, peronun bir ucunda yan yana dikilen dört kişiden üçünün -iki kadın ve bir oğlan-
akraba olduklarını anladı. Bir yabancı, çocuğun ve genç kadının erkek ve kız kardeş olduğunu ve
kadının onların annesi olduğunu hemen anlardı. Birbirleriyle olan ilişkilerinden, aralarındaki
uyumdan, dokudan, zamandan ve enerjiden, mizaçlarından ve huylarından dolayı anlaşılıyordu
bu. Anne, ufak tefek ama güçlü ve sert bir kadın imajı veriyordu. Altmış yaşlarında olmasına
rağmen saçları simsiyahtı ve yüzü capcanlı ve otoriter görünüyordu, neredeyse genç bir kızın
yüzü kadar pürüzsüz ve çizgisizdi. Saçları geriye doğru taranmış ve kabarıktı, kahverengi
gözlerinde sade, dolgun ve çaresiz bir bakış hakimdi, daha ziyade yıpranmış ve halsiz, ama
sürekli düşünen, sürekli dalgın ve aynı zamanda doğal ve dürüst bir yüz ifadesi yanında
çocuklarının sahip olduğu masumiyeti de barındırıyordu. Teni süt beyazdı, dokusu yumuşaktı,
etli ve erkeksi görünen kırmızı burnu dışında tamamiyle renksiz sayılırdı.

Onu ilk kez gören bir yabancı, bir şekilde kadının sayıca çok olan bir ailenin üyesi olduğunu ve
yüzünün soylu bir görünümüne sahip olduğunu bilirdi. Bir şekilde kadının erkek kardeşleri
olduğundan ve onları görebilseydi eğer onların da kadına benzediğinden emin olacaktı. Yine de
bu eril nitelik cinsiyet niteliğinden ötürü değildi, geniş ve erkeksi görünen burnu dışında tam bir
kadındı, bir kadın nasıl olması gerekiyorsa öyleydi. Daha çok soylu ve karakteristik nitelikteydi
-kesinlikle eril olan bir soyun ve karakterin niteliğini taşıyordu.

Yabancının kadın hakkındaki son izlenimi şöyle olabilirdi: --hayatının bir şekilde ahlaki bir
yargının üstünde ve ötesinde olduğu, onun yaşamının seyri veya kronikliği ne olursa olsun
hataların dayattığı suçlar, para tutkusu, cehalet ya da düşüncesizlikten dolayı kendisinin herhangi
bir eylem yoluyla başkalarında meydana getirdiği acı ya da kötü sonuçlara bakılmaksızın, hayatı
bir şekilde bu zaman, dönem ve vesilelerle gerçekleşen tesadüflerin ötesindeydi ve bir çocuk, bir
nehir, bir çığ veya herhangi bir tabiat olayı kadar suçsuz bir kadındı.

Bu iki kadından genç olan otuz yaşlarındaydı. Neredeyse bir seksen boyunda, iri, kemikleri ve
uzuvları gevşek kocaman bir kadındı. Her iki kadının da muazzam bir enerji yaydıkları belliydi,
ancak annenin sürekli, sakin ve neredeyse hiç tükenmeyen bir güç sahibi olduğu yerde kızı,
herhangi birine, bir girişime veya bir nesneye karşı tüm benliğiyle ve neredeyse çılgınca bir
yiğitlikle kendini adayabilecek müthiş ama disiplinsiz bir canlılığa sahip olan dünyanın itici
güçlerinden biri gibi duruyordu.

İki kadın arasındaki bu fark yüzlerinede yansıyordu. Annenin yüzü uysal görünmesine karşın,
dalgın zihninin hayretler uyandıran yansımasıyla birlikte sürekli bir nesneden diğerine geçirdiği
hayvani keskinlikteki bakışları ve büzülen, şekilden şekle giren güçlü ve hassas ağız hareketleri
vardı ve bununla birlikte, ruhu neredeyse saf bir sabır vasfında, metanetli ve dingin olan bir
kadının yüzüydü.

