You are on page 1of 160

Nurer U�URLU başkanlı{lında bir kurul tarafından

hazırlanmıştır.

DiZQİ - Yayımlayan:
Yenı Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ.
Baskı: Ça{ldaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti.
Kasım 1999
.. .. ..

ÇANKAYA
iV

Cumhuriyet GAZETESİNİN
OKURLARINA ARMAGANIDIR.
YENİ DEVİR
Ankara'da ilk Günler

-1-

Saltanatı kaldırmak, Osmanlı devrine son vermekti. Eski


devlet, artık bir geçmiş zaman hatırası idi.
1 922 sonunda yeni bir devrin eşiğindeyiz. Fakat bu yeni de­
vir, henüz Mustafa Kemal'in bir sırrıdır. Cumhuriyet kelimesi,
1 923 Nisanında ilan olunan Halk Fırkası umdclcri arasında bile
yoktur. Bağlı olduğu limandan ayrılmış bir geminin içindeyiz. En­
ginlere doğru uzaklaşıyoruz. Fakat nereye vamıak için? Bunu yal­
nız kaptan köprüsündeki adam biliyor. Halk yolcuları şevk için­
de türkü çağırmaktadırlar. Onların içinde tek bir şey var: Bu ada­
ma inanmak ! Bu adam onlar için kader gibi bir şey...
Fakat halife lstanbul'dadır. Ne o, ne de Mustafa Kemal'in
Büyük M.illet Meclisindeki muhalifleri ve bu muhaliflerle yeni
işbirliği eden saltanatçı ve şeriatçı gazeteciler, Tanzimatçı veya
medreseciler, bir esrarlar alemine doğru bu gidişten hoşnut de­
ğildirler.
Dostum rahmetli Namık lsmail, son Halife Abdülmecid
Efendi de resim meraklısı olduğu için, ara sıra veliaht köşküne
devam ederdi. Halife seçildikten sonra saraya gitmiş. Mecid Efen­
di kendisini kabul etmiş:
- Bütün şehzadeliğimi bu halka iyi bir padişah olmak için
neler yapacağımı düşünerek geçirmiştim. Bu düşüncelerimi bir
deftere yazmıştım. Hepsini yaktım... demiş.

7
Biz Mustafa Kemal ile lzmit'te buluştuğumuz vakit telaşlı­
ca bir gün geçirmiştik. Meclisteki hocalar ··Hilafet-i İslamiye ve
Büyük Millet Meclisi" isimli bir risale neşretmişlerdi. Bu risa­
lede' 'Meclis halifenin ve halife meclisindir" deniyordu. Tasvir­
i Efkar sahibi Velid Ebüzziya da toplantıda:
- Yeni hükumetin dini olacak mı? diye sormuştu.
- Dini var efendim, fakat lslamda fikir hürriyeti de vardır.
- Hayır, anlamak istiyoruz. Hükumet bir din ile tedeyyün
edecek mi?
Şimdi başka türlü ikiye ayrılmıştık. Artık bir tarafta hainler
ve saraycılar, bir yanda milliyetçiler ve istiklalciler yoktu. Ayrı­
lık bu sonuncular arasında idi. lstiklalci Mustafa Kemal, saltana­
tı kaldırdığı günden beri, eski müesseseleri ve nizamları nereye
kadar ve nasıl değiştireceği bilinmeyen bir ihtilalci idi. Tanzi­
mat'tan beri her ıslahat hareketinde karşı karşıya gelenler, yine
karşı karşıya idiler. Bu ayrılış daha da derindir. Çünkü ihtilalci­
nin karşısında basit bir gericilik ayaklanışı yoktur. Saltanat gele­
neklerine bağlı Osmanlı Tanzimatçıları da onlarla beraberdirler.
Vakitsiz ve ihtiyatsız bir adım, Mustafa Kemal'i pek güç bir
duruma sokabilir. Ama büyük stratej, bu güç durumları, fırsat bul­
dukça muhalifleri için yaratacaktır. Muhalifleri de ona fırsat ver­
mekte hiç hasis değildirler. Nitekim o günlerde seçim kanunun­
da bir değişiklik teklif etmişlerdir. Bu değişikliğe göre bir seçim
çevresinde beş yıl oturmamış olanlar milletvekili olamıyacaklar­
dı. Mustafa Kemal ise, o günkü Türkiye sınırları içinde, hiçbir
seçim çevresinde 5 yıl "mütemekkin" olmamıştı. Demek ki, ye­
ni Meclise üye seçilemiyecekti. Fakat Rumeli kaybolmuşsa, harp­
ler içinde beş yıl bir yerde oturınak imkanı bulmamışsa kabahat
onun mu idi? Mustafa Kemal, bu tema üzerinden pek kolay bir
savaş açtı. Memleketin her yanından Meclise protestolar yağdı.
Düşmanları sinmek zorunda kaldılar.

8
Sekiz ay süren Lausanne konferansında bir kesilme olması
üzerine Ankara 'ya gelen başdclegc İsmet Paşa 'ya karşı hazırla­
nan hücum taktiği de havaya gitti.
Mustafa KemaFin hiç boş durduğu yoktu. Bütün sırlarını sım­
sıkı gönlünün içine kapayarak, halkı kendine bağlamak için dola­
şıp durınakta, Meclis dışındaki otoritesini kuvvetlendirmekte idi.
1 923 Temmuzunda Lausanne' da yeni devleti bütün dünya­
ya tanıtıyorduk. Kapitüliisyonsuz, tam egemenlik ve bağımsız­
lık şaı1ları içinde milli bir devlet olmuştuk. Birinci Dünya Har­
bine girdiği vakit bu devlet, gerçi bir saltanattı ama, bir yarı sö­
mürge idi. Rus çarından izin çıkmadıkça Alınan sermayeli demir
yolunu Ankara'dan bir karış ileriye yürütmeye hakkı yoktu. Do­
ğu vilayetleri, tıpkı Rumeli gibi, vatandan kopmak üzere idi.
ismet Paşa, eski şartlardan ne mümkünse kurtarmak istiyen
kibirli Lord Curzon'un bütün tekliflerini reddetmişti. Birinci
Dünya Harbi kazanççılarııiı bırakınız, yanında bulunan ileri fi­
kirli_ arkadaşlarından bile buna şaşanlar vardı. Lord Curzon, her
reddolunan teklifi geri aldıkça:
- Ben bunu cebime koyuyorum. Yarın para bulmak için bi­
ze geleceksiniz. Para bende ve (Fransız başdelegesini göstererek)
bunda var. Her para istedikçe cebime koyduğum reddedilmiş
tekliflerden birini size takdim edeceğim, diyordu.
Bu söze dikkat ediniz, yeni Türkiye'nin kendi alın terinden
başka hiçbir kaynak bulamıyarak, devletçi sistemle, kalkınmaya
uğraşmasının başlıca sebebini anlamış olacaksınız. Büyük dev­
letler sekiz aydan fazla tartışmalar sonunda yeni Türk devletini
tanıyacaklar, fakat daha birkaç sene "kabul" etmiyecektir, hat­
ta yeni başkente yerleşmek için elçilik arsası bile aramıyacaklar­
dı. Silahlı bir dayatış savaşından siliihsız bir dayatış savaşına ge­
çiyorduk. Kuvay-ı Milliyecilik ruhu, hiç zayıflamaksızın ve ümit­
sizliğe düşmeksizin, yeni devletin bütün kuruluş devrinde dina­
mizmini ve yılmaz iradesini titizce koruyacaktı.

9
Ağustosta Bolu milletvekili seçilmiştim. Mardin Milletve­
kili Yakup Kadri ile beraber Ankara'da, Hamamönü tarafların­
da kerpiç bir ev bulduk.
- 2 -

Vaktiyle Hristiyanlar Ankara'nın bütün iyi geçim ve ka­


zanç kaynakları üstünde kurulmuşlar, kalenin istasyona bakan sır­
tını konakları, otelleri, lokanta ve hanları ile donatmışlar. Çan­
kaya ve Keçiören semtlerine de asına, yemiş ve gölge ağacı di­
kerek yaz için serince birer köşe edinmişler. Biz Türkler efendi­
liğimizle kalmışız ama, onlar, çorbacımız kesilmişler. 923 'te An­
kara 'ya geldiğimiz vakit, bağ evleri müstesna, Hristiyan mahal­
lesinden eser yoktu. Trenden inince iki taraflı bir bataktan, ağaç­
sız bir mezarlıktan, kerpiç ve hımış esnaf barakaları arasından ge­
çerek tozuması bir türlü bitmeyen bir yangın yerine sapardık.
Şimdi geri bir Anadolu kasabasının bile o günkü Ankara ka­
dar iptidai olduğunu sanmıyorum. Yemek ve yazmak iÇin eve bir
masa yaptırımştık. Dört ayağından hiçbiri ötekine koşut''ınüva­
zi" değildi. Yakup'la karşısına geçer, bu masanın nasıl düz du­
rabileceğine şaşardık. Ankara, lstanbul surları dışındaki bütün
Türkiye'nin sembolü idi. Ermeniler ve Rumlarla beraber hayat
ve "uınran" denecek ne varsa hepsi sökülüp gitmişti. Bu şehri
ve bu memleketi temelinden çatısına kadar kuracaktık.
Gazi Mustafa Kemal, Çankaya'da havuzlu bir küçük köşk­
te otururdu. Galiba bir lngiliz yapağı tüccarının evi imiş. Nakil
vasıtaları yalnız atlı fayton arabaları olduğundan, şehirden ora­
ya kadar bir hayli sürerdi. Yol denebilecek bir şey de yo ktu. Es­
ki halkevinin bulunduğu tepe eteklerinden ta Çankaya sırtlarına
kadar bozulmuş bağlarla asma kütükleri ve yabani gül fidanları
arasından sarsıla sarsıla giderdik. Çankaya'dan ufuklar boyu
bomboş bir bozkır parçası görünürdü. Bu kül ve toz yığınları için­
de bir yeni devlete başkent yapmayı düşünmek değil, onun yü­
züne bakmak bile cesaret kırıcı bir şeydi.

10
Yerliler bize yaban derler ve aramıza katılmazlardı. Birin­
den bir .t:v arsası satın almak istemiştim. Beni Çankaya yokuşu
üstündeki tarlasına götürdü, eni boyu, sınırı ve içindeki ağaçlar
üzerine ne söyledi ise, hemen hiçbirini anlamamıştım. Lehçe ve
şive bakımından da birbirimize o kadar yabancı idik.
Sokakta dolaşanlar veya Meclis yanındaki aşçı dükkanı ile
belediye bahçesinde buluşanlar hep aynı kimseler olduğumuzdan
selamlaşmazdık bile ! "Ah bir anonim olmak, kalabalık içine ka­
rışıp kaybolmak tadına kavuşabilseydik ... " diye hasretlenirdik.
Gündüzleri Meclisten başka vakit geçirecek yer yoktu. Akşam­
ları Mustafa Kemal tarafından çağrılmaya can atardık. Eğer da­
vetli değilsek, Meclisin yakınındaki aşçı dükkanının içki içebil­
diğimiz köşesinde toplanırdık. Men-i Müskirat Kanunu yürürlük­
te idi. içkimizi polis müdürünün adamlarından temin ederdik. Bu­
nun bir adı da " Dilaver suyu" idi. Dilaver, polis müdürü! Bağ­
larda oturan bazı milletvekillerinin de imbikleri vardı. Bir akşam
böyle bir bağda bize sıcak rakı ikram edildiğini hatırlıyorum.
Elektrik yoktu. ikide bir yavaşlayan ve kararan lüks lambaları ile
didişip dururduk. Neden sonra lokomobilden bazı yerlere elekt­
rik vermişlerdi. I şığı titriye titriye yanardı. O sıralarda ' ' Hakimi­
yet-i Milliye" gazetesinde şöyle ilanlar okurduk: "Elektrikli
odalar kiralıktır ! " Bu ilan Amerika' da okunsaydı, elektrikle dö­
nen veya elektrik düğmesine basılınca duvar kapakları açılıp, ih­
tiyaca göre, yatak odası yahut yemek odası vazifesini gören son
icat şeyler olduğu sanılacağını söyliyerek gülüşürdük. Evler de,
eşyalar da bir alemdi.
Çarşı o kadar iptidai idi ki, küçük bir masanın üstünü aynı
çeşit bardak, kadeh ve tabakla donatamazdık. Şlı bildiğimiz Be­
yoğlu, Karaoğlan çarşısından Paris'te bir bulvar gibi görünürdü.
Ankara Belediye Reisi:
- Tozdan ne zaman kurtulacağız? sorusuna:

1 1
- Bunlar ne biçim adamlar, hem yol isterler, hem toz iste­
mezler.. . diyordu.
İlk kış, Ruşen Eşrefin evine ziyarete gitmiştik. Ana yolun bir
dere aşırı sırtında idi. Biz evde iken kar yağdı, mübalağa etmiye­
yim ama, galiba iki gün iki gece kımıldıyamadık, misafir kaldık.
Bereket kış, kuru geçerdi. Toprak donar� her yer yola dö­
nerdi. Yazın toz kasırgaları içinde boğulur gibi olurduk.
Ruslar devamlı otururlar, öteki yabancılar ara sıra gelir ve
hemen dönerlerdi. Yerleşmeğe hiç niyetleri yok gibi idi. Fransız
elçiliği, bir aralık, kale tarafında Osmanlı Bankasına taşınmış, de­
poyu Goblen halılariyle kabul salonuna çevirmişti. ·

Bazıları :
- Sıfırın üstünde medeniyet kurulmaz, diyorlardı.
Şüphesiz İsviçre'nin deniz kıyısında olmadığını unutuyor­
lardı.
Eşek. yerli halkın başlıca nakil vasıtası olmakta devam edi­
yordu. Sık .sık, sokaklarda tellallar:
- Eşek bulaan... Eşek bulaan... diye haykırarak kaybolmuş­
ları arardı.
Yerli halk, devletin kalkıp gitmeyişinden memnun da değil­
di. Hayat pahalılaşacaktı. Kendileri, dışarıdan akın edenler ara­
sında eriyip gideceklerdi. Bir avuç arsası olanın, birkaç yıl için­
de zengin olacağını tahmin etmiyorlardı.
Ankaralı bir dostum anlattı: Şimdi Atatürk Bulvarının üs­
tündeki büyük apartmanlardan birinin arsası satılıkmış. Galiba
200 liraya kadar bir şey. Alınak için haber yollamış. Bir ses çık­
mamış. Sonradan öğrenmiş ki, sahibi bir yabancıya satmış:
- Yahu, niçin bana vermedin? diye sormuş.
- Vallahi burasını babam da ekti, ben de ektim. Bir hayrını
görmedik. Ne diye seni zarara sokayım? Bir yabancıya verdim . . .
demiş.

12
Akşamları masa başında geç vakitlere kadar konuşmaktan,
içimizi canlandırmaktan başka eğlencemiz yoktu. Yalnız toplan­
tılar değil, evler, oteller, sokaklar hep kadınsızdı. Amerika 'nın
ilk göç zamanlarında bile kadın, Ankara'nın ilk kuruluş yılların­
da olduğu kadar bulunmazlığı hissettirıniş midir, diye düşünü­
rüm. Bir gün bir milletvekiline lstanbul usulü çarşaf giyen karı­
sı ile Karaoğlan çarşısında rastlanması, Mecliste dedikodu konu­
su olmuştu.
Geceleri araba olmadığı için, Yakup Kadri ile beraber Ke­
mal'in lokantasından çıkınca sık sık c�p fenerlerimizi yakarak,
güçlükle evimize giderdik. Yol uzun, bitmiyecek gibi. gelirdi.
Hiç unutmam, bir akşam erken yatmağa karar verdik. Karaoğla­
nı geçtik. Tam yangın yerine gelince, boş ve ıssız karanlık bizi
adeta geriye doğru itti. Döndük, tekrar içki masasındakilere ka­
tıldık. Karşılıklı konuşmalarımızda öyle tükenirdik ki yeni bir ls­
tanbul yolcusu meclislerimize taze bir hava katmazsa ne yapa­
cağımızı bilmezdik.
Dairelerde, ancak aç kaldıkları için lstanbul'u bırakan me­
murlar vardı. Bir siyasi hırsları ve heyecanları da olmadığından
bunlar büsbütün bedbaht kimselerdi. Beş on memurun bir tek ker­
piç odaya sığındığı olurdu. Bir akşam rahmetli Nuri Conker, ge­
ce yarısından sonra Çankaya köşkünden çıkarak eski mahalleler­
den birindeki evinin kapısında otomobilden iner. Cebinden as­
ma demirli büyük kapı kilidinin anahtarını çıkardığı sırada bir de
bakar ki ayda bir tuhaflık var. Tam ortasından bölünmüş gibi bir
şey, şaşıp seyrettiği sırada, o saate kadar kim bilir nerede hangi
arkadaşı ile içip sallana sallana evine dönen bir memurun geldi­
ğini görür.
- Birader efendi, diye çağırır.
- Buyurunuz.
- Hadise-i cevviyeyi görüyor musunuz?

13
Adamcağız başını bile kaldırınıyarak:
- Bırak Allahını seversen, benim burnumun ucunu görecek
halim yok, cevabını verir.
Tek avuntu, ara sıra lstanbul'a kaçmak! Trenlerde henüz ya­
taklı vagon ve lokanta yoktu. Sabahleyin kalkar, öğle yemeğini
Polatlı, akşam yemeğini Eskişehir istasyonunda yer, geceyi ra­
hatsız koınpaıtımanlarda geçirir, ertesi sabah Kocaeli'nin yeşil
tabiatını ve körfezin mavi sularını görünce, ölmüşten dirilınişe
dönerdik. Tahtakurusu yüzünden çok defa kompartımanlarda
uyunınazdı. Bir gece, açık pencerenin yanında ayakta kalmıştım.
Trenin hızı ile kendini tutaınıyan bir baykuş göğsümün üstüne
çarptı. Yolda sıtma alanlar çoktu. Yine de iki gün lstanbul -keyfi
sürmek için bunca zahmeti göze alırdık.
Henüz tstanbul'dan gelen bir iki arkadaş, bir akşam üstü
Çankaya köşkünün bahçesinde buluştuktu. Güneş batıyordu. iç­
lerinden biri:
- Paşa hazretleri, gelin de bu gurubu lstanbul'da bulun, dedi.
Henüz lstanbul'a gitmek devri gelmediği için Ankara'dan
ayrılmayan Mustafa Kemal davetlisinin yüzüne Şöyle bir hazin
baktı idi.
Cumhuriyetin ilan edilmesine daha iki ay var. Ankara'nın
başkentliğine bile karar vermemiştik. lstanbul'a dönmek istemi­
yen kaç kişi idi, bilmiyorum, fakat hiç olmazsa Eskişehir'e doğ­
ru, yeşil ve sulak yerlere doğru gitmek istemiyen hemen hemen
yoktu. Mustafa Kemal:
- Ankara kendisi merkez olmuştur, istila onun kapısında
durmuştur, diyordu.
Yer seçmek bahsi açı Isa, Ankara 'nın birçok rakipleri vardı.
Garba doğru Eskişehir ve Bursa, merkeze doğru Konya belli baş­
lılar arasında idi.
Ankara susuzdu. Ağaçsızdı. Kuru ve yabani idi. Fakat Bü-

14
yük Millet Meclisi orada kurulmuş, orada toplanmış, bütün sa­
vaş oradan idare edilmişti. Yeni idarenin milletlerarası edebiyat­
ta adı " Ankara Hükumeti" idi. Meclis toplandıktan iki ay kadar
sonra Malatya Milletvekili ismet Paşa, Ankara'nın başkent ol­
ması için Meclis Reisliğine takrir verdi. Bazı duraksamalar gös­
terilmekle beraber, sonunda herkes en kestirme yolun, bulundu­
ğumuz yerde kalmak olduğunda birleşti.
Meclisten çıktığımız vakit hemen kapı önüne eski bir idare
amirinin dikmiş olduğu çamı göstererek:
- Bakınız ağaç da pek iyi yetişiyor, diyorduk.
Vaktiyle bağlar ağaçlıkmış. Yakınlarda küçük korul�r var-
mış. Çankaya bekçisine bir gün:
- Buradaki ağaçları ne diye kestiler? diye sormuştum.
- Gölgeden başka bir şey verdikleri yoktu ki, dedi.
Bir defasında da yerli bir tanıdık bize:
- Geliniz, size bir mazılık göstereyim, dedi. Arka taraflara
doğru gittik. Hayli uzaklaştık. Bir köşeden sapınca'.
- Aa ... dedi.
Çıplak bir dağ idi:
- Harpten önce burası mazılıktı, ne olmuş bunca ağaç? diye
şaştı.
"Yeşil Ankara" başlığı ile "Hakimiyet-i Milliye" gazete­
sinde bir başmakale yazdığım vakit, Mecliste adeta hakarete uğ­
rıyacaktım:
- Dalkavuk... diye söyleniyorlardı.
- Bakınız, dedim, ikiden biri, ya Ankara yeşil olur ve su ge-
lir, yahut devlet merkezi olmaz.
Halbuki ben Birinci Dünya Harbinde çölde Bir-üs-Saba'da
yeşillik yarattığımızı gönnüştüm. lsrail, birkaç binalı bir iki bah­
çeli bu kasabayı şimdi altmış bin nüfuslu şehir haline getirmiştir.
Ben insan iradesinin yaratıcılığından hiç şüphe etmemişim-

15
<lir. Şevk ve eyimserliğimi en güç şartlar içinde kaybetmeyişi­
min sebebi budur. Ankara'nın modern bir merkezi olabilmesi için
aylarca hatta yıllarca bütün edebiyatımı seferber ettim. Şehir
plancılığı fikrini yaymak için birkaç yüz yazı yazdım. Eğer Frenk
uzmanları çabuk kovulmasaydı ve son defa lstanbul'da olduğu
gibi, spekülasyoncular ve arsa tüccarları plana musallat olmasay­
dılar, Ankara bugün şimdikinden birkaç misli daha ileri bir şehir
olurdu. Geçenlerde ölen eski lngiliz büyükelçilerinden Sir Ge­
orges Clarck, Türkiye'ye son gelişinde benimle buluştuğu vakit:
- Ankara'dan geliyorum. Hiçbir şeye şaşmadım. Çimento ol­
dukça, bütün o binalar yapilabilirdi. Fakat Ankara'nın yeşilliği­
ne şaştım, demişti.
Ben "Yeşil Ankara "yı yazdığım yıllarda Sir Georges Clar­
ck �a Çankaya'daki ahşap evinden ufuklar boyu bozkır boşluğu­
nu seyrediyordu.
***

Ankara için bir rapordan bazı parçalar sunuyorum:


Şehirlerin kuruluşu, büyüyüşü ve yapılışı, mücerred mana­
da almak şartile, rakımla hiç de ilgili değildir. iç harpten önce
dünyanın en bayındır şehirlerinden biri sayılan Madrid'in deniz­
den yüksekliği 655 metre idi. Münih'in rakımı 526'dır. Buna
karşı Berlin'in, Londra'nın, Paris'in Nevyork'un, Oslo'nun,
Hamburg'un rakımları 30-200 metre arasındadır.
Fakat biz, Ankara'nın 907 metre olan yüksekliğini ne Ber­
lin'in 70, ne de koca bir yeni zaman şehri olan San Salvador'un
682 metre olan rakımı ile kıyaslayarak bir hüküm çıkaramayız:
Çünkü Ankara, üzerinde 13 vilayet bulunan ve Türkiye'nin en
geniş parçası olan iklim özellikleri kendine has Orta Anado­
lu'nun bir toprak parçası üstünde kuruludur.
Burası bir yayladır ve bu yüksek platformda dünyanın en en-

16
gin medeniyetleri doğmuş ve gelişme imkanları bulmuştur. Çün­
kü bu yaylada iklim, erkek bir iklimdir. Yıllık ısı ortalamaları bü­
yük farklar göstermez.
"Traite de climatologie biologique et medicale" adlı eserin­
de Lion Tıp Fakültesi climatologie ve hydrologie therapeytique
profesörü Bay Piery, bu yaylayı -yanlış bir görüşle- bozkır ola­
raJ< saydığı halde burada bir medeniyetin kuruluşu için en büyük
vasıfların bolluğunu şu cümlelerle anlatmaktadır:
" ... Bu iklim, mihnet ve meşekkate karşı koyma terbiyesini
veren eşsiz bir mekteptir. Buradaki insan tabiatın asiliğiyle sa­
vaşmayı ahlak edinmiştir. Sıcak memleketlerin yakıcılığına ol­
duğu kadar, kutup soğukları ile uyuşabilir.
8\ı iklim, inisiyatif yeteneğini ve moral enerjiyi geliştirir.
Bu ırkın cilt dokusu kuvvetlidir. Hava değişimleri onun karakte­
rinde savaşçı vasıfları kuvvetlendirir."
Moskova Merkez Biyologie ve Climatologie Enstitüsü pro­
fesörlerinden Dr. Aleksandrofa göre: "Osmanlı Türklerinin, ana­
yurt iklimlerine hiç benzemeyen dünyanın dört köşesinde asırlar­
ca yaşayabilmeleri ve buraların muhit özelliklerine göre kuşaklar
yetiştirmeleri, işte bu yayla ikliminin nimetlerinden biridir.''
Ankara'nın on yıllık hava basıncı, ortalama 685,5 milimet­
redir. Deniz düzeyinin normal basıncı 760 milimetre olduğun­
dan bunun manası şudur: İnsanların sıhhati üzerinde en büyük
bir etkisi, atmosfer basıncı, enternasyonal miyarlara göre, Anka­
ra'da tatlı bir yayla özelliği gösterir ve çok değişmez.
Ankara ikliminin en orijinal tarafını ısıda buluyoruz. Anka­
ra 'nın on yıllık ısı ortalaması, sıfırın üstünde 12 derecedir. Hal­
buki bir de büyük şehirlerin yıllık ısı ortalamasına bakınız: Oslo
5.5, lstokholm 5. 7, Kopenhag 6. 9, Liverpul 9.4, Londra 9 .8, Ham­
burg 8.4, Berlin 9.4, Münih 8.4, Paris l 0.2;Zürih 8.4, Viyana 9.6,

17
Belgrad 1 1.2. Bükreş 1 0.2, Var�ova 7.9, Leıüngrad4.6, M osko­
va 3.4, Odesa 9.9, Şikago 1 0. 1 , Nevyork 1 1 .0, Vaşington 1 2.07...
Bu, şu demektir ki, eğer siz. ısı ortalamasını. şehir gelişme­
si için bir ölçü olarak alıyorsanız. Ankaraımz. dünyanın en ileri
şehirlerinden biri olacaktır.
907 rakımlı Ankara'da ısı en yüksek olarak birkaç gün 37.5
dereceye çıkabilir. On yılda, yalnız tek bir gün müstesna, sıfırın
altında 20.5 dereceden aşağıya düşmez. Gece gündüz ısı farkı ni­
hayet 25 derecedir.
Halbuki rakımı 1 5-0'yi bulmayan Şimal ( Kuzey) Amerika­
sının Nevyork. Vaşington ve bütün Ohio ve Texas vadileri üze­
rine kurulmuş yirminci asır şehirleriyle Avrupa'nm bazı büyük
merkezlerinde bu ısı ortalamalarının büyük farkları bir felilket ha­
lindedir: Tayfunlar, kasırgalar, toz bulutları. fırtınalar, bütün me­
deni vasıtalarla cihazlı olan bu şehirleri daima tehdit etmektedir.
Eksiksiz ijiyen şartlarına rağmen sıcaktan ölenler, soğuktan do­
nanlar. salgın hastalıklar, hayat ve hareketi felce uğratan tabiat
afetleri hep bu müthiş sühunet farklarının arkasından geliyor.
Biz Ankara'da bunları yalnız gazetelerde okumaktayız.
Sonra Ankara 'nın şu iklim özelliklerine bakınız: Ankara 'da
yılda 1 1 6 gün ısı 25. derecenin üstüne çıkabilir. 95 günün gecesi
sıfırın altına iner ve yalnız 1 5 gün gündüzün sühunet sıfırın al­
tında kalır. Ankara'da senede ancak 46 gün sis oluyor. Bunun 7
güne indiği de vakidir. Ankara 'nın en çok esen rüzgarı poyraz,
yani s a ğ l ı k rüzg{mdır.
Önce Ankara, bir b o z k ı r değildir. Çünkü, enternasyo­
nal birimleri rutubet miyanna nisbeti 55-75 derece olan yerler or­
ta derecede kuru sayılır. Ankara'nın on yıllık rutubet vasatisi
57 'dir. Yani orta derecede kuru şehirler arasındadır.
Yalnız. ısıda olduğu gibi, rutubette de Ankara havasında bir

18
düzenlilik göze çarpar. Ankara'nın rutubet.or-talamasının 60 ol­
duğu yillar vardır. Fakat 54'ten aşağı düştüğü yoktur.
Şimdi, Ankara'nın modem şehir ve sıhhi şehir davasındaki
büyük meselelerinden biri üzerinde duracağız. Prof. Piery diyor
ki: " ... İç şehirler, bilhassa salgın hastalıkların yerleşmesine im­
kan vermez. Orta Anadolu'da insanlarda ve nebatlarda, bünyevi
hastalıklara az rastlanır. Tüberküloz ferdidir. Buralarda daha faz­
la iklimin sıhhat üzerindeki menfi tesirlerini önleyerek ijiyen va­
sıtalarının yokluğu dolayısiyle görülen anjin, grip gibi hastalık­
lara tesadüf edilir. İklim dolayısiyle yenen ağır yemekler, mide
ve karaciğer hastalıklarını doğurur.''
Tıp, mevsim hastalıklarının, bilhassa yüksek rakımlı yayla­
larda, en fazla, rutubetin kararlılığı ile önleneceği sonucuna var­
mıştır. Bugünkü fen, doğrudan doğruya yağmur yağdırtamıyor.
Fakat tecrübeler, bize bu alanda kıymetli iki imkan vermiştir: Bi­
ri, tabiata rutubetin ekonomisini öğreten ağaç, öteki sıhhatin en
belli başlı şartlarından biri olan belli ısı ve rutubet derecelerini
temin eder ısıtma santralları.
Ağaç, rutubetin hazinesidir. Havada rutubet derecesi azal­
dıkça ona rutubet verir. Fakat toplu halde ağaç, yani orman, bir
taraftan rutubeti korurken, diğer taraftan da yağmur bulutlarını
toplar. Bol ağaç, ki bizim Orta Anadolu için büyük davamızdır,
elde ettiğimiz zaman Ankara'nın rutubet varlığı için en büyük fak­
törü sağlamış olacağız.
Eksiklerimiz, bol ağaç ve modem ısıtmadır. Bunları yalnız
Ankara için değil, bütün Türkiye ölçüsünde istiyoruz. Biz ki yer­
den fışkırır gibi şehir kunnuş ve dünyanın en zengin kömür ve
linyit kaynaklarına sahip bir milletiz. Eksiklerimizin ikisini de ta­
mamlamak nihayet azami kısaltılmış bir zaman meselesidir. Çün­
kü bol ağaç ve modem teshin, Türkiye'de yeni zamanlar şehri kur­
makta olan Kemalizmin şehircilik davasının iki ana vast)dır."

19
-3-

1923 'te bir buçuk katlı Meclis binasına giriyoruz. Blı bina,
Meşrutiyet devrinde İttihat ve Terakki Fırkası tarafından iane ile
yaptırılmıştır. Kapının karşısında reis yaverlerinin de oturduğu
bir bekleme odası. Koridor üzerinde sağda küçük bir oda reise
ayrılmıştır. Solda büyük bir oda var ki, bakanlar, milletvekilleri
burada buluşurlar. Mustafa Kemal de umumi temaslarda bulun­
mak için buraya gelir ve dipteki yazı masasında oturur. Toplan­
tı salonu sıkıcı ve bozuk ışıklıdır. lki yanında merdivenle çıkılan
dar dinleyici balkonları vardır. Dinleyiciler de, milletvekilleri gi­
bi, aynı koridordan geçerek, aynı salon kapısından girip balkona
çıkarlar. Milletvekillerinin oturmaları için ancak eski mektep sı­
raları bulunabilmiştir.
Mim Hakimiyet rejimi, 23 Nisan 1920'de, eski bir siyasi par­
tinin bir vilayet merkezindeki bu kulüp binasında kurulmuştu.
Kuvay-ı Milliye devri bu çatının altında geçmiştir. Padişahlık bu
sıralarda oturanların oyları ile kaldırılmıştır. Sonradan Cumhu­
riyet Halk Partisi merkezi için kullanılmak üzere, birçok tadiller
yapıldığından, şimdi aynı binanın içinde eski havayı yakalamak
bizim için bile güç. O dekor olduğu gibi kalmalı idi. Yeni dev­
rin başlıca hatırası idi. Bu hatırayı bozmak günahını, Halk Parti­
si umumi katibi Recep Peker'e affedemem.
1923 Ağustosunda yan locaya çıkıp da salonda toplananla­
ra bakanlar, yarı Asyalı bir teokratik devletten tam Avrupalı bir
lfıyik devlet çıkarmak için bir sürü nizamlar koymağa hazırlanan
devrimciler karşısında bulunduklarına şüphesiz inanmazlardı.
Bunlar, eski müesseseleri yıkmak ve yeni müesseseler kurmak
için açık programlı bir partiye söz vererek seçilmiş kimseler de­
ğildi. Vatanseverce işler görmeğe gelen, fakat 1O kişisi ikinci onu­
na uymayan, y.etişmece farklı, kafaca farklı, anlayışça, görüşçe,

20
isteyişçe, çok defa, taban tabana aykırı denecek kadar farklı bir
"kalabalık"tı. Bu kelimeyi fena bir manaya almayınız. Toplu­
luk manasına kullanıyorum. Mustafa Kemal'i liderlikten alınız.
Yerine sağa doğru herhangi bir şahsiyet koyunuz. Bu "kalaba­
lık" arasında böyle bir liderin bilakis eski müesseseleri ayakta
tutmak ve kuvvetlendirmek için kolayca çoğunluk bulacağına
şüphe yoktu. Mustafa Kemal kendi çoğunluğunu, yavaş yavaş ve
yerine göre, ya sevilmesine, ya sayılmasına, ya korkulmasına, ina­
nılmasına veya arkasından gidilmekten başka çare olmıyacağı ka­
derciliğine dayanarak yaratacaktı. Bu çoğunluk yine de çok uzun
yıllar sun'i ve eğreti olmaktan çıkmıyacaktı.
Kalabalığı kısa ve kuş bakışı bir tahlilden geçirelim: Sara­
coğlu, Mahmut Esat, Vasıf gibi Ankara'da tanıdıklarımızla be­
raber biz Türkçüler, fakat Türkçülüğün tam Batılı kolu vardık.
Tanzimat' tan beri devam eden kültür ve medeniyet ikizliğini tas­
fiye etmek, eski nizamı köklerine kadar yıkmak ve Türk milleti­
ne, Batı topluluğu içinde bir yeni çağ cemiyeti olarak yer alma
imkanlarını vermek için Mustafa Kemal'in zafer otoritesini fır­
sat biliyorduk. Meşrutiyet devrinde şer'iyye mahkemelerini, ni­
teliklerinde hiçbir değişiklik olmamak üzere, meşihat dairesin­
den alıp adliye binasına yerleştirmek bizler için bir başarı idi. Ra­
dikal reformlar fikri o kadar azınlıkta idi. O gidişle daha bir asır
olduğumuz yerde bocaladık. Çünkü medreseler, sivil mektepler­
den daha çok insan yetiştiriyordu.
Padişah aynı zamanda halifedir. Hükumette padişahmsad­
razamı varsa, halifenin de şeyhülislamı vardır. Maarif ikizdir: Si­
vil mektep ve medrese vardır. Sivil mektep dahi, kültür bakımın­
dan medresenin kontrolü altındadır. Adalet ikizdir: Batı dünya­
sından aldığımız kanunlarla hükmeden mahkemeler ve hakimler,
şeriat esaslarına göre hükmeden şer'iyye mahkemeleri ve kadılar
vardır. Fetvasız harbe girilmez. Aile tamamiyle şeriatçılığın em-

21
ri altındadır. lstanbul'dan en uzak merkeze doğru her yerdt; iki kad-
' ' . . .
. .

royu iç içe görürsünüz. Sarıklı kadro. hiç şüphesiz, daha nüfuzlu-


dur. En itibarlı vali bile sarığa karşı riyakarlık eder. Kadın hukuk­
suzdur. lstanbul'da Türkçüler piyano çalan veya nutuk söyleyen
çarşaflı bir hanımı sahneye çıkarmayı bir devrim sanmışlardır.
Fakat Birinci Dünya Harbinde kocası ile bir ada oteline in­
en Türk kadını. polis müdürü tarafından kolundan tutulup kovul­
muştur. Aynı arabaya binen kadın ve erkekten polis, karı koca ve­
sikası sormaktadır. Üniversite vardır ama, içinde hür düşünce ne­
fes alamaz. Felsefe, medresenin malıdır. Biz ileri Türkçüler niha­
yet bu kargaşalıktan kurtulmak zamanı geldiğine seviniyoruz. Be­
reket Mustafa Kemal, Enver gibi, gericiliğe dayanarak sadece
şahsi hüküm ve nüfuz kazanmak eğiliminde değildi. Hayalimiz­

.de ne varsa, onun yıkılmaz ve karşı konulmaz itibarına güvene­


rek gerçekleştirecektik. Halbuki onun devrimciliği, bizim hayal­
lerimizi bile aşan bir enginlikte idi. Mavi gözlerine baktıkça, ge­
lecek zamanların rüyalarını görürdük. Acaba eserini tamamlayın­
caya kadar yaşayacak mıydı? Bütün kaygımız bundan ibaret.
ileri Türkçüler, dedim. Gerileri de vardır. içlerinden Tanzi­
matçı ve gelenekçidirler. Bunlar köklere kadar inen devrim ka­
rarlarını sevmiyeceklerdir. Çoğu saltanatın kaldırılışını hazmet­
memişlerdir. Bir kısmı hilafetin kaldırılmasından memnun olını­
yacaklardır. Fakat hiçbiri yeni yazı ve dile, Türk milletini gerçek
kültür hürriyetine kavuşturucu devrimlere kadar bizimle beraber
kalmıyacaklar, Mustafa Kemal'den de ayrılmıyacaklardır. Bun­
lar "kerhen" Kemalisttirler. Şimdi de aynı kimseleri Türkçülük
devrindeki geri akımlara saplanmış olarak görmekteyiz.
Bir kültür hazırlıkları olmamakla beraber, tam bir inanışla
Mustafa Kemal'e bağlı olanları kaydetmeliyim. Bunlar için o ne
yaparsa dqğru idi. Ona bir yeni zamanlar habercisi gibi, samimi
bir imanları vardı. Uğrunda ölmeğe kadar her şeye razı idiler.

22
Hocalar vardır. Bazıları aydıncadırlar. Çoğu tam kara kuv­
vettirler. Birinciler kendi hallerine bırakılsalar, eski binadan hiç­
bir taş kımıldatmazlar ve halk arasında uyanık hocalıklarını de­
ğil, taassubu okşayan riyakarlıklarını kullanırlar. Mustafa Kemal,
bunlardan hilafetin dinde yeri olmadığını, dini delillerle ispat et­
tirerek faydalanacaktır. Kara kuvvet ise, Mustafa Kemal halife
olsa kabul edecektir. Fakat hilafeti kaldırınca da, kendilerine sağ­
ladığı menfaatler yüzünden, sessiz ve sinik, fırsat bekliyecektir.
Yalnız birkaçı cesurdur. Her devrim kararını önlemek için kür­
süye çıkacaklar. Onlara göre Mustafa Kemal büyük adamdır,
millet kurtarıcısıdır, onsuz bu memleket olmaz ama, hele şu et­
rafındakiler olmasa, gibi bir edebiyat tutturmuşlardır. Etrafında­
kiler, tabii bizler. .. Bütün hınçları, hücumları, kinleri, nefretleri
bize doğrulacaktır. Hilafet kalktığı, şapka giyildiği, yazı değişti­
rildiği vakit, Mustafa Kemal yine Mustafa Kemal'dir. Biz ise dal­
kavuklar, müfsitler, zındıklar olarak lanetlerine uğrayacağız.
Yeni seçimlerde Birinci Millet Meclisinin ikinci grubu tas­
fiye edilmiştir. Fakat bir muhalefet partisinin bütün unsurları ye­
ni Meclise gelmiştir. Aralarında siyasi şöhretler, yarı veya tam
aydınlar şöyle böyle Türkçüler, fakat bilhassa Osmanlılar vardır.
Devrimci değildirler. Gerici de değildirler. Bunlar "bila kayd-ü
şart Hakimiyet-i Milliye " prensibini tutacaklar, Mustafa Ke­
mal'in diktatör olmaması için dostça, muhalifçe uğraşacaklardır.
Biraz sonra ilk gerçek demokrasi savaşını bunlar verecekler,
"Terakkiperver Cumhuriyet" Fırkasını kuracaklardır. Kendile­
ri ile Mustafa Kemal arasında asıl ayırıcı çarpışına, Cumhuriyet
ilan edildiği zaman başlıyacaktır.
Vaktiyle "Roman" adlı �itabımda "Gaziciler" ismini verdi­
ğim, o ne derse "evet", neyi istemezse "hayır" diyen, pek azı sev­
gi, birçoğu menfaat duygusu ile onun şahsına bağlı birtakım da var­
dır. Silahlıdırlar. Meclisin içinde bir çeşit "müfreze" halindedirler.