Genç kadının yüzü ise geniş, kemikli ve sert duruyordu ve şimdiden kendi hayatının kargaşası ve
huzursuzluğu tarafından damgalanmış gibiydi. Bu gibi anlarda açıkça ve korkunç bir şekilde
sıkıntı vererek ona işkence eden histerik lekeler, sinirlerinin kırılmasına, öfkeli sabırsızlığa,
işkence gören ruhunun huzursuzluğuna ve uyumsuzluğuna ve aşırı yorucu ve tükenmekte olan
yaşamını yitirmesine yol açıyordu. Ancak kasvetli, gergin, işkence edilmiş ve neredeyse histerik
görünen bu yüz bir anda huzur dolu, bilgece ve sessiz bir ifade alarak mucizevi bir dinginlikle
parlayan güzelliğe dönüşebiliyordu.

İkisi de kendi yolundaydı, bu iki kadın perondaki diğer insanlara ve yeni gelenlere karşı şiddetli
ve soğurucu bir ilgi göstererek her biri hakkında iddia, yorum ve tahminde bulunuyordu -ki bu,
toplumdaki herkes hakkında tarihin ansiklopedik bilgisine sahip olmak gibiydi.

“--Neden olmasın, öyle tabi evladım,” dedi anne sabırsızca, şu an bahsi geçen bir grup insandan
gözlerini hızlıca kaçırdı-- “sana bahsettiğim şey de bu zaten! -- Bilmiyor muyum sanıyorsun? …
Bu insanların hepsiyle büyümedim mi ben? … Emma Smathers benim çocukluk
arkadaşlarımdan biri değil miydi sanki? … O çocuk bu kadının oğlu değil ki. Emma Smathers’ın
ilk evliliğinden olan çocuk o.”

Genç kadın cevapladı, “Şey, bu beklenmedik bir şey oldu benim için, kesinlikle beklemiyordum.
Steve Randolph’un birden fazla evlilik yaşadığını bilmiyordum. Her zaman bu çocukların Bayan
Randolph’tan olduğunu düşünürdüm.”

Anne sabırsızca gözyaşı döktü “Niçin, tabiki değil! Lucille dışında hiçbiri ondan değil. Geri
kalanların hepsi Emma’nın çocukları. Steve Randolph onunla evlendiğinde kırk beş yaşında bir
adamdı. Yıllarca dul kaldı --zavallı Emma, Bernice’i doğururken can verdi-- hiçkimse onun
yeniden evleneceğini ya da bu kadının kendi çocuğunu doğuracağını hiç beklemiyordu çünkü
neredeyse aynı yaştaydılar --ama niçin olmasın?-- daha önce evlenmemiş, dul, anlayın işte,
batıda bir yerde yaşıyormuş ama ilk kocası öldükten sonra bu taraflara gelmiş --ah, hatırladım
sanırım Wyoming, yoksa Nevada mıydı, ya da Idaho, bunlardan biri işte-- ve söylenenlere göre
ne bebeği ne de çocuğu olmuş, ta ki --Steve ile evlenene kadar. Ve Lucille doğduğunda bu kadın
neredeyse kırk dört yaşındaydı.”

“Ah-ha! … Hah!” genç kadın, uzaktaki insanlara bakarken hoşnut ve etkilenmiş bir edayla
düşünceli bir şekilde büyük ve kemikli eliyle çenesini okşayarak boş boş mırıldandı. “Yani
Lucille gerçekten John’un üvey kız kardeşi öyle mi?”

“Tabiki öyle!” yaşlı kadın ağlıyordu, “Herkesin bunu bildiğini düşünürdüm. Bu kadının üzerinde
hak iddia edeceği tek çocuk Lucille. Geri kalanlar Emma’nın.”

Genç kadın daha önce olduğu gibi mırıldandı ve şöyle dedi: “Bu kesinlikle beklemediğim bir
şeydi. İlk kez duyuyorum… ve diyorsun ki bu kadın Lucille’i doğurduğunda kırk dört yaşındaydı
öyle mi?”

“Şimdi hepsine sahip,” dedi anne. “Biliyorum. Ve belki de daha da yaşlı olabilirdi.”