23
Vaşington'da ilk kongre toplandığı vakit, üyelerden birço­
ğu yatağanlı imiş. Birinci ve ikinci Millet Meclisinde de taban­
calı idi.
Yaşayış, giyiniş ve tutum bakımından biz lstanbul kıyafet­
liler ikinci Mecliste yadırganırdık. Henüz potur ve külot bırakıl­
mamıştı. Kalpaklar, birçoklarına, garip bir dağlılık hali verirdi.
ikinci Meclisin yalnız vatanseverliğinde şüphe yoktu ve bir­
birine bu kadar aykırı kafa ve mizaçları biraz kaynaştıran yoğu­
rucu hassa da bu idi.
***

Mustafa Kemal, Rauf Orbay'ın yerine eski arkadaşı Fethi


Bey'i başvekil seçtirmişti.
Mustafa Kemal, Ağustostaki toplanışından 20 Ekime kadar
hemen her gün Meclistedir. Parti grup toplantılarına reislik ed­
er. Pek önemli işler olduğu vakit kürsüye çıkar, konuşur ve tar­
tışmalar yapar.
Kendisine has bir reisliği vardı. O zamanlar takrirlerin oya
konmadan önce reis tarafından açıklama yapılması adetti. Mus­
tafa Kemal 'in açıklaması öyle olurdu ki, takririn kabul mü, yok­
sa ret mi edilmesini istediği anlaşılırdı. Bir defa böyle takrirler­
den birini oya koydu, beklediğinin aksi çıkınca:
- Lütfen ellerinizi indirir misiniz? Galiba eyi izah edeme­
dim.. dedi ve yeniden ret kararı istediğini hissettirerek izah etti.
Büyük devrim devrinin başlangıcında hiçbir şeyi oluruna ve te­
sadüfe bırakmak niyetinde olmadığı belli idi.
Bir defa da Halk Partisi tüzüğü konuşulduğu zaman, hoca
milletvekillerinden biri kürsüde ağır tenkitlerde bulunuyordu.
Tenkitler hiç de hoşa gidecek şeyler değildi. Hoca bir aralık:
- Bu "asri'" kelimesi de ne demektir? deyince, Mustafa Ke­
mal, reislik makamında oturduğunu unutarak, yukarıdan hatibe
doğru eğildi:

24
- Adam olmak demektir, hocam, adam olmak ... demişti.
Doğrusu bütün devrim programının da hulasası bu idi.
Yeni ve parasız devlet, yüz binlerce Rumeli göçmeninin
yerleştirilmesi gibi pek ağır ve tehlikeli bir yük altında idi. Ka­
palı bir oturumda yerleştinne işleri üzerinde görüşmeler yapıldı­
ğı sırada, Türk şairi Mehmet Emin Be y kürsüye çıkmıştı. Hicret­
ler ve muhacirlere dair uzun bir mensur şiir okuyağa koyuldu.
Ameli tedbirler üstünde durulmasını istiyen milletvekilleri sabır­
sızlanmakta idiler. Mustafa Kemal, yine hatibe doğru eğilerek:
- Sadede geliniz, beyefendi ... dedi.
Mehmet Eınin Bey:
- Sadede arkadaşlar gelecek, reis beyefendi ... dedi ve kağıt­
larını toplayarak indi idi.
Cumhurreisi olduktan sonra, daima elindeki kağıtları oku­
mağa mahkum oluşu ve Meclis tartışmalarına artık katılamama­
sı, Mustafa Kema l ' in bir hatip olarak tanınmamasına sebep ol­
muştur. Pek hünerli bir kürsü oyuncusu idi. Oyuncu kelimesini
en iyi manasına almalısınız. Bazan bir hatip dolgun bir Meclis
havası içinde kürsüye çıkar. Çoğunluğun kararı adeta bakışlarda
okunur. Bu havayı önce hafifletmek, sonra dağıtmak, nihayet
başka bir yöne aktarmak için Meclisin ruh hali ile inceden ince­
ye oynamak zarureti vardır. Mustafa Kemal zorlama taktiğini pek
az, meydana çıkan meseleler hayati önemde olduğu zaman kul­
lanmıştır. Bir gün kürsüye fırlıyarak aşağı yukarı demişti ki:
- Alacağımız kararlarda halk temayüllerini elbette göz önün­
de tutacağız. Mutlaka bu temayüllere karşı hareket etmiyeceğiz.
Fakat eğer prensiplerimiz bahis konusu ise, başımızı veririz, pren­
siplerimizden fedakarlık etmeyiz !
Meclisin türlü kaynaşmaları içinde genç hırslar da belir­
mekte idi. Bakanlar, milletvekilleri tarafından seçildiği için, ça­
buk parlamak istiyen gençler koridor avına çıkarlardı. Bunun ilk

25
misalini rahmetli Necati vennişti. Bir iskan vekaleti kurulması
için takrir imzalatılıyor, bu büyük meselenin başlı başına bir ve­
kalet olmaksızın başarılamayacağını anlatmaya çalışıyordu. Ye­
ni kuruluşun kahramanı olacağı için vekil de şüphesiz o seçile­
cekti. Kürsüden yine bütün ateşi ile konuştuğu sırada, milletve­
killeri arasında, elinden hiç eksik etmediği tespihi ile ayakta du­
ran Mustafa Kemal:
- Bütün bunları vekil olmak için söylüyorsun, seni vekil
yapmıyacağız, diyordu.
Fakat Fethi Bey kabinesinin listesinde " iskan Vekili Mus­
tafa Necati" ismini görürsünüz. Mustafa Kemal; kendisi ile doğ­
rudan doğruya hasımlaşılmadıkça, kinci ve inatçı değildi. Bila­
kis müstesna bir yetiştirmeci idi. Necati'yi de sonradan pek sev­
di. Öldüğü vakit Mustafa Kemal arkasından adeta "hüngür hün­
gür" ağlamıştır. Ağlama zaafına pek az düştüğünü de hatırlat­
malıyım. Mustafa Kemal, her türlü zaaftan tiksinen bir kuvvet,
zeka ve irade adamı idi.
Bir yanda muhafazakarlık, bir yanda Mustafa Kemal'in şah­
si otoritesinin artmasını önlemek isteyen Milli Hakimiyetçilik,
bir yanda da ileri hareketçilik akımları artık iyice belirmektedir.
Mustafa Kemal, akşamları sofrasında ileri hareketi ve onun uğ­
runda verilecek bütün savaşlari hazırlamaktadır. Arkadaşı Fethi
Bey'i ve hükumetin sağcı ve geri fikirli adamlarını tenkit etmek­
tedir. Sanki bir devlet reisi değil de, bir muhalefet lideri idi. Bir
defasında hükumet aleyhine iyice girişildiği sırada, holden Fet­
hi Bey'in sesi duyuldu: ·
- Çocuklar susunuz, hükumeti geliyor. .. diye telaşlanması
görülecek şeydi.
Beklemek, sabırla, fakat hazırlayarak, yoklayarak, hatta si­
nerek, her vakanın hakkını vererek beklemek!
Bir defa Saracoğlu kürsüde Arap kültürü diye tutturduğu va-

. 26
kit hocalar ayaklanmışlar, hatibi dövmek için'lürsüye doğru yü­
rümüşle.rdi. Saracoğlu,,acaba kendimi Üzerlerine mi atsam, ne
yapsam, diye düşündüğü sırada kapıdan Vasıf ve arkadaşları gi­
rerek kürsüye koştular ve bir kavga cephesi kurdular. Böylece ho­
caların ayaklanışı sonuna kadar gitmedi. O akşam Mustafa Ke­
mal, Saracoğlu'na diyordu ki:
- Bak çocuk, büyük bir hata ettin. Ya seni dövselerdi ne olur­
du? Yapacağımızı bir müddet daha geri bırakmaya ıyıecbur ka­
lırdık. Böyle şeyler tertip ister. Daha önce bize haber vermelisi­
niz. Hazırlıklı olmalıyız.
Sonra şu fıkrayı anlatmıştı:
- Sakarya'dan dönmüştüm. istasyona çıkınca hocaların be­
ni Hacı Bayram'a götüreceklerini haber verdiler. Baktım ki, Meh­
metçiğin zaferini türbeye kaptıracağız. Ret de edemezdim, \<ala­
balık arasında yavaş yavaş yürüyerek bir tertip düşünüyordum.
Tam Meclisin önüne gelince, birden ayrıldım, balkona çıkarak
nutuk söylemeye hazırlandım. Halk da milletvekillerine katıla­
rak karşımda bir dinleyiciler kalabalığı toplandı. Söyledim, son­
ra içeriye girdim. Program bu olmuş oldu.
***

Hemen hiç kimse de gidişattan memnun değildi. ileri hare­


ketçiler, fırka seçimlerinde yüksek kadroya gerici hocaların so­
kulmasından şikayetçi idiler. Bu kadrolarda, devrime inanarak
Mustafa Kemal ile sonuna kadar çalışacak olanlardan hemen hiç­
bir genç yoktu. Büyük taktikçi, bu gençlerin kendisi ile birlik ka­
lacağını bilmekte, asıl öteki ve aykırı kalabalığı nasıl yürütece­
ğini hesaplamakta idi. Onlar iıntiyazlandıkça Mustafa Kemal'den
ayrılnııyacaklar, ikbal nimetleri uğruna kanaatlerini kolayca fe­
da edeceklerdi. Feda etmiyecek olanları da muhalif olarak karşı­
sına alacaktı. Bizler, kendimizin ne kadar azlıkta olduğumuzu
unutuyor ve bir "tek" in bu bir avuç azlıkla nası 1 bir duruma dü-

27
şeccğini lwsaplamıyorduk. O zaman düpedüz, sadece orduya da­
yanan bir istibdat rejimi kurmak lfızımdı. Mustafa Kemal ise
Meclisçi idi. Her şey, son, en son imkanlar tecrübe edilerek mil­
li iradenin "tecellisi" mantığına uymalı idi.
1 923 notlarımdan birini okuyalım: "Bahçede Ahmet Bey
yanıma oturdu. Seçim listelerini kendisine verdik. Daha önce bi­
zimle konuşmaya gelen bahriyeli Ali Rıza Bey kalktı, Meclise
girdi. Ahmet Bey, Ali Rıza Bey'in kalktığı yeri göstererek:
- Bizi bu mu idare edecek? dedi.
ilk listede Ahmet Bey'in de adı vannış. Bu liste daha genç
ve liberalmiş. Yeni listede ise geri, sönük ve itaat etmekten baş­
ka meziyetleri olmayan kimseler var.
Ahmet Bey:
- ittihat ve Terakki'nin yolunda gidiyoruz, dedi.
Hem kızgın, hem kırgın idi. Oportünistlerle kılikçilerin üs­
te geçtiğini görüyorduk. Aramıza katılan genç bir milletvekili:
- iktidar sağa kaçıyor. Hepimizi feda edecekler, diye söy­
lendi.
Liste çoğunluk kazandı. Hiç kimse kürsüye çıkıp koridorda
söylediklerini tekrarlamamak la beraber, Mustafa Kemal Paşa 'nın
hatırı için susulduğu da bel li idi. Sırada yanımda bulunan Yunus
Nadi, Necmettin Mol la'nın ismini ilave etti. Ben hoca Mahir'le
beğenmediğim birkaç kişinin adlarını sildim.
İttihat ve Terakki devrini hatırlıyanlar, idare heyetlerinin
merkez-i umumi yerine geçeceğini düşünerek, hem istemedikle­
rinin hüküm ve nüfuzu altında kalmaktan, hem de kendilerinin
bu hüküm ve nüfuz mekanizmasında hisseleri olmadığından ke­
derli idiler.
Akşam üstü birkaç arkadaş çay içmek için belediye bahçe­
sine gittik. Acı şeyler konuştuk. Bütün gazeteler Meclisin düş­
manı, bütün gençlik genç milletvekillerinin aleyhinde idi. Neca­
ti'ye arkadaşları mektup yollayarak:

28
- au işin sonu çıkmayacağını anlamıyotnmsun? İstifa et gel,
diyorlarmış.
Acaba Mustafa Kemal partiyi ve Meclisi hükumete karşı da­
ha serbest bırakmıyacak mıydı? Eğer bugün böyle bir serbestlik
olsa Fethi Bey hükumetinin ayakta duramıyacağına şüphe yoktu.
Bütün gün Meclis havası hep böyle üzüntülü geçti.
Y akup Kadri ile beraber eve döndük. Yemekten sonra da
dertleştik. Yakup, bir selamını alabilmek için sabahtan akşama
kadar Mustafa Kemal Paşa'nın yolunu bekliyen milletvekillerin­
den bahsederek:
- Ben de onlardan olacakmışım gibi, o kadar sevdiğim Mus­
tafa Kemal'e Mecliste rastlamak istemiyorum, dedi. 14 üncü Lo­
uis devrinde bütün asilzadeler kralın bir göz iltifatını kazanmak
için Versay Sarayı'nın tavanarası odalarına yerleşirlerdi. lki ba­
cağı olmadığı için ne ziyafetlerde, ne de suarelerde kralı göremi­
yen bir asilzade bir gün el arabası ile büyük havuzun kenarında
bekler. Kral yanından geçer, fakat kötürüm asilzadenin yüzüne tik­
sinerek bakar. Azilsade kendisini havuza atarak intihar eder. Şim­
di Mecliste hep bu kötürümün hayalini sürükliyerek dolaşıyorum.
Ben de, o da Mustafa Kemal'in inkıJapçılığına inanıyoruz.
O bir hükümdar gibi putlaşamaz. İnsanlığı anlayışını da seviyo­
ruz. Biz gençler kendi aramızda rekabetlerle, kıskançlıklarla par­
çalanarak ve yalnız onun kuvvetini yiyerek, Mustafa Kemal'i is­
temediğimiz tarafa kaydırmıyor muyuz? Ama ne bizi, ne de fi­
kirlerini feda.etmesine ihtimal var mı?
"Fırkada kuvvet kafadan fazla, kolun elinde! Gençler ne za­
man toplanacaklar ve birleşecekler? Tabancalı olmamız değil, fa­
kat yılmadığımızı göstermekliğimiz lazım geliyor.''
Mustafa Kemal ise, hocaları, Men-i Müskirat Kanununun
kaldırılmasına doğru hazırlamaktadır. İçlerinden biri demiş ki:
" Dinde müskirat haram değildir, içene ceza verilir!"

29
Mustafa Kenial, taassubun ı>aştan başa kasıp ka\/.urduğu,
memleketi Birinci Dünya Harbi öncesinden bin beter bir cehen­
neme çevirdiği o sırada hoca fetvasını, içki kanununda ve son de­
fa da hilafetin kaldırılmasında kullanacaktır. Şimdi bu notları
gözden geçirdikçe, biz titizlerin Mustafa Kemal'i 1 923 'te, Af­
gan Kralı Emanullah 'a benzeteceğimizi düşünemediğim ize şa­
şıyorum. 1 923 'te Türkiyemiz lüzumundan fazla geri, medrese­
ler, tekkeler, şeyhler ve derebeyleri halk yığınlarına hakimdi.
Üstelik saltanat ve hilfıfet taraftarlığından, başkentliği elden git­
tiği için topyekun aleyhimize dönen lstanbul gazetelerinin tah­
riklerinden de kuvvet almakta idiler.
***

Ben " Akşam"da hemen hemen eski polemik sertliğini bul­


muştum. Hava Ankara'ya karşı o kadar kötü idi. Üstelik en çok
biz genç ve yazar milletvekilleri hücuma uğruyorduk. Adımız:
- Dalkavuklar. .. idi.
Salonlarda, toplantıtarda, her yerde itibarımızı kaybetmiştik.
lstanbul'a gelince zorcu ve cakacı milletvekilleri de Ankara hak­
kında pek kötü bir his bırakmakta idiler. Hemen her gün gazete­
lerde şöyle bir telgraf görülürdü: "Ankara-... mebus ... " "... mebu­
su... lstanbul'a hareket etmişlerdir."
Kılık kıyafetleri, tavırları ve edaları ile bunlar bir rejimi sev­
direcek değil, fakat zati hazmedilmeyen bir rejimden herkesi büs­
bütün nefret ettirecek kimselerdi. lstanbul inatçıları, havayı ze­
hirlemekte Ankara gösterişçilerinden daha az zararlı değil idiler.
Zafer ve öncesi tamamiyle unutulmuştu. Bir yaz gününün kü­
çük bir hatırasnı nakledeyim. Köprüden vapura binmiş, Büyüka­
da'ya gidiyorduk. Kazım Şinasi, galiba Necmettin Sadak, rahmet­
li Cavit Bey ve ben güvertede beraber oturmuştuk. Moda iskele­
sinde vapura ittihat ve Terakki Merkez-i Umumi azasından rah­
metli Dr. Nazım bindi. Cavit alaycı ve tenkitçi idi. Anadolu'yu

30
da. Ankara'yı da. Mustafa Kemal'i de pek hafife alıyordu. Mil­
letvekilliği taslamamak için tartışma aramıyordum. Fakat Doktor
Nazım tam birintikamcı ve kinci dili kullanıyordu. Hristiyan azın­
lıklarla Türkler arasında fark yapıldığından şikayet edecek kadar
kendini unutmuştu. Politika tartışmalarını hiç sevmiyen Kazım Şi­
nasi bile, eski Merkez-i Umumi güı:ılerini hatırhyarak. bir aralık:
- Aman doktorcuğum. hiç olmazsa sen bunları söyleme... dedi.
Doktor Nazım:
- Bizim zamanımız başka idi, şimdiki zaman başka ... diye
cevap verdi, sonra da:
- Trabzon ittihat ve Terakki şubesinin evrakı neşrolunsun.
Kuvay-ı Milliyc'yi kim yapmıştır, öğrenirsiniz, diyordu.
Cavit:
- Evet Mustafa Kemal bir devlet adamı olamaz. siyaset bil­
mez, hükumet işleri bilmez. fakat askerliğine de bir şey diyemez­
siniz ya! diyecek olmuştu. Doktor Nazım:
- Askerlik mi? Ali Ihsan Paşa ordunun başına geçsin. Pliin­
ları hazırlasın. Tam kumanda vereceği zaman sen gel, onu at, ko­
şulu arabaya bin ve 1zmir'e git... dedi.
Hatta kendi aralarında birbirine zıt birçok cereyanlar, Mus­
tafa Kemal'i yıkmakta birleşmişlerdi. Hiç kimsenin de bir prog­
ramı yoktu. Mustafa Kemal yıkılıp da ne olacaktı?
Şimdi daha iyi düşünüyorum: 14 Mayıs 1950'yi 1923 yılı­
na doğru götürünüz. Ne olacağımızı kolayca anlıyabilirsiniz.
Bereket Mustafa Kemal tanıdıkları adam değildi.

-4-

Feylesof, fiillerin tarihi fikirlerin tarihidir, der. Devrimci


Mustafa Kemal'i yoğuran fikir hareketleri nelerdi? Mustafa Ke­
mal kimleri ve neleri okumuş, kafasını nasıl hazırlamıştı?

31
Bu metotlu bir hazırlanış değildir. Bizim Tanzimat'tan son­
raki fikir hayatımız, Fransız ihtilalcilerini yetiştiren tarih, felsefe
ve ilim geçmişine benzemez. Bu üstünkörü bir "ıslahat" edebi­
yatıdır. Onda ne ekonomik, ne sosyal bir meslek karakteri vardır.
Tanzimat'tan sonraki devrimizde, Meşrutiyet'teki Türkçü­
lük akımına kadar, kafalara yön verici sanatçılar ve düşünürler
görülmez. Bu edebiyat bazan uyanık vatanseverler, bazan vatan­
larını da, milletlerini de hor gören Frenk taklitçileri yetiştirir. Na­
sıl bir cemiyet olacağız? Nasıl bir devlet olacağız? Batılılaşma
tarihinin tanınmış adamları eserlerinde böyle suallere cevap ver­
memişlerdir. Bir hürriyet ve meşrutiyet davasıdır, gider. Bu ise
bir rejim meselesidir. Osmanlı devletinin ve cemiyetinin yeni za­
manlara göre nasıl gelişmesi lazım olduğunu tartışan fikri, eko­
nomik ve sosyal devrim davası değildir.
Din ve dünya işleri birbiri içindedir. Devletin teokratik ni­
teliğine dayanan ve halkın cehaleti ile taassubundan kuvvet alan
medrese faktörü, bütün milli hayat üzerinde baskısını ve kontro­
lünü hissettirir. Üniversite, düşünce terbiyesi bakımından med­
resenin hükmü altındadır. Kadın hür değildir, düşünüş hür değil­
dir, yaşayış hür değildir.
Hür düşünmeyi ve hür yaşamayı isteyen vatandaşları gibi,
Mustafa Kemal de bu baskıyı geceli gündüzlü hisseder. Ondan nef­
ret eder. Fakat bu nefret, Mustafa Kemal'i tatlı su Türk'ü gibi,
memleketinden ve milletinden tiksindirmez. Onu ümitsizlik için­
de, yıkıp devirmez. Biliikis ona ilk fırsatta bu baskıdan silkinmek,
bu baskıyı, asıl hürriyet olan düşünce, vicdan ve yaşama hürriyet­
lerini yasaklayıcı baskıyı yıkıp devirmek aşkını verir.
O da meslek kitapları dışında umumi bilgiler edinmiştir. İyi
muhakeme eder. Okuduklarını, gördüklerini ve dinlediklerini iyi
kavrar ve onları ''terkip'' etmesini bilir.
Hayat ve sergüzeştleri kendisini bir şeye inandırmıştır: Biz

32
Batılı bir millet ve bir Batı devleti olmadıkça kurtulamayız. Bi­
zi Batılı bir millet olmaktan ve bir B�tı devleti haline gelmekten
alıkoyan gelenekler ve müesseseler kalkmalıdır. Taassuba karşı
açıkça cephe alınmalıdır. Halk, kara kuvvetin pençesinden kur­
tarılmalıdır. Halkı biz yetiştirmeliyiz. Onu kara kuvvet yobazla­
rının eğitimine bırakmamalıyız.
Mustafa Kemal'in Türkçülük hareketini takip etmiş oldu­
ğunu sanmıyorum. Kuvay-ı Milliye devrinde ve sonrasında ise,
bilhassa Türkçü fikir ve sanat adamları ile temas etti. Ziya Gö­
kalp'a, geç ve güç ısındığını hatırlıyorum. Asla siyasi ırkçı ve Tu­
rancı değildi. Türkiyeci, Türkiye Türkçüsü idi. Sonradan dil ve
tarih bakımından o kadar sarıldığı milliyetçilikte Asya'ya doğru
ve geriye doğru bakmazdı. Bu meselelerle de, hayli sonradan il­
gilenmiştir. Mustafa Kemal, büyük bir realistti. Siyasette, ütop­
yacı zaaflarına düşmekten kaçardı. Ziya Gökalp, tanıdıktan son­
ra, Mustafa Kemal'e hayran kalmıştır. Çünkü devrimci olarak,
en ileri Türkçülerin,bile·kurtulacaklarını sanmadıkları Ortaçağ
müesseselerini bir hamlede yıkmış ve Türk milliyetçiliğine en­
gin ufuklar açmıştı.
Mustafa Kemal'in devrimcilik mesleğinde ilmiyi andıran
formüller, sonradan ve kendiliğinden doğacaktır. Kurtuluş dev­
ri nihayet bulduktan sonra, devrimcilik eseri ilk zamanları hatı­
ra gelmiyen hayret verici bir "tecanüs" gösterecek ve ileri Türk­
çüler bütün harekete "Kemalizm" ismini vereceklerdir.
Mustafa Kemal, bir memleketli idi. Avrupa'ya birkaç defa
"uğramıştır." İlk seyahatlerine dair.tuhaf fıkralar anlatırdı.. Fet­
hi Bey ataşemiliter olduğu vakit Paris'e gitmişti. Seliinik'te şap­
ka ve sivil esvap almak üzere bir mağaza seçmiş. Uzun tüylü Ti­
rol şapkasından pek hoşlanmış ve satın alarak valizine koymuş,
Fethi Bey vestiyerde o şapkayı görünce: .
- Bu da ne Kemal? diye hayret-etmiş.

33
Mustafa Kemal ise onun hayretine şaşmış :
- Beğenmedin mi? Mağazada en çok onu beğendim.
- Sokakta bu şapka ile kimseyi gördün mü?
Hemen orada kendi şapkalarından birini vermiş.
Grand Hotel'de telefonla hizmet ettirmeyi bir türlü becere­
medikleri için, kahvaltı istemek üzere, yatak odasının kapısında
arkadaşı ile bir garson yakalamak için nasıl nöbet tuttuklarını gü­
lerek hikaye ederdi.
Büyük harpte tedavi olunmak üzere Viyana ve Karlsbafta
bulunmuştu. O seyahatten kalına bir hatıra defterini ara sıra okur­
du. Defter, Fransızca idi. Zannederim, bir kadından Fransızca ders
almış olmalıdır. Fransızcayı az konuşmakla beraber, okudukla­
rını anlayabilecek kadar bilirdi.
Çankaya'da devrimcilik hayatına giren Mustafa Kemal 'in
hazırlanışı üzerine edindiğimiz bilgiler bunlardı.
Sofraları uzun sürer, herkesi konuşturur, sabırla dinlerdi.
Medeni kanun fikri Mahmut Esat, Saracoğlu, Şükrü Kaya gibi
Batı'da okumuş Türkçüler tarafından "ilham" olunmuştur. La­
tin yazısı biz birkaç Türkçünün telkinleri sonucu idi. Bir arı gibi
çiçeklerden bal toplardı. Ama o yapmalı idi. onsuz hiçbirinin ya­
pılmasına imkan yoktu.

34
KEMALİZM
Devrimler

-1-

Gerçekte değişen ne idi? Hiçbir şey veya pek az şey... Padi­


şahlık kalkmıştır ama, "bil-irs-Ü velistihkak" Vahideddin'in ye­
rine geçen Abdülmecid halifedir ve Dolmabahçe Sarayı'nda otur­
maktadır. Müslümanlıkta dini ile dünyanın birbirinden ayrılmıya­
cağını iddia eden hocalar, halifenin padişah da olması lazım gel­
diği fikrinden caymamışlardır. Muhafazakar Osmanlı ve sağ eği­
limli Türkçüler de, hala meşrutiyetçidirler. Mustafa Kemal hilafe­
ti padişahlıktan ayırmakla ve devlet merkezini Ankara'ya naklet­
mekle bütün hüküm ve nüfuzu kendi şahsında toplamak isteyen
bir zorlama yapmıştır. Fakat Meclis, eski Meclistir. Hükumet baş­
kanını ve üyelerini ayrı ayrı o seçer. Mustafa Kemal de, nihayet,
bu Meclisin reisidir. Bir gün meşruti hükümdarlığa dönmek için,
bu sistem olduğu gibi kalmalıdır. "Gün doğmadan meşime-i şeb­
den neler doğar?" Mustafa Kemal yarın ölebilir. Öldürülebilir. iti­
barını kaybedebilir. Büyük gazeteler lstanbul 'da çıkmaktadırlar ve
halk efkarını bu güzel "ihtimal"e hazırlamaktadırlar.
Mecliste hiç kimse Cumhuriyet kelimesinin ağıza alınmasını
istemez. Mustafa Kemal, ismet Paşa ve fıkirdaşları ise, sık sık, re­
jimdeki bu''gayr-i tabiiliğin" çabuk nihayet bulması gerektiğini ile­
ri süm1ektedirler. Yabancılara göre Türkiye'de devlet �ekli askıda­
dır. Bir gün kapalı bir grup konuşmasında ismet Paşa, yabancıların
devlet şekli üzerindeki bu şüphelerini milletvekillerine anlatmıştı.

37
Bir gün de Mustafa Kemal, galiba Avusturyalı bir' gazeteci
ile görüştüğü sırada, ''Cumhuriyet'' kelimesini ağzından kaçım1a­
sı üzerine Meclisin ve İstanbul gazetecilerinin yüreği oynamıştır.
Meclis Reisinin küçük odasına koşuşan birtakım milletvekilleri
Mustafa Kemal'in bu " dil sürçünü" düzeltmesini istemişlerdir.
Başlarında Hamdullah Suphi'yi (Tanrıöver) görmek hayli tuhaftı.
Gine bu küçük odada geçen bir konuşmayı 1 1 Eylül 1 923 tarihli
notlarım arasında saklamıştım. Konuşmanın rejim meselesine de­
ğinen kısmını buraya alıyorum:
" Divandan sonra, saat yarımda, reis vekili Sabri Bey (rah­
metli Sabri Toprak) ve bir iki arkadaşla yemeğe çıkıyorduk. Mec­
lisin iç kapısından bahçeye ineceğimiz sırada, Mustafa Kemal Pa­
şa'nın hademeye pabuçlarını sildirdiğini görünce durduk. Gözün­
de, kendini bir tuhafdeğiştiren, olduğundan daha zayıf ve yaşlı gös­
teren kenarı kapaklı toz gözlüğü vardı. Parti toplantısının kaçta ol­
duğunu sordu. Üçte idi.
- Bana birde olduğunu söylediler, onun için erken geldim, dedi.
Odasına giderken bizi de çağırdı. Milletvekili olmakla bera­
ber halii yaverliğini yapan eski subaylardan biri, parti tüzüğünün
son şeklini getirdi. Tüzük bugün bütün milletvekilleri tarafından
birer birer imzalanacaktı.
Biraz sonra cebinden tüzüğün bir nüshasinı çıkardı: Sahite açı­
ğına yazıdığı Fransızca bir cümleyi okudu. Bu, Fransız Cunihuri­
yetinin 'bir ve gayr-i kabil-i tecezzi' olduğunu söyliyen cümle idi:
- Dün akşam Fransız ihtilal tarihini gözden geçirdiğim vakit
not etmiştim, dedi ve sildi.
Bir sualim üzerine Kanun-ı Esasi tadilleri meselesine geçtik.
Biraz önce içeriye giren Yunus Nadi de aramızda idi.
Gazi dedi ki:
- Cumhuriyet ne demektir? Kamusa baktım,'chose publique'
kelimeleriyle tercüme edilmiştir. Bizde manası ne olmalı?
Gazinin, sözü hangi konu üstüne getirmek istediği belli idi.

38
Kanun-ı Esasi' de yeni hükumet şeklini açıkça göstermek sırası gel­
diğini söyliyen Sabri B�y:
- Mesele bugünkü vaziyetin ifade edilmesinden ibarettir, dedi.
Gazi:
- Ben projeyi gördüm. Çok eksik yerleri var. Bu hatta kcn­
diın uğraşacağım. Sonra bazı arkadaşlarla hususi müzakerede bu­
lunuruz ve fırkaya getiririz, dedi.
Yunus Nadi:
- Bunu en kuvvetli zamanımızda yapmalıyız.
Gazi, kalemini masaya vurarak:
- En kuvvetli zamanımız bugündür, dedi.
Sonra yeni Kanun-ı Esasi'nin kendi niyetine göre ilk madde­
sini okudu: ' Türkiye Cumhuriyet usuli ile idare olunur bir halk dev­
letidir. '
Nihayet yakında cumhuriyetin ilan olunacağını Mecliste Mus­
tafa Kemal Paşa'nın ağzından işitiyorduk. Haber ağızdan ağıza ya­
yı !arak, Mecliste herkes şüpheden kurtulacaktı . Acaba, böyle bir
havadisi ölüm haberi gibi bckliyenler harekete geçecek miydi?
Aramızdan biri sordu:
- Reis-i Cumhur olduktan sonra gene Halk Fırkasının reisi ka­
lacak mısınız?
Gazi gülümseyerek: 'Aramızda, öyle . .. ' dedi.
Reis-i Cumhurluk müddeti üzerine konuştuk. Onun fikrince
Reis-i Cumhur Büyük Millet Meclisinin de reisidir. Dört sene, ye­
di sene bahisleri geçti. Bir gayretkeş:
- Kayd-ı hayat şartiyle de olabilir, dedi.
Gazi sert bir tavırla bunu reddetti.
Bir arkadaş fesih hakkı meselesini açtı.
- Gerçi şimdiki Meclis için düşünülecek bir şey yok. Sizin hü­
kumetleriniz daima ekseriyet bulabilir. Fakat fırkalar çoğalınca
hükumetsizlik tehlikeleri de başgösterebilir, buna ne çare düşünü­
yorsunuz?

39
- Millet Meclisi kendi kendini feshedebilir.
Bu cevap emniyet verecek gibi değildi. Arkadaşların ortaya
sürdüğü fikirler şöyle hulasa olunabilir: Cumhuriyeti Fransa'daki
şekli ile almak arzusunda olanlar, bu hakkı Reis-i Cumhura ve hü­
kumete bırakmak teklifinde bulundular. Eski ittihatçı Sabri Bey,
fesih hakkının Meşrutiyet devrinde iki defa kötüye kullanıldığını
hatırlatarak, ihtiyatlı olmayı tavsiye etti. Bir arkadaş: 'Acaba fesih
hakkı şartlarını son derece kayıtlamak, mesela, Reis-i Cumhur ve
hükumetin, bu hakkı ancak fırkalar arasındaki nisbetsizlik anarşi­
ye vardığı zaman kullanması daha doğru değil midir?' dedi.
Gazi:
- Millete müracaat eder, referandum yapanz, cevabını verdi.
Arkadaşlar bu usulün karışıklığını ve sebep olabileceği buh-
ranları öne sürdüler. Münakaşaya gene kendisinin bulduğu şöyle
bir formül üstünde karar kıldı:
Reis-i Cumhur ve hükumet, Millet Meclisi ifa-yı vazife imkan­
sızlığında kaldığı vakit yeni intihabat icra ettirmek hakkını haizdir.''
***

1 O Eylülden 29 Ekime kadar kırk dokuz gün var. Yukarıda­


ki notuburaya alışımın sebebi, Cumhuriyet meselesinin sonuna ka­
dar bir sır olarak saklanıp, bir gece, top sesleri ile ansızın ortaya
çıkmış olmadığını anlatmaktır. Ankara'da ve lstanbul'da düşüne­
bilen, görebilen ve duyabilen herkes biliyordu ki, hiçbir yerde ben­
zeri olmayan o rejim öyle gidemez. Bir şey olacağı, bir şey hazır­
landığı belli idi. Devlet şeklinin Cumhuriyet ve Mustafa Kemal'in
Cumhurreisi olmasını istemiyenler, halk efkarını kendileri ile be­
raber sürükliyeceklerine inanmakta idiler ve bu inanışlarında hak­
lı idiler. Eski Türkiye'de "Cumhuriyet" sözü "şapka" sözü ka­
dar kötü ve korkulu idi. Yobaz lügatindeki manası ile ' 'gavurluk''
mahiyetinde idi. Gerçi Tanzimat'tan sonraki edebiyatta ilk halife­
ler rejiminin Cumhuriyet demek olduğu gibi bir iki fıkraya tesa-

40
düf olunabilir. Fakat eski Türkiye'de hiçbir zaman Cuınhuriyetçi­
lik diye bir fikir akımı olmamıştır. Olmasına da imkan yoktu. Bir
Osmanlıya Cumhuriyetçi demek, o zaman için "gavur" demek,
bugün için · 'komünist" demek gibi bir şeydi. Öyle ise Cumhuri­
yet, Millet Meclisinin bir toplanışta vereceği karar ile '"emr-i va­
ki'' olmamalı idi. Mecliste ve gazetelerde tartışmaya konulmalı i­
di. Ayrıca milletin oyu alınmak gibi tekliflere fırsat verilmeli idi.
Muhafazakarlar böyle bir devrimi ''millete istetmemenin'' ne ka­
dar kolay olduğunu bilmekte idiler. Ama halk, her tarafta, medre­
se mutaassıplarının ve mürteci derebeylerin kati otoritesi altında
olduğundan Mustafa Kemal de hasımlarının elindeki bu kolaylı­
ğın farkında idi.
O sıralarda Mustafa Kemal'e halife olmak teşvikleri dahi ya­
pılmıştır. Bu teklifi, Hindistan' dan Antalya Milletvekili Rasih Ho­
ca da getirdi idi. Kendi kendime hanedanın bütün itibarını kaybe­
derek bir düşman zırhlısının güvertesinde intihar etmiş olduğu o
devirde Mustafa Kemal'in yerine Enver'i koyarım. lran'da Rıza
Şah ne yaptıysa, onun da öyle yapacağı bana pek yakın bir ihtimal
gibi görünür.
1923 yılının o haftalarında Büyük Millet Meclisinde Cumhu­
riyetçilik akımı var mıydı? Hayır! Mustafa Kemal ne yapsa ona
itirazsız razı olacaklar dahi, içlerinden; "Keşke bunu yapmasa... "
diyorlardı. Mustafa Kemal o Mecliste fikir tartışmaları ile tabii bir
"ekseriyet" elde edemezdi. ince politika taktikleri ile bir "tesli­
miyet" havası yaratmalı idi.
Ya vekil seçilmek, ya yüksek Meclis ve hükumet kadrosuna
Mustafa Kemal 'i fırenliyeceği sanılan şahsiyetleri getirınek için el
altından bir hizip kaynaşması vardı. Mustafa Kemal bu kaynaşma­
yı, ancak kendi hakemliği ile içinden çıkılabilecek bir buhrana
doğru sürükletti. Meclisteki bazı seçimleri kendi aleyhine bir ha­
reket sayarak bu oyuna gelmiyeceğini gösterir bir tavır takındı.
Kimse de Mustafa Kemal ile açık bir savaşa girişmek niyeti olma-

41
dığı için, onun bu tavrı gerçekten bir anarşiye doğru gidildiği duy­
gusunu yaydı. Eski arkadaşı Başvekil Fethi Bey, bu "kuvvetli bir
hükumete ihtiyaç olduğu" havası içinde istifasını verdi. Mecliste
birçok listeler meydana geldi. Fakat bu listelerde şahsiyet denebi­
lecek olanlar, Mustafa Kemal'den ayrılamazlardı. Ne onlarsız bir
hükumet yapmak, ne de, Mustafa Kemal kendilerine seçilmeyi
reddetmek tavsiyesinde bulunduğu için, onlarla bir hükumet kur­
mak ihtimali vardı. Öyle bir "hal ve şart" doğdu ki, ya Mustafa
Kemal'i düşümıek, yahut onunla birlikte yürümek yollarından bi­
rini tutmak lazım geldi. Düşürmek mümkün olsa, bu fikir etrafın­
da bir hayli insan toplamak imkanı da yok değildi. Fakat düşür­
mek mümkün değildi.
Gerçek bir ihtilalci karşısındayız. O sonuna kadar her şeyi gö­
ze almıştır. Kimseye ne yapacağını da söylemez. Çankaya tepe­
sinde kendisinden her şey beklenebilecek esrarlı bir tali kuvveti
bağlamıştır. Muhalifleri ise, işlerin "kendiliğinden" diledikleri
gibi gelişmesini gizli gizli ve hiçbiri ortaya atılmıyarak hazırlamak­
tan başka bir şey yapamamaktadırlar.
Mustafa Kemal bir ayaklanmadan korkmaz. Ordudaki zafer
arkadaşlarına ve halk arasındaki mistik nüfuzuna güvenmektedir.
Komutanına ve subaylarına tamamiyle bel bağladığı muhafız kı­
tası vardır. Çankaya, Türkiye'de tutunabilecek tek tepe olsa, bu
muhafız kıtası ile ihtiliili o tepede savunacak ve oradan tekrar bü­
tün memleketi etrafına toplıyacaktır. Bu, son silahtır. Hiçbir za­
man kullanmıyacaktır. Fakat o türlü bir karar ve irade ile, Meclis ·

koridorlarının kulaktan kulağa fısıltı ve küçük tertip taktikleri boy


ölçüşemez.
Nihayet 1 923 Ekiminin son günleri gelip çatar, 28'i 29'a bağ­
layan gece, Mustafa Kemal'in sofrasında bir toplantı .olmuştur. Er­
tesi gün Meclisten gelecekler, "işin içinden çıkamıyoruz. Böyle
zamanlarda liderler vazifeden kaçmamalıdırlar, buhranın halledil­
mesi için Meclise yardım etmelisiniz,'' diyeceklerdir. Mustafa Ke-

42
mal de kısaca devlet şek l inin Cumhuriyet olmasından başka çare
olmadığını söyliyecektir. Şüphesiz onu Cuınhurreisi yapaca klar.
Rejim kanunu. hüküınete de artık normal kabine mahiyeti vere­
cektir. O gece yemekte bultmanların çoğu. asker milletvekil leri i­
di. Aralarında Hariciye Vek i l i İsmet Paşa da vardı. Mustafa Ke­
mal, sabaha doğru Ocak 1 92 1 tarihli anayasanın birinci maddesi ­
nin sonuna w fıkranın eklenmesine karar verdiler: • 'Türkiye dev­
letinin şekli, Hükümet-i Cuınhuriyyedir. "
***

Eski rej imin son günü idi. Bunu bilenler az. bilmiyenler çok­
tu. Bi lenler kaygılı bir rahat için<lc idiler. Rahat. çünkü mesele kö­
klinden kesi lip atılacaktı . Kaygılı , çünkü kim bilir kaç yıl için. sa­
dece Mustafa Kemal " in ömrüne bağlı bir yabancı rej ime giriyor­
duk. Halkı bu rejime ı sındırabilecek tek 'iCY. Mustafa Kemal' in baş­
ta bulunmasına alışkanlıktan ibaretti. Acaba Mustafa Kemal. Mec­
lisin içinde muhafaza ettiği halk adamlığı karakterinden uzaklaşa­
cak mıydı? Çankaya ihti lül karargahı olmaktan çıkıp, yeni bir sa­
ray havasının itici merasim soğukluğu içinde. yaklaşılmaz, görü­
şülmez, kaynaşılmaz bir diktatörün saltanatkari uzleti mi olacak­
tı? Kartal yuvası bozulacak mıydı? Hepimiz bir ucundan bu şüp­
heye tutulmuştuk. Mabeyni ve kuranası ile aramızdan ayrılıp gi­
den CumhuITeisinde, inkı lapçıyı kaybetmekten korkuyorduk.
Bilmiyenler, bütün günü, ateşl i bir hastal ığın sayıklatıcı nö­
betleri içinde geçirdiler. Bir Meclis hükümeti kurmak imkaııı kal­
mamıştı . Mustafa Keına l ' in arkadaşlık edebileceği her şahsiyet,
başveki l l i k veya vek i l l i k tekliflerine:
- " Hayır! cevabını veriyordu.
N ihayet 29 Ekim 1 923 Pazartesi günü Halk Fırkası grubu,
grup idare heyeti başkanı Ali Fethi Bey'in (Okyar) başkanlığında
saat onda toplanmış, yeni kabine üzerinde gene çetin tartışmalar
başlamıştı. i dare heyeti, bir adaylar listesi hazırlamıştı. Listede i k­
tisat Vek i l l iğine aday gösterilen Cel:ll Bey ( Bayar) söz alınış, " Bu