“Peki,” dedi genç kadın kıs kıs gülerek ve sessizce bekleyen kocası Barton’a doğru döndü ve “bu
bize her zaman yaşamın ve umudun olduğunu göstermez mi? Ee, neşelen artık bebeğim,” dedi,
“belki bizimde şansımız vardır.” Ancak, alaycı duruşuna rağmen bir an için gözlerinin içlerinde
bir yerde derin bir acı ve üzüntü hissetti.

“Şans!” yaşlı kadın dudaklarında meydana gelen hafif titremelerle birlikte şiddetle ağlamaya
başladı-- “neden olmasın, tabiki bir şans var! Eğer senin yaşında olsaydım bir düzine
yapardım--ve bunun hakkında düşünmezdim.” Bir an sessiz kaldı, dudaklarını büktü. Birdenbire
dudaklarının kenarında hafifçe beliren kurnazca bir gülümsemeyle çocuğuna döndü ve ona
kurnazca şakalar yapan gizemli bir edayla seslendi:

“Şimdi evladım” dedi-- “bilmediğin bir sürü şey var… her zaman en genç ve sonuncu olduğunu
düşünürdün öyle değil mi?”

“Değil miyim sanki?” dedi genç adam.

“Hmm!” dedi yaşlı kadın küçücük bir gülümseme ve gizemli bir edayla-- “Sana
söyleyebileceğim çok şey var--”

“Aman Allahım!” sızlanarak yüzünü kız kardeşine doğru çevirdi, “Sana hiç bahsetti mi?”

Genç kız parmaklarıyla onu gıdıklar gibi hareketler yaparken yüksek tonda boğuk ve alaycı tiz
bir ses çıkararak garip bir şekilde homurdandı:

“Hi, hi, hi, hi, hi,” güldü. “Amma da garip şeyler dimi? Yarısından bile haberin yok. Birazdan
sana on dördüncü olduğunu söyleyecek.”

“Hmm!” dedi yaşlı kadın, alaylı bir gülümsemenin ardından dudaklarını büktü, “Şimdi sana onun
bundan fazlası olduğunu söyleyebilirim. On dördüncüymüş! Peh!” dedi aşağılayıcı bir şekilde--
“Onun bir--”

“Of Allahım!” sefil bir halde sızlandı genç adam, “Biliyordum işte! … Duymak istemiyorum.”
dedi.

“K, k, k, k, k,” genç kadın hevesli bir şekilde onu yeniden gıdıklamaya başladı.

“Hayır efendim,” dedi yaşlı kadın ısrarla-- “ve hepsi bu da değil! --Şimdi evladım, sana
bilmediğin bir şeyi anlatmak istiyorum,” dedi ve tuhaf ve bitkin bakan ciddi gözlerini ona dikti,
hafifmeşrep bir mimikle ve içgüdü sahibi güçlü bir erkek gibi ellerini birbirine doladı ve
parmaklarıyla onu işaret etti, “Sana söylemem gereken çok şey var. Sen doğduktan yıllar sonra
evladım-- seni Saint Louis fuarına götürdüğüm zamanlar--” yüzü amansızca gerildi ve üzgündü,
güçlükle dudaklarını büzüştürdü ve kafasını sarsarak salladı-- “ah, bunu düşündüğümde-- neler
görüp geçirdiğimi-- ah, berbat, berbat bir şey, anlıyor musun,” kaygıyla fısıldadı.

“Şimdi sırası mı anne Allah aşkına, duymak istemiyorum!” bunun altından kötü bir şey
çıkacağını düşünerek hiddetle bağırdı. “Lanet olsun, biraz olsun huzur bulamaz mıyız-- hiç
değilse ben giderken!” pat diye acı içerisinde ağlamaya başladı. “Her zaman bu lanet olası
vahiyler ve kasvetli ipuçları-- bu ürkütücü Pentland zırvaları,” bağırdı-- “bu lanet olası -eğer sana
söylemem gerekirse- diye başlayan gizemli söylemler, korkular ve lanet şeyler!” abuk sabuk
bağırdı. “Kimin umrunda? Ne önemi var?” ağladı ve umutsuzca ekledi, “Duymak istemiyorum--
umrumda değil.”

You might also like