43
listede görülenler, çekilenlerden daha kuvvetli değildir, Mecliste
ben kendimi iktisat Vekilliğine layık gönnüyorum," dedi. Öğle­
den sonra tartışmalar çok sertleşmişti. Sonra Kemalettin Sami Pa­
şa'nın verdiği takrir, oya konmuştu. Bu takrire göre "Umumi Re­
is Mustafa Kemal Paşa buhrana çare bulması için davet edilmeli"
idi. Mustafa Kemal Çankaya'da bu kararı bekliyordu. O gün de di­
şi sancıyordu. Toplantı salonuna girince hemen kürsüye çıkmış:
- Bana bir saat müsaade ediniz. Bulacağım hal tarzını arz ede­
rim, demişti.
Küçük reis odasına çekilerek orada Meclis arkadaşları ile son
·görüşmelerini yaptı. Ve yeniden toplantı salonuna gelerek, kuru
ve kısa bir nutuktan sonra, hep bildiğimiz takririni reise uzattı.
Muhalifler, devlet şekli meselesini bırakalım, önce hükumet
işini halledelim veya, biz Teşkilat-ı Esasiye Kanununu tadil ede­
bilir miyiz, gibi geciktirici tedbirler üzerinde tartışma açılmasına
çalıştılar. Tarihçi Abdurrahman Şeref Bey: " Doğan çocuğun adı­
nı koymaktan başka ne yapıyoruz?" diyordu. 23 Nisan 1 920'den
beri memleketi, sadece adı konmıyan Cumhuriyet rejimi ile idare
etmiyor muyduk?
Fırka toplantısındaki görüşmeler hayli uzun sürdü. Akşama
doğru, grup toplantısı, Meclis toplantısına çevrilerek, ikinci Mil­
let Meclisinin milletvekilleri saat sekiz buçukta Teşkilat-ı Esasiye
Kanunundaki tadilleri kabul ettiler ve Mustafa Kemal'i Türki­
ye'nin ilk Cumhurreisi seçtiler.
Cumhuriyet teklifi oya sunulurken yanımda bulunan rahmet­
li ve eski valilerden, bir aralık Osmanlı Dahiliye Nazırı Hazım
Bey'i hatırlıyorum. "Birinci maddeyi kabul edenler?" iki elini kal­
dırıyor ve yarı sesle: "Aman Allah! " diyordu. İki defa daha tek­
rarlaması üzerine: "Beyefendi niçin aman Allah?" diye sordum.
" Min küllilvücuh, yavrum, min küllilvücuh! " demişti. Oy, sanki
yüreğinin içinden tırnakla sökülüyordu.
***

44
O ·gece birkaç· arkadaş belediye ba�esindeki gazinoya gide­
rek geç vakitlere kadar şenlik yaptık. Beraber olduklarımıza bakı­
yordum: Meclisin bütün karınalığı bu yuvarlak sofranın etrafında
idi. Cumhuriyet hepimiz için ayrı bir şeydi. Bazıları Tanzimatçı
bile değildiler. Mustafa Kemal'in ne kadar tehlikeli bir mesuliyet
yüklenmiş olduğunu gözlerimle görüyordum. Eğer, bütün mües­
seseleri ve bizi Batı'dan ayıran gelenekleri ile eski düzeni yıkmaz,
bütün müesseseleri ve bizi Doğu'dan ayıran gelenekleri ile yeni
düzeni kurınazsak, devrimci Mustafa Kemal tarihi vazifesini yap­
mazsa, hiçbir şey kazanmış olmazdık. Belki, sarayın ve onun oto­
ritesine dayanan vezirlerin, ara sıra memlekette "ıslahat" yapmak
ihtimalini de kaybetmiş olurduk. Cemiyet seviyesinin o günkü
şartları devam ettikçe, her şey Mustafa Kemal'e bağlı idi.
Cumhuriyetten ileriye doğru daha bir şeyler umanlara, Mus­
tafa Kemal'in zayıf damarlarını okşıyarak onu "yapılmaması la­
zım gelen şeyleri yapmağa teşvik edecek'' fesatçılar gibi bakılmak­
ta idi. Meclisin büyük çoğunluğuna göre iş, hiç olmazsa burada kal­
malıydı. Bu Mecliste, devrimlerden hangisine dair bir fikir ortaya
atılsa, zındık gibi taşlanırdık.
Halbuki Tanzimat'tan beri sürüp gelen medeniyet ve kültür
savaşı, Garpçılık davası lehine bir zaferle nihayet bulmazsa, dev­
lete, Cumhuriyet şekli verilmemesi şüphesiz daha eyi olurdu. Mus­
tafa Kemal hem bu vazifesini yapmalı, hem de eserini savunabi­
lecek bir yeni nizam kadrosu yetiştirecek kadar yaşamalıydı.
Sabaha doğru uyuduk. ertesi gün İstanbul gazetelerinde kı­
yamet koptuğunu duyduk. Sonradan Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkasını kuran paşalar ve şahsiyetler, gizli muhalefetlerine daha·
açık bir hal vermişlerdi. Her zaman bizden kalmış bir dostumdan
3 1 Ekimde aldığım bir mektupta lstanbul 'un o sıradaki havası ko­
layca hissedilebilir:
"Cumhuriyete diyecek yok. Fakat ilan tarzına bayıldık. Oyun
pek mahirane tertip edilmiş. Millet Meclisi azasının çoğundan sak-

45
lanmıştır. Doğrusu Hakimiyet-i Mil liye prensibinin cari olduğunu
her vesile ile tekrar ettiğimiz bir devirde devlet şeklinin tesbit edil­
mesi gibi bir meselenin böyle yapı lıvennesi kolaylıkla hazmedi­
lebilecek bir şey değildir. "
Bütün parola bu idi.
Trabzon mevki komutanı Kazım Paşa (Orbay ) o gece top ata­
rak Cumhuriyet ilanını kutlamak emrini almış ve yerine getinniş­
ti. Trabzon'da bulunan Kazım Karabekir:
- Nedir bu toplar? diye sordu. Kazını Paşa, Cumhuriyetin ilan
edildiği cevabını verince:
- Neden bana sormadınız? dedi.
- Sorsaydım top atmamaklığımı mı emredecektiniz?
- Hayır ama... Biz bunu konuşmamıştık! dedi.
***

Atatürk'ün bana anlattıkları arasından küçük bir notu buraya


alayım: " Rauf Bey istifa edip yerine Fethi Bey seçildikten sonra
lsmct'i gönnüştüm. Başvekillik meselesi çıkınca kendisinin seçi­
leceğini düşünmüş olduğunu tahmin ediyordum:
- Ben senin zihninden geçeni biliyorum, dedim.
Yüzüme baktı:
- Başvekil olmamaklığını düşünüyorsun. Fakat buna gele­
cekte cevap vereceğim, dedim.
Cumhuriyetin ilanı üzerine kendisini Başvekil seçince:
- Şimdi o günkü sözümü hatırla! Hangisi daha eyi? diye sor­
dum.
ismet Paşa tarihe Cumhuriyet devrinin ilk Başvekili olarak
geçiyordu. ''
***

1 923 yılının Kasım ayında hoşnutsuzluk havası umumileşti.


Cumhuriyet, Meclis ve halk efkarı önünde açıkça ve serbestçe tar­
tışılmaksızın "acele" ilan edilmiştir. Mesele bundan mı ibaretti?
Bu bir bahane idi.

46
ittihat - ve - Terakki Fırkasından arta kalan nüfuzlular hala
eski kolağası Mustafa Kemal'in aleyhindedirler. Talat Paşa'yı ve
Merkez-i Umumi büyüklerini içeriye almamakta inat ederek öldü­
rülmelerine o sebep olmuştur. Bu tez Dr. Nazım'ındır. ittihat - ve
- Terakki'nin lstanbul katib-i mesulü Kara Kemal, lzınit'teki top­
lantıya geldiği vakit, ittihat - ve - Terakki 'nin temsilcisi sıfatı ile
kendini takdim etmişti. Yakup Kadri Karaosmanoğlu �üdafaa-i
Hukuk adına aynı seyahate katılmıştı. Mustafa Kemal. daha o za­
man, Müdafaa-i Hukuk'tan gayri bir siyasi teşekkül tanımadığını
söylemişti. ittihat- ve -Terakki'nin bir kolu vaktiyle bu fırkanın kur­
muş olduğu bir milli şirketi idare eden rahmetli Nail 'in reisliği al­
tında, Ankara'da idi. Nail'i tanıdığım için ara sıra evine gider ve
onun yanındakiler tarafından yadırgandığımı hissederdim. Biz
Mustafa Kemal 'e bağlandığımız için, arkamızdan nankörler diye
gammazlanıyorduk.
Eski Maliye Nazırı rahmetli Cavit, ittihat - ve - Terakkinin
göze görünür lideri hükmünde idi. Cavit bir komiteci değildi. Me­
deni bir adamdı. Onu Lausanne'dan beri muhalefete sürükliyen se­
bepler şunlardır: Büyük Avrupa devletlerinin yardımı olmaksızın
\.'.e bu yardımı temin edecek tavizler yapılmaksızın, Anadolu'nun
ortasında tek başımıza bir devlet kurup yaşıyamazdık. lstanbul 'dan
ayrılmamalı idik. Mustafa Kemal de, ismet de, nihayet, Enver gi­
bi birer askerdirler. Ankara iktidarı, ister istemez kafasının dikine
giden bir askeri dikta rejimi olacaktır. Cumhuriyet işin iç yüzünü
. maskelemekten başka bir şey değildir. Cavit, iktisadi ve mali alem­
den kafasını ayıramıyan, milliyetçiliği her bakımdan bir " 'darlaş­
ma'' sayan, devrim diktalarına aklı yatmıyan bir Osmanlı idi. Va­
tanperver ve namuslu adamdı. Bir şahsi kusuru lüzumundan fazla
kibirli olması idi.
Hüseyin Cahit, Tanin gazetesinin başında Ankara'ya karşı sa­
vaşa geçmişti. Cahit, şüphesiz bir mürteci değildi. Daha Meşruti­
yet devrinde Latin yazısının kabul edilmesi lehinde bulunmuştur.

47
Fakat ta başlangıçtan beri, ne Mustafa Kemal ona, ne de o Musta­
fa Kemal'e ısınabilınişti. 1 908 Meşrutiyetinde ittihat ve Terakki
Fırkasının gazetecisi iken, Seliinik 'te toplantı olmuş ve Cahit'e bir
altın kalem hediye edilmek teklifi ortaya atılmıştı. Merkez-i Umu­
mi politikasını sevmiyen ve beğenmiyen Mustafa Kemal, bir nu­
tuk söyliyerek, o politikanın lstanbul'daki savaşçısına altın kale­
min verilmesini reddettiğini ve reddettinneğe çalıştığını kendisin­
den dinlemiştim. Gerçekte Mustafa Kemal 'in yaratmak istediği ye­
ni Türkiye ve yeni Türk cemiyeti ile, Hüseyin Cahit'in ilk gençli­
ğinden beri rüyasını gördüğü yeni zamanlar Türkiyesi arasında hiç­
bir fark yoktu. Cavit de; o da iki tabii cumhuriyetçi idiler. Öyle ol­
malı idiler. ikisi de aşağı yukarı Mustafa Kemal ile aynı şeye inan­
makla beraber Mustafa Kemal'e inanmıyorlardı. ittihat ve Terak­
ki devrindeki En_yer diktatoryası tecrübesinin bu tÜrlü kaygılanma­
larda derin tesiri olmuştur.
Tasvir-i Efkar sahibi Velid Ebüzziya, o devirde belli başlı
akımlardan birini temsil eder. Vatanperver, milliyetçi, fakat koyu
şeriatçı denecek kadar geri fikirli idi. Bu geri fikirlilik pek basit bir
formülde izah olunabilir: Avrupalılar maddece bizden üstündür­
ler. Biz manaca onlardan üstünüz. Garp'ın maddi ileriliklerini al­
malıyız. Bu anlayış, devrimci anlayışı ile taban tabana zıttır: Biz
Avrupa'nın maddi üstünlüğünü değil bu maddi üstünlüğü yaratan
manevi üstünlüğünün kurbanı idik. Garp, bir hür tefekkür yoğru­
luşudur. Osmanlı gericilerinin zaafı, "manevi" kelimesini "din"
ile bir tutuşlarında, din ve dünyayı birbirinden ayırmak söz konu­
su oldukça, dinimizi ve onunla beraber milliyetimizi kaybedece­
ğimiz korkusuna kapılmalarındandır. Velid hiç şüphesiz halifeci
ve padişahçı idi. Cumhuriyetin temelinden aleyhinde idi.
Gazetelerin ve memleket aydınlarının toplandığı merkez ol­
duğundan, lstanbul, hemen hemen, bütün sınıfları ile Ankara'ya
ısınmamıştı. lstanbul'da o vakitler maddi ıstırabın da ne kadar de­
rin olduğunu düşünmeliyiz. l 908'de İstanbul, Adriyatik kıyıların-

48
dan Fars körfezine kadar uzanan koca bir imparatorluğun merke­
zi idi. Gittikçe fakir düşmekle beraber, umumi bir ayarlanma için­
de, yaşayıp gitmekte idi. Meşrutiyet, saray ve konaklar sınıfı ile
geçimleri bu hazne sinıfına bağlı olanları dağıtmıştı. Balkan Har·
bi devlet sınırlarını Meriç kıyılarına getirdi. Arkadan umumi harp
ve onun, lstanbul ailelerini sandık diplerindeki kırpıntılara kadar
neleri var yoksa sattıran sıkıntiları geldi, çattı. Para değerini kay­
betti. Maaşlar ekmek parasına yetmez hale geldi. Bir avuç türedi
harp zengininden başka bütün Türkler bedbaht idiler. Nihayet ba­
tış ve mütareke devri çöktü. Şehrin ticari ve iktisadi faaliyetleri ile
ilgisi olmayan Türk halkı eski reaya durumuna düştü. Vatanı ve
kendisini kurtaran zafer de başkentliğini elinden almakta, hazne
sınıflarını Ankara'ya taşımakta idi. Istırap, muhakeme etınez. Is­
tırap, sorumluyu geçmişte aramaz. Istırap, can acısından kıvran­
dığı vakit, karşısına kim çıkarsa onun yakasından tutar. 1 923 'te İs­
tanbul mustaripleri Ankara'ya karşı hoşnutsuzlar seferberliğinin ta­
bii gönüllüleri olmuşlardı.
ikinci Büyük Millet Meclisine gelen Kuvay-ı Milliye şöhret­
lerinden asker olanlar, milletvekili kalmakla beraber Mustafa Ke­
mal' den uzaklaşmışlar ve her türlü muhalefetler ümitlerini bu şöh­
retlere bağlamışlardı. Türkiye'de umumi hava, o tarihte bu şöhret­
lerin, hürriyet şaıtları içinde, pek kolay bir mücadele yapmalarına
elverişli idi. Rauf Bey'in komutan arkadaşları ile uğurlanarak ve
karşılanarak İstanbul'a gidip gelmesi, Cumhuriyet ilanı üzerine İs­
tanbul gazetelerinde çıkan sözleri, bir şey yapmak veya bir şey ya­
pılmasını istiyenlere, Rauf Bey ve arkadaşlarının da düşünceleri­
ni aşan bir cesaret vemıiştir.
Silahlarının kuvveti, sadeliğinde idi. "Ne istiyorsunuz?" den­
dikçe:
- Hiçbir şey ... "Bila kayd-ü şart Hakimiyet-i Milliye'nin te­
cellisini" istiyoruz, diyorlardı.
Cumhuriyetin ilan şekli hakkındaki tenkitleri de Teşkilat-ı

49
Esasiye Kanununun bu ana prensibine riayet edilmemiş olmak ba­
kımından idi.
Bu sırada lstanbul 'da halifenin istifa edeceği_ rivayeti çıktı.
"Tanin" gazetesinin neşrettiği bir açık mektup üzerine gazeteler­
de kıyamet koptu: Nihayet bu felaket olacak mıydı? Halifemizden
mahrum mu kalacaktık? lslam alemindeki manevi nüfuzumuzu,
kendi elimizle feda mı edecektik? Düşününüz: Bu feryatlar laik ve
Latin harfçi Hüseyin Cahit'in gazetesinden işitiliyordu. Mustafa
Kemal'in hasta olduğu haberi de ağızdan ağıza yayılmakta idi.
işte 22 Kasım meşhur grup toplantısı bu şartlar içinde olmuş­
tur. Parti üyesi Rauf Bey, etrafında uyanan şüpheler üzerine, ken­
di durumunu izah etmiye davet edilmişti. Esas tartışma ismet Paşa
ile Rauf Bey arasında geçti. ismet Paşa'nın ilk kürsü imtihanı idi.
O da, Rauf Bey de imtihanlarını eyi verdiler. Genelkunnay
Başkanı iken kürsüye çıktığı vakit, birkaç kelime kekeliyerek in­
en ve hiç de eyi bir tesir bırakmadığı söylenen ismet Paşa, kendi
kendini yetiştinnesini ne kadar eyi bildiğini isbat etti. Bize o gün­
lerde tam bir Avrupa parlamentosu hatibi hissini verdi. Rauf Bey
de, insanı çileden çıkarabilecek birçok gayretkeş tahriklerine rağ­
men sabır ve soğukkanlılığını sonuna kadar korudu. Sıra tahrikçi­
lerinin hizasına inmiyerek, ismet Paşa ile baş başa kaldı. Lehinde
olanlar sustukları ve çekingen davrandıkları, aleyhinde bir mari­
fet gösterişi yapmak istiyenler, asabi ve hassas bir mizaca her tür­
lü ölçülerini kaybettirecek taşkınlıklarda bulundukları düşünülür­
se, RaufBey'in bu imtihandan ne kadar eyi çıkmış olduğu tahmin
olunabilir.
Bu grup tartışması, Mustafa Kemal ve onun yanında topla­
nanların hiçbir muhalefet karşısında taviz vennek ve geri dönmek
niyetinde olmadıklarını, onların gidişini beğenıniyenlerin de par­
tiden ayrılarak açık bir mücadele cephesi kunnağa henüz akıllan
yatmadığını anlatmıştı.
Mustafa Kemal, bir müddet işleri kendi gidişinde bırakmak,

50
daha doğrusu yeni kararlar vemıe fırsatının kendiliğinden hazırlan­
masına vakit bırakmak üzere, iki aylık bir İzmir seyahatine çıktı.
***

Bu yılın hikayeleri arasında lstanbul ' a giden istiklal Mahke­


mesi hatırlanmağa değer. Kuvay-ı M i l l iye devrinde irtica ve isyan
hadiselerini bastımıakta işe yarayan bu ihtilal mahkemesi, İ stan­
bul ' da gazetecileri muhakeme edecekti. Reis, eski Ankara istiklal
Mahkemesi Reisi İ hsan ( Bahriye Vekil i ), savcı da Vasıf rahmetli
idi. Mahkeme Fındıklı'daki son Osmanlı Mebuslar Meclisi bina­
sında kurulmuştu. Biz de gidip locadan dinl iyorduk. Gazeteler biz
genç milletveki lleri ile "Cumhuriyet Prensleri" diye alay ediyor­
lardı. lstanbul 'un pek çok zarif giyimli hanımları dinleyiciler ara­
sında idi. Bilhassa İhsan 'ın kolayca İ stanbul havasına hoş görün­
mek zaafına tutulmuş olduğunu görmüştük. Öyle zamanlar oluypr­
du ki sanki sanıklar yargıçları muhakeme ediyorlardı. Oturum bi­
tince H üseyin Cahit salonun seyirci safına yaklaşarak: ' ' Bugünkü
perde de indi ! " diye alay ediyordu. Sonunda yargıçlar hiç kimse­
yi mahkum etmediler. Ankara ile görüşerek böyle bir sonuca va­
rıp vamıadıklarını bilmiyorum. Keşke bu İ stiklal Mahkemesi hiç
gönderilmemiş olsaydı ! İhsan ve arkadaşlarının zaafı kötü bir tep­
ki uyandırınıştır. N ihayet daha sonraki sehpalı ve ölümlü lzmir is­
tiklal Mahkemesi faciasına yol açmıştır.
***

CuınhuıTeisi Mustafa Kemal ' i n lzmir seyahati sonkanundan .


(ocaktan) şubat nihayetlerine kadar sürdü. Bu devirdeki gazeteler
okunursa, Cumhuriyet ilan edilmekle büyük hiçbir meselenin hal­
ledilmemiş olduğuna kolayca hükmolunabilir. lstanbu l ' daki hali­
fe, er geç padişahl ığını bekliyen şahane bir nöbetçidir. Bütün
şer'iyeciler, medreseci ler, muhafazakar Osmanlılar, hepsi onun
etrafında manevi bir safbirliği kurmuşlardır. Fakat ismet Paşa'nın
grup toplantısındaki meşhur cümlesi de kulaklarında çınlamakta­
dır: "Tarihin herhangi bir devrinde, bir halife, eğer zihninden bu

51
memleket mukadderatına karışmak arzusunu geçirirse, o kafayı be­
hemehal koparacağız ! ' '
Siyasi taıtışmaların parolası, en küçük fırsatı e l e alarak. An­
kara rej imini kötülemektir. O aylarda Yakup Kadri Karaosmanoğ­
lu 'nun "Akşam" gazetesinde hilafet ve hanedan meselelerine te­
mas eden bir yazısı çıkmıştı. Bu, Meclisteki devrimci takımın bir
Cumhuriyet bütçesinde hanedan ve damat maaşlarının yeri olma­
dığı gibi, " Henüz yapılacak işler olduğunu ima eden" koridor
hasbıhallerini halk efkarına aksettirici bir yazı idi.
Yakup Kadri 'nin, bu yazısından dolayı kürsüde hesap venni­
ye çağırıldığı günü hatırlıyorum. Meclisin tekmil hocaları ve mu­
hafazakarları ön sıralara toplanmışlardı. içlerinden biri elindeki �a­
lemi uzatarak:
- Senin iki gözünü oyacağız. diyordu.
Sarıkların durınadan dalgalandığı görülüyordu. Yakup, hiç­
bir cümlesini tamamlıyamıyordu. M ustafa Kemal 'in 2 Martta ya­
pacaklarının yüzde birini yazmağa cesaret eden hatip, devrime on
beş gün kala, kollarına güvenen birkaç delikanlı milletvekilinin kür­
süye yaklaşarak savunmaya hazırlandığı pek küçük bir azlığın ada­
mı idi.
Ortaçağl ı teokratik devlet henüz bütün işliyen cihazları i le,
ayakta idi. Müspet i lmin gölgesini bile kapılarından içeri sokma­
yan medreseler, ömürleri boyunca, Batı medeniyetçi l iği düşman­
lığ� edecek unsurları, sivil mektep pğrenci lerinin birkaç misli ye­
tiştirınckte i diler. Şer' iye Vekaleti, bütün teşki lat ile, ister istemez
hilafetin tamamlayıcısı idi. Sonradan vekilliğe kadar çıkan bir me­
bus, çarşaflı karısı ile Karaoğlan çarşısında görüldüğü için, Mec­
lis koridorlarında kendisine günlerce lanet okunuyordu. Dekoru ile,
az çok uyanık cemiyeti ve gelenekleri ile içinde yaşayan ve çalı­
şanlara otoritesini hissettiren lstanbul 'dan Ankara 'ya taşınmakla
büsbütün gerilemiştik. Bizler yeni başkentte 1 9 1 5 Türkçüler çev­
resini bile bulamıyorduk.

52
Umumi fikir kargaşalığının herkesi şaşırttığı günlerde, 22 Şu­
batta M ustafa Kemal Çankaya'ya döndü. Onun yeni kararlarını ağ­
zından duyunca, k ı nından sıyrılmış bir kılıç pırıltısını andıran ira­
desi karşısında ruhlarımızın ısındığını duyduk. Tanzimat'tan beri
devlet ve millet bünyesinde bir ur gibi kaskatı şişen Ortaçağı kö­
künden kesip atacaktı .
Her zaferinin sağladığı büyük itibar, el ine geçen eşsiz ikbal,
fi'ıni ömrüne kadar nesi varsa nesi yoksa hepsini, büyük fikir uğ­
runa harcamağa hazırdı.
Hakikati söyliyelim: Mustafa Kemal, bir devrimci olarak, 1 8
yaşından son nefesine kadar hiçbir taviz zaafı göstermiyen bir ide­
alisttir. Bu tarafı çağdaşlarından hiç kimseye benzemez. Ve hiçbir
türlü tenkit edil emez. M ustafa Kemal 'in tenkit edil ecek zaaflarını
insan ve politikacı tarafında arayabiliriz. Bulabiliriz de!
Mustafa Kemal 'in basit ltaatçı lar dışında, üç türlü takımı ol­
muştur: Devrimciliğine bağlı fikir ve ideal takımı, insan ve pol iti­
kacı zaaflarını ya haksızlıklar, ya menfaatler için sömürmekten baş­
ka bir şey düşünmiyen türediler takımı ! Bu üç takım, Mustafa Ke­
mal 'in sofrasında daima yan yana gelmişler, fakat hiçbir zaman bir­
leşmemişlerdir. Bu fikri daha fazla izah edecek vakaları ileride oku­
yacaksınız.
Biz M ustafa Kemal 'in kesip atmasını ve yeni düzeni, sağlam
teminat elde edinceye kadar, sıkı bir disiplin altında korumasını is­
tiyorduk. Bu bakımdan Hakimiyet�i M i l liyecilerden tamamiyle
ayrılıyorduk. Bize göre Türkiye, her şeyin �aşında, medeniyet me­
selesini halletmeli idi. Bir m i lletin tarihinde medeniyet meselesi­
nin oy toplıyarak halledildiği görülmemiştir. Bize göre 1 923 'te Ha­
kimiyet-i M i l l iye silahı, muhafazakarların, yani halledilecek bir
medeniyet meselesi olduğuna inanmayanların, yahut irticaın, ya­
ni Tanzimat'tan beri medeniyet düşmanlığını elden bırakmayan­
ların silah ı idi. Bize göre milli irade hür değildir. M i l li irade, batıl
fikirler ve batıl inançlarla paslanmış ve büyük ölçüde Ortaçağ mü-

53
-esseseleri kadrosunun köleliği altında idi. Her şeyden önce bu ira­
de, müspet ilme dayanan ilk eğitim terbiyesi ile, kara inançlardan
temizlenerek saf kılınmalı ve hürriyetine kavuşturulmalı idi .
Bizler usul olarak tekamülden ötesini görememiştik. 011açağ
müesseselerinin hükmü altındaki bir toplulukta, i leri fikirlerin ih­
tilali alttan gelmez, üstten gelir. Büyük Rus ihtilalcisi Del i Pet­
ro' dur. i lk Osmanl ı ihti lalcileıi padişahlardır, vezirlerdir. Böyle top­
luluklarda alttan yalnız "karşı-ihti laller", yani irtica gelir. Mede­
niyet düşman lığının bir milli irade zevahiri almakla haklı olabile­
ceğini düşünmek, bir budalalıktır.
1 923 'te devrimi gerçekleştirecek ve Tanzimat'tan beri devam
eden savaşı nihayetlendirecek tek otorite M ustafa Kemal idi. Bir
milli kahramandı, halk kahramanı idi. Onun bir de fikir kahrama­
nı oluşu 1 923 gençliği için, zaferden de büyük kazanç olmuştur.
Son asır tarihimizde de askeri zaferler eksik değildir. Türk mille­
tinin kuı1uluşu için zaferlerin yeterl i olmadığı anlaşılmıştır. Zafer­
ler, tarihi düşman bildiğimiz Rusları ve Almanları kısa veya uzun
müddet herhangi bir sınır çizgisinde tutabi lmişti. Fakat Osmanlı
saltanatının, batışa kadar, tabii kaderini takip etmesine engel ol­
mamıştı. Çünkü Türk milletinin gerçek düşmanı, Oı1açağlı yarı te­
okratik devletin, müsbet ilim ışığı vurınayan Şark kafasının ta ken­
disi idi. Düşman onun dışında değil, içinde idi .
***

2 Maı1ta grup toplantısı yapılarak yeni kararlar verilecek ve


3 Martta, Türkiye'yi Ortaçağa bağlıyan bütün köprüler atılacaktı.
3 Mart devrimi, i kinci Büyük M i llet Meclisine şu üç teklif ile
gelmiştir:
" ! - H i lafetin ilgasına ve hanedan-ı Osmaninin Türkiye hari­
cine çıkarılmasına dair Şeyh Saffet Efendi ile elli arkadaşının tek­
lif-i kanunisi .
2- Şer'iye, Evkaf ve Erkan-ı Harbiye Vekaletlerinin ilgasına

54
dair Siiı! Mebusu !-f alil Hulki efendi ve elli arkadaşının teklif-i ka­
nunisi.
3- Tevhid-i tedrisat hakkında Saruhan Mebusu Vasıf Bey ve
elli arkadaşının teklif-i kanunisi . "
Görüşmeler başladığı vakit M ustafa Kemal, reislik bürosu­
nun karşısındaki geniş odada idi. Bir aralık birkaç sarıklı hocanın
içeriye koşuştuklarını gördüm. Kürsüd� rahmetli Vasıfnutuk söy­
l üyorınuş. Aralarından biri Mustafa Kemal 'e atılarak:
- Paşam, paşam, diye haykırdı, maksadın kitabı da kaldım1ak
olsa, bize emret, yolunu bulalım, (toplantı salonunu işaret ederek)
ama bunları söyletme . . .
H i lafeti ve Şer'iye Vekaletini kaldırına tekliflerinin baş im­
zalayıcıları da hocalar idi. Bunlar için din ve mukaddesat bahane­
den ibaretti. Korkuları halk üzerindeki nüfuzlarını ve bin bir "cer"
kaynağını kaybetmekti. H i lafetin dinde yeri olmadığını, o gün hiç­
bir hocanın cevap veremiyeceği şer'i del illeriyle isbat eden Sey­
yid Bey de eski bir hoca idi . Nutkunu büyük bir başarı ile bitirip
kürsüden indiği zaman, M ustafa Kemal:
- Seyyid Bey son vazifesini yaptı, diyordu.
Yaşlı ve pek itibarlı bir hoca, yanına gelip otunnuştu. Mus­
tafa Kemal onu göstererek :
- H i lafetin dinde hiçbir yeri olmadığını bana öğreten efendi
hazretleridir. Öyle değil mi? demesi üzerine, efendi hazretleri hi­
l afetin dinde hiçbir lüzumu olmadığını M ustafa Kemal 'e öğretmek
şerefini ne kadar kıskandığını gösterecek bir telaşla tasdik etti idi.
Daha on beş gün önce Yakup Kadri 'yi nerede ise l inç edecek
olanlar, Saracoğlu'nu dövmek için kürsüye hücum edenler, şimdi
hepsi kızıl devrimci idiler. Tevhid-i Tedrisat Kanununun konuşul­
masında rahmetli Vasıf:
- Bütün dünyada Maarif Vekaletlerine bağlı olmayan hiçbir
mektep yoktur, gibi kendine has bir atılganlık gösterdiği vakit,
doğruluk meraklısı rahmetli Yusuf Akçura:

55
- M üsaade buyurunuz, beyefendl, Fransa'da benim okumuş
olduğum Ulüm-i Siyasiye Mektebi Maarif Nezaretine bağlı değil­
dir, diye itiraz etti.
Vasıf:
- Beyefendi, beyefendi, iyi tahkik buyurunuz da öyle geliniz,
diye haykırdı ve sıralardan bir alkıştır koptu. Çünkü Yusuf Akçu­
ra Rusya asıl l ı olduğu için, çoğunlukça sevimsizdi.
Büyük iradelerin sihri böyledir. inanmayan da inanışın, iste­
meyen d.e _i steyişin heyecanına tutulur. Güçlük bu havanın yaratıl­
masındadır. An'ın, kader anı 'nın tam üstüne düşülmesindedir.
Hanedandan damatlar ve kadınlar sınırdan dışarı çıkarılmalı
mıdır, yoksa memlekette bırakılmalı mıdır? Bu mesele, tartışılma­
sında büyük bir mahzur olmamak gevşe �l iği içinde ortaya çıktı.
Bir iki yoklayışta davayı yürütebileceklerini sananlar, bir şey ko­
pannak hıncı ile sanki bunu koparırlarsa, bütün günün öcü yatışa­
cakmış gibi, üstüne üşüştüler. içlerinden rahmetli Hazım Bey'in
damatları savunarak, başını ipten kurtaran damat Arif H ikmet Pa­
şa 'ya borcunu ödemekte olduğunu yalnız ben biliyordum. Celse­
yi bir müddet tatil ettiler. Karşıki ufak salonda, eski Fransız İhti­
liili gravürlerini hatıra getiren, pek ateşli bir sahne geçti. i skemle
üstüne çıkan, masalar üzerine fırlayan hatipler sesleri kısılıncaya
kadar haykırışıp durdular. Eğer o sırada M ustafa Kemal damat ve
sultanların memlekette kalabileceği hakkında bir takrir venniş ol­
saydı, belki de devrime hıyanet etmekle suçlanacaktı. Devrimci
Meclis çoğunluğu hiçbir taviz vermemekte ısrar eder görünüşü ib­
ret verici idi.
Halife ve bütün hanedanı o gece Türkiye topraklarını terk et­
tiler.
***

M ustafa Kemal İzmir' de i ken Matbuat Cemiyeti Reisi Nec­


mettin Sadak. İstanbul gazetecileri ile lider arasında anlaşma im­
kanları aramıştı. lstikliil Mahkemesi hiçbir gazeteciyi mahkum et-

56
mediği için, hava da böyle bir anlaşmaya elverişli idi. Bütün bu
hadiselerin geçtiği zaman üzerine okurlarımın daha iyi bir fikir
edinmeleri için Necmettin Sadak 'tan aldığım mektubu buraya nak­
letmek istiyorum:
" Kardeşim Fal ih, İzmir seyahati hakkında biraz malfımat ve­
reyim. Seyahat iyi geçti. Bu işe teşebbüs ettiğim için derin bir
memnuniyet duyuyorum. Eğer Velid ( Velid Ebüzziya) hadisesi ol­
masaydı, daha iyi olacaktı. Maamafih Velid'in paşa ile görüşme­
mesi hiçbir şeye mani olmadı. Velid, istiklal Mahkemesinden son­
ra kendisini bir kahraman addediyor. Seyahatten evvel burada ga­
zetesine, lzmir'e davet edildik, tarzında bir havadis yazdı . Kendi­
sini hem ben, hem Ihsan Bey tekdir ettik. ' Ben yazmadım, habe­
rim yok,' dedi.
İzmir'e gittiğimiz gün Tevhid-i Efkar gazetesi de gelmiş, pa­
şa o fı krayı okuyunca otele Tevfik Bey 'i gönderdi. Tevfik Bey: ' Pa­
şa, Velid Bey ' i kabul etmiyecek ! ' dedi. Biz meselenin düzelece- ·

ğinden emin idik. Hatta paşaya bizzat rica ettim. "- Bir fena tesa­
düf eseridir, Velid Bey'in haberi olmadan yazılmıştır," diye izah
ettim. Paşa herhalde affedecekti. Fakat Velid müthiş bir pot daha
kınmş, Tevfik Bey'e: ' Ben zaten paşayı ziyaret etmek arzusunda
değildim, davet edildim zannı ile geldim. Bilseydim gelmezdim'
tarzında hezeyanlar etmiş. Tevfi k Bey de bunları aynen Paşaya nak­
letmiş. Tavassut ve ricada bulunduğum zaman paşa bunları söyle­
yince yerin dibine geçtim. Yine ısrar ettik. Ertesi gün kendisinden
·Tevfi k Bey'e hitaben gayet basit bir mektup istediler. ' Yazılan fık­
radan haberim yok, ben İzmir' e paşayı ziyarete geldim,' gibi bir şey.
Eğer bunu yazsaydı paşa, Velid'i yine kabul edecekti. Kahraman
Velid, Gazi Paşa 'yı kendisi ile müsavi gördüğü için bu mektubu ta­
ziye addetti ve yazmadı. Ancak paşanın bizlere söylediği şeyleri ve
istikbal hakkındaki programını kendisine anlattığım vakit, Velid ar­
tık gazetecilikten vazgeçmekten başka çare olmadığını söyledi. Ah­
met Cevd�t Bey de ( İ kdam sahibi) Velid'e bunu tavsiye etti.

57
Gazi ile bir defa üç, bir defa. dokuz saat konuştuk. Azizim,
ben ömrümde böyle adam gönnedim ve iddia ederim ki, hiçbir
memlekette böyle bir adanı yoktur. Benim üzerimde müthiş bir te­
sir yaptı. Kendisi iş başında kaldığı, bizzat amil olduğu takdirde
memleketin salah bulmamasına imkan yoktur.
i ki mühim sual sordum: 1 - Mademki Cumhuriyet bir emr-i
vaki suretinde ilan edildi, ( Kendisi böyle anlatmıştı ) demek ki,
Mecliste Cumhuriyete muarız kuvvetli bir hizip var. Fakat cum­
huriyet tamam olmadı. Bunun icabatını Meclisten nasıl geçirecek­
siniz? Yoksa başka emr-i vakiler oluncaya kadar Cumhuriyet böy­
le eksik mi kalacak? Medreseler, şer'iye mahkemeleri, Şeı" iye Ve­
kaleti v.s. ne zaman kalkacak? Teşkilat-ı Esasiye'deki din madde­
si kalacak mı?
Paşa, Meclisten geçse de geçmese de, bunl arın hepsinin ya­
pılacağını söyledi.
- Mademki bu Meclis Cumhuriyet ilan etmiye kendisini sa­
lahiyetli gördü. O halde başka bir Mecliste başka bir ekseriyet bir
gün Meşrutiyet i l an ederse ne yaparız? dedim.
- Olabi lir. Fakat hepsini sopa ile kovarız, dedi.
Bunun için fırkanın başında kalmak i stediğini ve hakiki bir
Cumhuriyet Fırkası teşkil edeceğini ilave etti.
Hüseyin Cahit, Cumhurreisliği ile fırka reisliğinin beraberola­
mıyacağını söyledi. Hem epeyce seıt ve serbest söyledi. Paşa uzun
uzadıya cevap verdi .
Konuştuğumuz şeylerden çıkan esaslı neticeler şunlardır: Hi-·
!afeti kaldıracak, mevcut devlet teşkilatını ta esasından yıkacak ve
yeni bir bina kuracak. Gidişten memnun değildir. Radikal hareket
etmiye karar vem1iştir. Fakat bunun için kuvvetli, mütecanis bir
fırkaya ihtiyacı var. Azim ve kararı müthiştir. Bunun dışında da
yanmağa imkan yoktur. Paşanın nutkuna Cahifin cevap vermesi­
ni istedim ve bu suretle kendisini taahhüt altına soktum. Cahit çok
güzel söyledi . heyecandan sesi titriyordu. Kendisi bu müJakattan

58
çok memnundur. Ne çare ki. ittihatçı inadı, memnun olduğunu söy­
leyemez!
Fakat azizim, paşanın bu kati azim ve iradesi, yeni fikirlere
yeni insanlara ihtiyaç göstem1ektedir. Artık ittihatçılığı filan bı­
rakmalı, bila istisna her değerli adamı kullanmalıdır. Gazinin fi­
kirleri o kadar asridir ki, bugün iş başında bulunanlardan ekserisi
bunları tatbik etmekten değil , anlamaktan bile acizdir. Allah bu
memleketin başına böyle bir adam ihsan etmiş. Eğer onu yalnız bı­
rakıp, azim ve dehasından istifade edilmezse günahtır. Paşa, mart
başında Ankara 'ya gidecek. Ben de o zaman gelirim. ' '
***

Necmeddin Sadak'ın b i r eski mektubunu buraya alışımın bir


iki sebebi var.
Necmeddin o zamanlar yine "Akşam" gazetesinin başyaza­
rı, öğrenimini Avrupa'da bitiren bir sosyoloj i hocası, Türk milli­
yetçisi ve Garp medeniyetçisi idi. Mustafa Kernal 'i lzınir'de ilk
defa görüp tanıyan bu objektif tenkitçi, biri üç, biri dokuz saatlik
iki konuşmada " Bizim Mustafa Kema l ' i " keşfetmiştir.
Bugün bu Mustafa Kemal, binlerce, on binlerce Cumhuriyet
devri yetişmelerinin anladığı, hatta ondan başkasını anlamadığı
adamdır. 1 923 'te bu binlerce, on binlerce Kemalist, Necmeddin
gibi bir avuç ileri kafalı aydından ibaretti. Cumhuriyetin onuncu
yıldönümüne doğru, bir akşam ölümünün tehlikesi yine ortaya atıl­
dığı vakit:
- M ustafa Kemal 'leryi1111 i yaşındadırl ar, demesinin sebebi bu
idi. Bugün onlar kırkına, kırk beşine, Mustafa Kemal 'in kurtuluş
zaferini kazandığı yaşa basmışlardır.
Mustafa Kemal 1 923 'te bugünkü aydınlar ve uzmanlar takı­
mının yarısını bulsaydı, Türkiye şimdi tam kuruluşlu bir Batı dev­
leti ve topluluğu, tam yoğruluşlu bir Batı topluluğu olup gitmişti.
M ustafa Kemal'i, sadece hüküm ve nüfuz sürmek için ikti­
dar peşinde koşan bir hırs maceracısı olarak tanıyanlar, onun ele

59
geçebilecek en parlak ikbale erdikten sonra dahi dumıadığını, bi­
lakis zaferini de. bu ikbal ini de fikirleri uğruna tehl ikeye attığını
görerek şahsı üzerine yeni bir anlayış edinmeli idiler. Mustafa Ke­
mal, yeni düzeni k urmak davasında kendisi ile beraber olmak şar­
tı ile, herkesle işbirliği yapmak istemiştir. lzmir'de Vel id hadise­
sindeki sabrı ve hoş görürlüğü, o güne kadar aleyhine yazmadığı­
nı bırakmıyan H üseyin Cahit'le münasebetleri de bunu gösterir.
Daima o reddedilmiştir. Keşki böyle olmasaydı, keşki bütün eski
arkadaşları ve kafa terbiyeleri ile tabii Cumhuriyetçi ler onun etra­
fında kalabil seydiler...
Türkiye 'nin Oıtaçağlı bir teokratik devlet ve Türk milletinin
geri bir Şark topluluğu olarak yaşıyabilmesine ihtimal olmadığını
son asır tarihi i sbat etmişti. Şekillerin hiçbir değeri olmamıştı. Tan­
zimat 1 856 doğuml u idi. i l k parlamento l 877'de açılmıştı. Galata­
saray Lisesi 1 886'da kurulmuştu. 3 1 Maıt, 1 909'daolmuş. 1 922 'de
bir milletvekili, Kur'an varken kanun yapmak iddiasında bulunan
bir Mecliste bulunamam, diye M i llet Meclisinden çekilip gitmişti.
Japonlar çok daha kısa bir mühlet içinde yeni zamanların bü­
yük devletleri sırasına geçmişlerdi. Çünkü ilk işleri, Çin medrese­
sinden kuıtulmak ve Garplı )aşmak olmuştur. 1 923 'te bile Anado­
lu maarifi nin döıtte üçü henüz medrese çatıları altında idi.
Bizim ilim kafası i le "bilmiyorduk". Tefekkür kafası i le "dü­
şünmüyorduk " . Fakat Tanzimat'tan beri hiç olmazsa mukayese
yapına imkanları elde etmiştik. Bir karar verınek liizımdı. Bu ka­
rarı veremiyorduk. M ustafa Ken'lal bu kararı vennişti.
3 Maıt, devrimin başlangıcı idi. 1 924 Nisanında şer'iye mah­
kemeleri kaldırı larak, öğretim birliği gibi, adalet birliği de temin
olunacaktı. 925 Ağustosunda şapka giyi lecek, aynı yılın Kasım
ayında tekkeler kapatılacaktı. Medeni Kanun, yeni cemiyetin te­
mellerini atacaktı. N ihayet l 928 ' de Anayasa tadilleri ile devlet ta­
mamiyle laikleşecek ve aynı yıl Latin yazısı kabul edi lerek dev­
rim eseri tamam olacaktı.

60
Demek h inkıl iip devri, eğer Cumhuriyet i lanını başlangıç
al ırsak, 29 Ekim 1 923 'ten 3 Kasım l 928'c kadar beş yıl bir ay sür­
müştür.
Ondan sonra bütün iş, yeni düzeni bütün topluluğa sindinnek­
te idi. Bu da Türkiye halkını, yüzde yüz müsbet ilme dayanan ilk
eğitim terbiyesinden geçimıeğe bağlı idi.
Bizler Tanzimaftan beri çok zaman geçtiğini sanırdık. İlk eği­
tim gönniyen köy için, Tanzimat gelmemişti bile!
Biz hatıralarımızda bu devre "devrimler devri " adı takıyo­
ruz. Artık tarih sırasını bırakarak, kuruluş devrinin başlıca hadise­
lerini toplu olarak hikaye edeceğiz.

Din ve Devrimler

Tanzimat fennanı başımıza ne gelmişse şeriatın bozulmuş ol­


masından geldiği önsözü ile başlamaktadır. Gerçekte ise, din ve
dünya, din ve akıl işlerini birbirinden ayınnamaklığımızın cezası­
nı çekiyorduk. Ali Paşa, Fransız Medeni Kanununun al ınmasını
teklif ettiği vakit, karşısına Mecelle tavizciliği çıkmıştır. Namık Ke­
mal ve Ziya Paşa gibi Tanzimat fikir adamları Reşit ve Ali paşa­
ları " Şeriat-ı İ slamiyye dururken, Garp'tan kanunlar almakla"
suçlamışlardı. Her şey " Şer-i Şerif'e uygun olmalı, bir fetvaya
bağlanmalı idL Sivil okulla medrese ve cami birbirine düşmandı.
Halk yığınları ise camiye bağlı idiler. Batı medeniyetçiliği, daima
pek küçük. bir azınlığın mal ı kalmıştı.
Kemalizm. aslında büyük ve esaslı bir din refonnudur. Tan­
rı, bir paygambere verdiği şeriatı, ikinci bir peygamberde değiştir­
mekle, hatta Kur'an 'ın bir ayetindeki emrini başka bir ayette kal­
dınnakla hükümlerin toplum evrimini izlemesi gerektiğini göster­
miştir. Fıkıhta buna "nesih" diyoruz. Muhammed, son peygamber
olduğuna göre, ondan sonra nesih hakkı insan aklına kalmıştır. O­
nun için İslam bilginleri, "zamanla hükümlerin değişeceği" içti-

61
hadında bulunmuşlardır. M ustafa Kemal 'in yaptığı işte bu nesih
hakkını kullanmaktı.
lsJamda bütün şer'i meseleler iki büyük bölüme ayrılmıştır:
Birinci bölüm, ahreti ilgilendirir ki ibadetlerdir: Oruç, namaz, hac,
zekat! ikinci bölüm, dünyayı ilgilendirir ki bunlar da nikah ve ai­
leye ait hükümlerle muamelat denen mal, borç, dava i lişkileri ve
ukubat denen ceza hükümleridir. Kemalizm, ibadetler dışındaki bü­
tün ayet hükümlerini kaldırmıştır.
Kaldı ki insan aklı nesih hakkını farzlar üzerine de götürebi­
lir; zekat kazanış ve gelir vergilerinin bulunmadığı bir devrin mi­
rasıdır. Hac, Kabe'den faydalanan Mekkelilerin Müslümanlığını
sağlamak için konmuştur ve bu döviz çağında Hicaz dışındaki hiç­
bir yabancı M üslüman halkı buna zorlanamaz. N amaz şekli de is­
kemle olmıyan entarili bir halkın yaşayışına uygundur. Pantolon,
etek ve hele başkasının ayağı değen yere yüz değdirmeyi yasak e­
den ijyen devrinde yürüyemez. Cenaze namazını neden ayakta kı­
lıyoruz? Cami in dışında olduğu için! Bugünkü ijyen anlayışına gö­
re camiin içi ile dışı arasında fark yoktur.
Atatürk ibadet devrimine ezan ve namazı Türkçeleştinnekle
başlamıştı. Gerçekte verdiği i l k emir ezan.ve namazın Türkçeleş­
mesi idi. Muhafazakarların sözcülüğünü yapan lnönü, Atatürk'e
yalvarmış, önce ezanı Türkçeleştirelim, sonra namaza sıra gelir,
demişti. Arkadan dil ve Kur'an metni meseleleri çıkıp namazın
Türkçeleşmesi gecikti idi. Atatürk sağ kalsaydı ibadet refomıu ola­
cağında da şüphe yoktu.
iç Didişme

Ordu müfettişleri aynı zamanda milletvekili idiler. 1 924 Ka­


sımında birinci ve ikinci ordu m üfettişleri Kazım Karabeki r ve Ali
Fuat paşalar istifalarını vererek Büyük Millet Meclisine katılacak­
larını bildirdiler.
O tarihi gecelerde Çankaya'da Mustafa Kemal'in davetlileri

62
arasında bulundum. istifa haberlerinin kendi üzerirıde ilk bıraktı­
ğı etki, Meclisin içinde ve dışındaki muhalefet hareketi ile ayar­
lanmış bir askeri komplo karşısında bulunımış olmak ihtimalidir.
Bu böyle imişçesine harekete geçti. Bir askeri isyan da olsa, hiç
tereddütsüz karşılıyacağı bel l i idi.
Mustafa Kemal üçüncü ordu müfettişi ile milletveki l i komu­
tanlara bir şifreli telgrafçekerek. kendilerini Meclisten istifa etmi­
ye davet etti. Genelkurmay Başkanı da çağrılanlar arasında idi. Seç­
menleri ile danışmaksızın istifa etmeyi münasip göm1ediklerini
söyliyen ikisi müstesna, hepsi M il let Meclisinden çekildiler.
Bunun bir sonucu, ordunun artık kesin olarak politikadan ay­
rılmış olmasıdır. Kuvay-ı M i l l iye zamanı. politika i l e uzaktan ya­
kı ndan ilgili ne kadar komutan ve subay varsa, yaverlerine kadar
hepsi sivil olmuşlar ve çoğu Meclise katılmışlardır.
ikinci sonucu, "Terakkiperver Cumhuriyet" Paıtisinin ku­
rulmasıdır.
"Cumhuriyet" kelimesi bir muhalif partiye mal edi lmemek
için " Halk Partisi"nin başına "Cumhuriyet" keli mesi eklenmiş­
tir. Fakat yeni parti üzerinde asıl tartışma, programdaki "hissiyat­
ı diniyye' "den bahseden fıkra üstünde koptu. Bu fıkranın bütün ir­
tica unsurlarını tahrik edeceği meydanda idi. Gerçi bu kayıt olsa
da olmasa da, Cumhuriyet devri boyunca ne zaman bir muhalefet
hareketi uyansa, onun başlıca kuvveti, liderler istese de istemese
de, irtica olması tabii idi.
Terakkiperver Cumhuriyet Partisi 'nin kuruluşunu da, şahsi
kıskançlıklar, rekabetler veya geçimsizlikler gibi basit sebeplere
bağlamak, çok üstün körü bir şeydir. Böyle bir yorum hiçbir şey
öğretemez. Hadiseler üzerinde fikir yorabilecek kabiliyetleri olım­
yanların yakıştııınalarından i barettir.
Eğer Mustafa Kemal, ismet Paşa yerine, mesela Kazım Ka­
rabekir Paşa'yı başveki l seçseydi. Kazım Karabekir Paşa kafasını
değiştirecek miydi? Yahut, Rauf Bey, Mustafa Keına l ' i n baş ada-

63
mı olmakla, fikir ve kamları ne ise onlardan vaz mı geçecekti? Ra­
uf Bey başvekil olduğu zaman da, kendi fikir ve kamlarına bağlı
kalmamış mıydı'?
Yoksa M ustafa Kemal beraber çalıştığı ve buluştuğu kimse­
lerin kuklası mı idi? Yani, M ustafa Kemal 'in yanında ismet Paşa
veya başka bir şahsiyet bulunmakla, M ustafa Kemal ayrı bir adam
mı olacaktı?
Bir gün eski yaveri mebus Sali h Bozok'a:
- Tarih size lanet okuyacak, demişler.
- Neden? diye sommş.
- M ustafa Kemal'e içki içiriyorsunuz. Kadın eğlenceleri ter-
tip ediyorsunuz. Ömrünü k ısaltıyorsunuz.
- Ya ... Öyleyse tarifi bizim hepimize birer heykel dikecek. O
bize yalnız içkide ve eğlencede esir olmaz ya, demek lzmir'i de
ona biz aldırdık, cevabını vermiş.
M ustafa Kemal 'de tek olmayan şey, "alet olmak" zaafı idi.
Uzun yalnızlık ve halktan uzaklaşmanın ve netameli hastalığın te­
siri altında kalıncaya kadar, kendine has kontrol metotları ile her
türlü telkinleri de karşılamayı bilmiştir.
Terakkiperver Cumhuriyet Partisi, ciddi ve büyük bir hare­
ket idi. Halk, hatta o devrin aydınları arasındaki karşıl ığı devrim
ideolojisinin karşılığından çok daha esaslı idi. Ben Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkasını kuranlarla o gün de bir fi kirde değildim, bu­
gün de bir fikirde değilim. Fakat bu ayrılık, bizi tarihi yanlış gör­
meye ve göstermeye, Terakkiperver Cumhuriyet Paıtisinin başın­
daki ve i"çindeki ve etrafındaki şahsiyetleri, mahalle mektebi kıs­
kançlığı veya sadece şahsi hırs ve hesaplar üzerinde yürüyen ba­
sit kimseler gibi teşhir etıniye sevk etmemelidir.
Mustafa Kemal, hükumet reisi olarak, kendi davasını birlik­
te yürütebileceği bir ikinci aradığı vakit aklına ilk gelen i smet Pa­
şa olmamıştır. Fethi Bey olmuştur. Fethi Bey, şüphe yok, t:Jatı me­
deniyetçisi idi. Fakat bir devrim rej iminin dikta sıkısına akl ı yat-

64
mıyacak kadar l i beraldi. Ona göre "şeyler" zorlanmamal ı idi, ol­
malı idi.
M ustafa Kemal ' i n vefalı ve eski arkadaşı olmakla beraber,
başvekilliğinde, M ustafa Kemal ile çok defa hiç uyuşmadığı gö­
rülmekte idi. Biz Fethi Bey'i fikir adamı olarak pek düzden bulur­
duk. Onda, hayalimizdeki yeni Türkiye 'nin adamını bulamazdık.
Fethi Bey'in başveki l l iği zamanında Mustafa Kemal ile hayli çe­
tin çarpışmaları olmuştur. Bir defasında Mustafa Kemal :
- Yarın Meclisin kararını göreceğiz, demesi üzerine Fethi
Bey:
- Siz Meclise gelmeseniz daha iyi olur, demişti.
M ustafa Kemal ' i n :
- Niçin? sualine de:
- Güç mevkide kalabilirsiniz, cevabını vermişti.
- Ya? Güç mevkide nasıl kaldığımı ben de görmeliyim. Onun
için geleceğim.
Ertesi günü gerçi Fethi Bey Mecliste kaybetti . Fakat ön sıra­
da oturan Mustafa Kemal 'in tam karş·ı sındaki kürsüye gelen me­
buslardan 52 si, onun gözü önünde, oy kutusuna ell i iki kınnızı pu­
sula attılardı.
Daha önce Fransızca bilen, Paris'te bulunan ve Fransız kül­
türüne ısınan Fethi Bey, Malta' da İ ngilizce öğrenmişti. i natçı ve
huylu olduktan başka, görüşlerinde ve anlayışlarında devrimci ta­
kımın sistem görüşünden ve anlayışından çok uzaktı.
Arkadaşları da, doğrusu, seçme "sathi"ler idi. Dalkavuk,
M ustafa Kemal ' i yalnız eğlendirir, fakat Fethi Bey ' i sırasına göre
sevk ve i dare de ederdi. Pek arkadaşçı ve arkadaşlığı da tatlı idi.
Tembel denecek kadar az çalışıyordu. Harap, yoksul, temel inden
çatısına kadar yeni baştan ve maddeten ve manen inşa edilecek o
günkü Türkiye'nin, gecelerini gündüzlerine katan, yılmaz ve yo­
rulmaz faaliyet adamlarına ihtiyacı vardı.
Mustafa Kemal, İsmet Paşa 'yı niçin seçti? ismet Paşa, daima

65
"almak" ve kendisinden hiç "vermemek" adetinde oldugu için
fikir kıymeti pek tanınmaz.
Mesela ismet lnönü'nün çok iyi A lmanca bildiğini, Fransız­
ca konuştuğunu ve okuduğunu, ellisinden sonra öğrendiği lngiliz­
ce ile en güç metinleri takip ettiğini pek az kimse bilir. O kadar
kendi içine kapalıdır. Haibuki bizim kürsülerde Farsça "perestiş"
kelimesiyle Fransızca "prestige" kelimesini karıştıranlardan ni­
celeri, Frenkçe söz katmadan beş cümle söylemezlerdi.
Ona dair sık sık anlattığım bir fıkra vardır. Öğleye doğru ya­
nına gidersiniz. O sabah gazetede Londra 'dan gelme bir havadis
çıkmıştır. i smet Paşa 'nın bu havadisi sizden önce okuduğuna şüp­
he yoktur. "Gördünüz mü efendim?" diye sorarsınız. Görmemiş
gibi, sizi dinler. Siz anlatırken, havadisi nasıl muhakeme ettiğini­
zi de yoklamaktadır. Biraz sonra başka bir ziyaretçi gelir, aynı su­
ali sorar, aynı sahnenin tekrarlandığına şahit olursunuz.
Bir akşam Saracoğlu, rahmetl i Nafi Atuf ve daha birkaç ar­
kadaş yanında idik. Acaba Türk milleti Osmanlı saltanatı devrin­
de kaç yıl barış yüzü görmüştür, meselesi konuşuluyordu. Hepi­
miz bir cevap veriyorduk. i smet Paşa garsonunu çağırdı:
- Bana bir bloknot getiriniz! dedi.
Büyükçe bir kağıdın üstüne Sultan Osman' dan Vahideddin 'e
kadar bütün padişahların sıra ile isimlerini yazdı. Her padişahın ya­
nına alafranga cülus ve ölüm tarihlerini koydu. Bunların arasına
bel l i başlı harp ve barış tarihlerini dizdi. Bir sürü isim ve bir sürü
rakam içinden yalnız ikisi üzerinde sual işareti vardı. Böyle bir im­
tihanı pek az tarih hocasının geçirebileceğini tahmin ediyorum.
Çünkü ismet Paşa, saltanatın kaldın iması gibi bir mesele olunca,
onun bütün tarihini bilmeli idi. Ona aklı yatmalıydı. lnkıJapların
daima en eyi esbab-ı mucibesi onun kafasından doğardı.
1 923'te Mustafa Kemal ' in, i smet Paşa üzerinde karar k ılma­
sı için başlıca sebepler şunlardır: M ustafa Kemal 'e karşı hususi bir
rakiplik hissi olmadıktan başka, M ustafa Kemal 'in otoritesine ka-

66
ti ihtiyaç olduğu kanısında idi. Son derece çalışkan, ciddi bir hü­
kümet adamı idi. M ustafa Kemal ' in "maddi ve manevi topyekün
bir inşa ' ' kelimeleri ile hulasa edebileceğimiz devrim davasına en
aşağı onun kadar inanmış bir fikir adamı idi.
M ustafa Kemal teferruat ile uğraşmayı sevmezdi. Yalnız dış
politikaya devamlı bir ilgi göstermiştir. Bunun dışında hükumet.
İsmet Paşa 'ya, ordu Fevzi Paşa 'ya emanet idi. Bazı meselelerde,
şikayet ve tenkitler üzerine, müdahaleler yapmak ve hakem rolü
oynamaktan başka, hükumet işleri ile pek yorulmamıştır.
Mustafa Kemal büyük aksiyonlar kahramanıdır. Türk mil le­
tinin talii, M ustafa Kemal'in askerl iğini Dumlupınar zaferi ile bı­
rakmış olmasındadır. Ondan sonra onu ancak devrimler içinde ge­
çen "devam tehlikeli hayat" havası avutabi lmiştir. Çok defa Çan­
kaya 'daki köşkünde yapacak bir iş bulamadığı için iç sıkıntısına
tutulduğu vakit, kendisini cangıldan alınarak kafese konmuş bir ars­
lana benzetirdim.
Mustafa Kemal , omuzlarındaki yükün ağırlığı hakkında fik­
ri olmayan bir kabile reisi deği ldi. Görevlendirdiği her arkadaşını
imtihandan geçirirdi. Bir istidat gördüğü vakit çabuk feda ederdi.
M ustafa Kemal ' in sadece itaat gibi, etrafındaki bin bir kişi­
den bininde kolaylıkla bulacağı bir hassasından dolayı, koskoca
devleti şuna buna bırakacağı gibi bir düşünce, M ustafa Kemal hak­
kında hiçbir fikri olmamak demektir. Nitekim M ustafa Kemal 'i ya­
tak odasına kadar girenler değil, kafasının içine sokulabilenler ta­
nınıışlardır. Hiç yüzünü görmemiş olsalar bile!
Mustafa Kemal'in ismet Paşa ile yakından tanışması, Ahmet
izzet Paşa 'nın yerine şarktaki ordunun kumandanı olduğu vakit is­
met Bey ' i Kurınay Başkanı olarak bulmasından sonradır. M usta­
fa Kemal, bir Türk tabiri ile, insan sarrafı idi. Daha önceden ls­
met'e hiç ısınmamıştı. Her nedense onu da galiba Envercilerden
sayarmış. Beraber çalışmaya başladıktan az zaman sonra, arkada­
şını bütün zaafları ve kuvvetleri ile, kusurları ve meziyetleri ile ta-

67
nıdı ve ona bağlandı. M ustafa Kemal, sonuna kadar, gerek ordu­
da, gerek siyasi hayatta ismet Paşa 'nın bu kuvvet ve değerlerin­
den faydalanmıştır. Zaaf ve kusur sayd ığı şeylerde de, pek ihtiyat­
lı ve nazik müdahalelerde bulunmuştur.
Buna karşı ismet Paşa, M ustafa Kemal 'in gittikçe kuvvetle­
nen otoritesini kendi menfaatleri için sömürenlere karşı m ücade­
le ederek, ona belki de en büyük hizmeti etti. ismet Paşa'nın etra­
fındaki bütün hasım l ıkların baş sebebi , bu mücadeledir.
ismet Paşa, Mustafa Kemal ve Atatürk sofrasının birincisi ve
müstesnası idi. N üfuzu o kadar büyüktü ki, bugün kendisinden Ja­
lalıbalice bahsedenlerin, ismet Paşa sofraya gelince ağızlarını bi­
le açamadıkları sayısız akşamları hatırlıyarak içimden gülüyorum.
Bir misal verelim. lnönü orkestra konserleri ile at yarışları me­
raklısı idi. Bazı kimseler musiki ve at sevdikleri için değil de lnö­
nü 'ye görünmek ve yaranmak için konser veya yarışları kaçırınaz­
lardı. Bugün lnönü'den kabaca bahsedenlerden birinin bir pazar
günü "Yahu, yine mi yarışa gideceğiz?" diye mırıldanan arkada­
şına:
- H aberin yok mu? ismet Paşa nezle olmuş, gelmiyecekmiş.
Bugün kurtulduk, m üjdesini verdiğini işitiyor gibiyim.
Halbuki lnönü'nün böyle şeyler umurunda değildi. Birçok­
larımız hemen hemen hiçbirine gitmezdik. Ama yaranıcıların bel­
li başlı marifetleri böyle şeylerdi .
Mustafa Kemal 'in ismet Paşa yokken onun zaaflarına ait ba­
zı tenkitlerde bulunması neyi ifade eder? M ustafa Kemal kendi ken­
disinin zaafları ile alay bile ederdi. Biz Paris'teki şapka hi kayesi
gibi, Picardi manevralarındaki bazı Fransızca gafları gibi gülünç
fıkralarını onun ağzından duymuş ve beraberce gülmüştük. Orınan
çiftliği kurulduğu yıl larda idi. Toprağa ne koyarsa, kaybediyordu.
Bir yıldönümü akşamı aşağı ufak köşkün önünde oturuyorduk.
Topraklar bomboştu. Müdür Tahsin Bey bu köşkün önüne bir ha­
vuz yaptırmıştı . O gün, bir senelik zararı haber aldığı için düşün-

68
ceye daldığı sırada, havuzun fıskıyesini açtılar. M eğer Tahsin Bey
suyun içine renkli ampuller koydunnuş. Bozkırın bir köşesinde,
alaca karanlıkta birdenbire yeşilli, mavili, allı sular fışkırınca, Mus­
tafa Kemal güldü:
- A Kemal, dedi, sen ziraat okudun mu? Hayır. Çiftçi misin?
Hayır. Baban çiftçi miydi? Hayır. i şte bilmediği işe parasını ko-
yup da kaybedenlere sular bile güler.
.
M ustafa Kemal, her şeyi ve herkesi, kendisine kadar herkesi
zaman zaman tenkit etmiştir. Fakat on beş yıl onun hususi meclis­
lerinde bulunanlar bil irler ki, M ustafa Kemal, ismet Paşa'yı bütün
arkadaşlarından daima üstün tutmuştur. Onun zekasına, faziletine,
devlet idaresine güvenmiştir. N ice defalar:
- Çocuklar, Çankaya' da rahat ediyorsam, ismet sayesindedir,
demiştir. Bu sözü duymayan Çankaya davetlileri pannakla göste­
rilebilir.
M ustafa Kemal ve ismet, aralarındaki nisbet daima ayrıca mu­
hakeme edilmek üzere, birbirlerini tamamlamışlardı.
Birinci Dünya Harbinden sonraki sivil diktatörler iktidara ge­
çince ünifonna giymişler ve bir daha arkalarından bu ünifonnayı
çıkannamışlardır. M ustafa Kemal, i smet Paşa ile beraber zaferden
sonra ünifonnalarını çıkardılar ve bir iki askeri manevra müstes­
na, bir daha giymediler. M ustafa Kemal, yeni düzen devletini ve
toplumunu kunnak, yeni düzene aykırı bütün müesseseleri ve ge­
lenekleri yıkmak, yerlerine yenilerini koymak davasında samimi,
açık ve tereddütsüzdü. Birçok Türkçüler kendisi ile beraber idiler.
Ancak bunlar bir şahsi ve keyfi otorite değil , M ustafa Kemal 'in li­
derlik itibar ve nüfuzunu da içine alan bir Meclis ve kanunlar oto­
ritesi istiyorlardı. Teşkiliit-ı Esasiye Kanununun tadillerinde Cum­
hurrisine veto ve fesih hakları verilmek meselesi tartışıldığı zaman,
devrimin otoriter idaresini zaruri bulan ileri fikir arkadaşları dahi
kendisine karşı koymuşlardır. Bunlar arasında Saracoğlu Şükrü ve
rahmetli Mahmut Esat Bozkurt vardı. Mustafa Kemal, Meclis gö-

69
rüşnıe leri sırasında. en çok kürsü nüfuzu kazanan bu iki genci bir
akşam çağırdı. Sabahlara kadar kendileri ile tartıştı ve sonunda bu
yeni haklarla şahsi otoritesini kuvvetlendinnek iddiasından vag­
zeçti. Bütün nimetlerin ve mahrumiyetlerin kaynağı olan bir za­
mane hakimi bunu yapmaz. M ustafa Kemal emir kulları ile fikir
yoldaşlarını birbirinden ayınnasını ve hangilerini nerelerde kulla­
nacağı nı bilmeseydi, Atatürk olur mu idi? Keşki bazı hususi zaaf­
ları ve müsamahaları da olmasaydı !
Hastalanıp o korkunç i lletin pençesi altında abasi muvazene­
si sarsıl ıncaya kadar, Mustafa Kemal i l e hükumet ve M eclis arka­
daşları arasında çok tartı şmalar ve kendisine. yahut kötli yakınla­
rına karşı çok dayatışlar olmuştur. M ustafa Kemal, devrim yolcu­
l uğunda kendisi ile birlik olduğuna şüphe etmediği arkadaşlarının
her türlü nazını çekmiştir.
Ama etrafındaki bu adam ve seviye karışıklığmm sebebi ne
olduğunu soracaksınız. Bu, o devrin. kendisine eski komitekari tak­
tiklerden faydalanmak zaruretlerini duyuran öze l l iklerinden gelir.
Sofrasmda devrinin bütün çeşitleri vardı . Bir akşam yanmdaki ha­
nı ma sofrasındaki bir davetliyi göstererek :
- Bu adamın ne bayağı olduğunu bilemezsiniz, demişti.
Sonra fikrine daha da kuvvet verınek için:
- Hani çöp tenekesi vardır. içine her türlü süprüntüler konur.
Ne kadar boşaltsanız, dibinde yapışık bir şeyler kalır. i şte bu o şey­
lerdendir, sözlerini i lave etmişti.
Hanım. şaşırarak:
- Aman paşac ığıın öyle ise ne diye sofranıza alıyorsunuz? de­
mesi üzerine:
- Ha . . . işte onu da sen bilınemezsin kızını, cevabını verınişti.
***

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının büyük bir hareketin


temsi lcisi olduğunu yazmıştık. Bu hareket türlü akımların kayna­
şağı idi.

70
)çipde samimi dem9krasi .savaşçıları vardı. Bunlar şahsi ve­
ya takım tahakkümü olmaksızın, serbest seçimli hür bir muraka­
be meclisi taraflısı idiler. Bunlara Terakkiperver Cumhuriyet Par­
tisinin idealistleri diyebiliriz. içlerinde, işlerin dürüst gitmesinden,
tahakküm ve yolsuzluk olmamasından başka bir şey istemeyen mü­
tevazı memleketçiler vardı.
Yine hareketin içinde şahsi kinler ve rekabetler vardı. Bi lhas­
sa eski ittihatçılardan bir kısmını bu takıma katmak liizım gelir. Ge­
riciler ise, pek tabii olarak, Terakkiperverlerin safında idi.
Şahsi idareye nihayet vermek, Hakimiyet-i M i lliye prensip­
lerine göre tam bir murakabe sistemi kurmak umumi parola idi.
M ustafa Kemal ' e karşı hususi bir kasıtları olmayıp yalnız otorite
ve sistemden kurtulmak isteyenler de, M ustafa Kemal ' i düşür­
mekten başka bir şey düşünmeyenler de, henüz başlayan devrimi,
olduğu yerde durdurmak veya eski düzeni tekrar kurmak i steyen­
ler de, hepsi bir parolada birlik idiler.
M ustafa Kemal 'in milli kahramanlık ve liderlik otoritesi git­
tikçe zayıflamakta idi. Kunnağa başladığı yeni düzenin devam
edebilmesi için M ustafa Kemal ' in uzun yaşamasından başka çare
olmamakla beraber, bu çarenin de kafi olduğuna inananlar gittik­
çe azalıyordu. l stanbul ' a gelip gittikçe Ankara 'nın ne kadar hafi­
fe alındığını görüyorduk . Meclislerde sözünü esi rgeyen yoktu.
Bizler gazetelerde " ' dalkavuklar" diye teşhir ediliyorduk. Halk ef­
karı bir Ankara müdafaacısına tahammül edemediği için, ortak ol­
duğum " Akşam" gazetesinden ayrılarak Hakimiyet-i M i l liye'ye
geçmek zorunda kalmıştım. Bu gazetenin de sürümü, resmi abo­
neleri ile beraber iki üç bin arasında idi.
M uhalefetle iktidar arasındaki Meclis çatışmaları, İsmet Pa­
şa ve karşı parti liderleri arasında kalsa iyi olacaktı. Ne yazık ki,
Mustafa Kemal ' i n yakınlarından bazıları kürsüde veya koridorlar­
da muhalefet şahsiyetlerine ağır hakaretlerde ve hücuml arda bu­
l unarak, hepsini hak ve halk kahramanı kılmakta idiler. Eski İtti-

71
hatçı Şükrü Bey ' i n bir lokantada masasına tabak fırlattığını duy­
muştuk. Terakkiperver Cumhuriyet Partisinde bir suikast fikrinin
uyanmasında, şahsi kırgınlıkları affetmez kin kızgınlığına çıkaran
bu aşırılıkların da büyük rolü olduğunu sanıyorum.
Bizim duyduğumuza göre ittihatçıların eski MaaıifNaiırı Şük­
rü Bey, 1 908 Meşrutiyetinde suikastlar tertip eden h ususi komite­
nin başında idi. Acaba M ustafa Kema l ' i öldürmek doğrudan doğ­
ruya onun mu aklına geldi, yoksa eski fedayiler zihniyeti içinde ken­
diliğinden mi doğdu, bilmiyorsam da, Meclis içindeki ve dışındaki
l iderlerin suikastlar söylenti ve söyleşmelerini duyup dinlemekten
ileri bir ilgileri olabileceğine hiçbir zaman inanmamışımdır.
M ustafa Kemal 'in ölümü o tarihte yeni rej im i olduğu yerde
durdurmak, hatta yıkmak için tek çare idi. Orduyu emniyetli elle­
re teslim eden M ustafa Kemal'i düşümıek imkanı yoktu. Ölümün
bir çare olması başkadır, öldürmeğe karar vennek başkadır.
Suikast lzınir' de yapıl acaktı . Tertipçiler pek iyi bir nokta seç­
mişlerdi . M ustafa Kemal 'in otomobili bu noktadan yavaşlayarak
geçmek zorunda idi. Kalabalık arasına sokulan ve saklanan katil,
onu vuracak ve kargaşalıktan faydalanarak savuşacaktı. M ustafa
Kemal tren yolculuğunda gecikti. Bu gecikmeyi suikastın keşfe­
dilmiş olmasına veren tertipçilerden biri, ilk ihbarda bulunanın ce­
zadan kurtulması imtiyazını kazanmak için gitti, her şeyi lzmirva­
lisine anlattı. Sanıklar ve şüpheliler tutularak istiklal Mahkemesi­
ne verildiler.
M uhalefet hareketine l i derlik eden kimler varsa, hepsi tutu­
lanlar arasında idi . Bunlardan Ş ükrü Bey'le birkaç arkadaşından
başkasının suikastçı olabileceğine inanılmıyordu. M uhakemeye
adalet m i , umumi bir tasfiye fikri mi hakim olacaktı? Genç devri­
min cinayetle lekelenmesini isteyenlerin büyük kaygısı bu idi.
Ankara'da Kazım Karabekir'i tevki f etmişlerdi. Kazım Ka­
rabekir kendisini götürenlere Başvekil ismet Paşa'yı görmek iste­
diğini söyledi. Yanına çıkardılar. ismet Paşa, Kazım Karabekir'in

72
suikastçılık sanığı olarak yakalandığını duyunca, bütün suikast hi­
kayesinin topyekun bir tertip olduğuna hükmetti. Kazım Karabe­
kir çok eski arkadaşı idi. Mizacı, karakteri, ahliikı ne olduğunu, ne­
ye elverişli , neye elverişsiz olduğunu pek iyi biliyordu. M ustafa
Kemal, suikast tertibinin arkasından çıkacak vakalar bilinmediği
için hükumet reisinin Ankara'da kalmasını istemi şti. Kazım Ka­
rabekir meselesindeki müdahalesini duyunca, kendisine, mesele­
nin gerçekten ciddi olduğunu temin etti ve lzmir'e gelerek duru­
mu yakından incelemesini istedi. ismet Paşa İzmir'e giti. Suikast
hikayesinin aslı olduğuna, hapishaneye giderek Ziya H unşit' i n kar­
deşi Faik Bey'le görüşüp, bizzat Faik Bey'in kendisine verdiği açık­
lama üzerine inanmıştır. Fakat Kazım Karabekir ve arkadaşlarının
acele bir hükme kurban gitmeleri ihtimali üzerine M ustafa Ke­
mal ' den iyice teminat da almıştır.
Terakkiperver Paı1i l iderlerinin, Kazım Karabekir, Refet ve
Ali Fuad paşaların meselesini sonuna kadar takip etti. Paşaları
mahkumiyetten kurtannak için M ustafa Kemal 'le yapmış olduğu
tartışmalardan sonuncusunu, o sırada tesadüfen yanlarına giden Ge­
neral Fahreddin Altay' dan dinledimdi .
O aral ık ben de lzmir'e gitmiştim. Sinemadaki muhakeme­
nin bir celsesinde bulundum. M i lletvekili olduğumuz için mahke­
me heyeti ile beraber sahnede oturuyorduk. Reis Ali Bey'in Ca­
vit' e bir ağır muamelesi pek gücüne gitti. Cavit' in eli cepte konuş­
mak eski adeti idi. Birçok fotoğrafları da böyle çıkmıştır. Şüphe­
siz bir mahkemenin karşısında eli cepte konuşulmaz. Fakat başı
ile oynanan bir sanık, heyecanl ı anl arda kendi kendinin kontrolü­
nü kaybeder. Ona yargılamasından fazla alışkanlıkları hükmeder.
Ali Bey bunu görünce, herkese saygıl ı ve yavaş hitap etmişken,
birdenbire alabildiğine köpürdü. Cavit'e haykıra haykıra hakaret
etti : Bu hakarette eski bir geri İttihatçının, eski bir i leri ittihatçıya
karşı kininin köpürdüğünü hissediyordum. Bu hakaret, Cavit'in
medeniyetçi likte bizden ayrı olmayan kafasına idi.

73
Öğleden sonra Mustafa Kemal' in ve i smet Paşa ';ı;ıııJ bulun­
dukları Çeşme 'ye gittim. M ustafa Kemal, küçük bir köş�te oturu­
yordu. Haber verdiler. Beni yanma çağud\ . Talat Paşa 'nm eski ya­
veri Abdülkadir'le görüşüyordu.
- Ne var, ne yok? diye sordu.
lzmir'e uğrayarak geldiğimi söyledim . istika! Mahkeme­
si'nde gördüklerimi anlattım. Ve:
- Paşam, bir adalet mahkemesi, veya siyasi bir rejim mahke­
mesi, ikisi de olur. Adalet yalnız haklıyı haksızı, rej i m de yalnız
kendi selametini düşünür. Ben ikisini de anlıyorum. Ali Bey' in ne
yapmak istediğini anlıyamadım, dedim.
Ve o günkü celseden bazı misaller verdim.
M ustafa Kemal 'i n benim açıklamalarımdan neler sezindiği­
ni bilmiyorum. O akşam Çeşme 'nin otelinde bir suare vardı. istik­
lal M ahkemecileri de köşkte yemeğe davetl i idiler. Gelince üst ka­
ta çıktı lar. Onlar, ismet Paşa ve Fevzi Paşa konuşmaya daldılar.
Ben aşağıda, davetli lerden olan lzmir müstahkem mevki ko­
mutanı i le bekliyordum. Konuşma uzun sürdü. M eğer bu bir tar­
tışma imiş. M ustafa Kemal birtakım tenkitlerde bulunmuş. Arada
benim adımı da ağzından kaçırmış.
Tabii hepsi bana düşman kesilmişler: " Her şey yolunda idi.
Bu müfsit geldi, araya nifak soktu" diye söylenmişler.
Sofraya inildiği vakit, istiklal Mahkemecilerinin bana seliim
vennediklerini gördüm. M ustafa Kemal ise beni sofrada tam kar­
şısına oturttu. Lüzumlu lüzumsuz benimle alakalanmasına bir ma­
na veremiyordum. Neden bahsedilse, sık sık:
- Öyle değil mi Falih? diyordu.
Yemekten sonra istiklal Mahkemecileri Çeşme' de kalmadı­
lar. Biz suareye birkaç kişi gittik.
Eı1esi sabah otelde otururken başkatip Tevfik Bey geldi:
- Paşa, hemen lzmir'e gitsin, bir vapurla l stanbul 'a, oradan
Ankara'ya gelsin, diyor.

74
Kendi kendime: " Bu da ne demek?" diye sinirlendim. Doğ­
ru köşke gittim. Mustafa Kemal. ismet Paşa ile beraber aşağı av­
luda idiler. Gülerek:
- Ne o'? dedi.
- Bir emrinizi aldım. Ama kusurumun ne olduğunu bilmiyo-
rum. dedim.
- Çocuğum senin kusurun yok. Ben bir gafür, yaptım. Bili­
yorsun görülecek işler var. Ben yamı Ankara'ya dönüyonım. Sen
de doğru lstanbu l 'a git, oradan Ankara 'ya gel. Hem rica ederim
sana, bir mektup yaz, Ali Bey'in hatırını al. dedi.
Dediklerini yaptım. Ali Bey ' i n bir yakınına mektup yazdım.
Fakat Ali Bey ve arkadaşlarından kimlerse bilmiyorum, adeta sof­
rasında ya o. ya biz, diyesiye kadar ileri varmışlar.
Mustafa Kemal böyle zorlamalara hiç gelmezdi. Nasıl düşü­
nememişler, şaşarım. Ben bilfıkis M ustafa Kemal ' in büsbütün sık
davetli leri arasına geçtim. istiklal Mahkemecileri de bir akşam, Ha­
riciye köşkünün bahçesinde birer birer elime sıktılar.
Keşki fesatç ıl ığımda muvaffak olabilseydim! Biz Cahit'le
Cavit'in hiçbir zaman suikastçı olamayacaklarını bil iyor ve Anka­
ra 'ya geldi kten sonra da dunnadan ismet Paşa 'ya baskı yapıyor­
duk. Cavit 'in, eğer onunla beraber başka günahsızlar varsa onla­
rın ölümden kuı1ulamamış olmalarına hfıla vicdanım yanar. itti­
hatçılardan bazıları. kendilerine sığınanları vaktiyle haber vemıe­
mek gibi, kabadayılık jestlerinin kurbanı olmuşlardır.
Suikastçılar Mustafa Kemal ' i öldüremediler. Fakat kendi par­
tilerini öldürdüler. Ne kadar yazık ki, yeni rejimin otoritesi, lzınir
ve Ankara sehpaları üstünde tutundu. Bu kesin tasfiye, her türlü
aleyhtarlığİn veya gericil iğin bütün cesaretlerini kırdı. M ustafa
Kemal ' e başladığı ink1\abı tamamlamak fırsatını verd i .
Nasıl k i , M eşrutiyet ittihat v e Terakki otoritesi d e taklib-i hü­
küınet hadisesinin sehpaları üstünde tutunmuştu.
Fakat. hükümet içinde hükümet gibi bir de lstiklfıl Mahke-

75
mesi otoritesi meydana geldi. Reisin evi hemen hemen ' "merci-i
enam ' ' idi. Bu hal. ismet Paşa'nın devaml ı ısrarları üzeri �e bir ak­
şam, Ankara Palas ' ı n bir balosunda M ustafa Kemal ' in istiklal
Mahkeınecilcrini çağırıp hemen oracıkta vazifelerine nihayet ver­
melerine kadar sürdü. Ertesi günü kendilerine hediye edilen Benz
otomobillerine binerek, fakat aıtık basit milletvekili sıfatı ile Mec­
lise gelmişlerdi .

Değişen Hayat

Tarih der ki: "Japonlar bağımsızlanrnak ve kuvvetlenmek için


medeniyetlerini değiştirınek zaruretini duydular. ilk akıl larına ge­
len şey feodalizm kurumlarını yıkmak ve Garpkari . bilhassa Ame­
rikankankari teşki liitlanmaktı.
1 868 ile 1 877 arasında geçmişe ait ne varsa tahrip olunmuş­
tur. Japonlar, Çin kaynaklarından Avrupa ve Amerikan kültür kay­
naklarına doğru bu gidişe "Garplılaşma" ( Batıl ı laşma) adı verıniş­
lerdir. l 858'dcn sonra, adl iyede, askerl ikte, ticarette, i lim, edebi­
yat ve sanatta bu hareket büyük bir hız almıştır.
Bu ilk devirde Japonlar adeta kendilerinden soğumuşlar, şid­
detli bir Garp ( Batı ) taklitçi liğine kapılmışlardı. Kadınlı erkekl i su­
vareler, maskel i balo, smokinle lokantaya gitmek gibi şeyler hemen
kibar adetleri arasına girdi. Radikal bir ahlak devrimi yapmak, ka­
dını kölelik ve dişilikten ku11aı111ak fikirleri aldı, yürüdü. Frenge
benzemek için saçlarını kıvırtanlara, mavi gözlü olmadıklarına
esef ederlerc sık sık rastlanmakta idi. Bir büyük Japon muhan-iri,
Japon ırkı beyaz ırktan aşağıdır, bu aşağılıktan kuıtulabilmek için
Avrupalı kanı ile aşılanmalıyız, diyordu. Japonlar, Garplı tefekkü­
rün cevherini bırakarak, sathi bir taklitçiliğe kapıldılar. ilk tepki
1 889' da duyulmuştur. Ondan sonra Japonluğun yaratış devri gelir."
Charles Seignobos. on yedinci asır sonlarının hikayelerini
yazdığı sırada der ki: " Büyük Petro, Rusları Asyalı geleneklerden

76
kurtarmak ve Garplılaştınnak için kadınlı erkekli salon toplantıla­
rına da önem verdi. Asilzadeleri bu toplantılara karıları ile birlik­
te gelmek zorunda bıraktı . Fakat toplantılarda kadınlar ve erkek­
ler, hareketsiz ve sessiz, birbirlerinden ayrı otururlardı . ' ·
B u , dar kalıbı kırmak v e topluluğu bir hapis yaşayışından ser­
best havaya çıkarınak ihtiyacından ileri geliyor. Kadın hür olma­
dıkça ve umumi hayata katılmadıkça, topluluğun durgun suyu dal­
galanmaz. Taklit ve özenti devri en çok bizde sürmüştür. Büyük
şehir Osmanlılığı kıyafetini, başlığını. birçok adetlerini değiştinniş­
ti. Fakat kadına ve tefekküre el dokunduramamıştı. Meşrutiyetin
sonlarında dahi ail e ve üniversite şeriat takımının hükmü altında
idi. H ür yaşayış ve hür düşünüş gizli ve her tarafta dört duvarla ka­
palı idi . Bu bir riyakarlar topluluğu idi. Evlerinde açılan. her türlü
Batı adetlerini benimseyen ailelerin kadınları bile çarşafsız ve pe­
çesiz sokağa çıkamazlardı .
Vak;ınüvis on dokuzuncu asrın sonlarına ait bir balo daveti­
ni şöyle hikaye eder: " Bu esnada lngiltere elçisi Tersane-i Amire
Haliç ' inde, gemisinde balo tertibi ile vükelayı davet etmiştir. O vak­
te kadar alafranga ziyafet ve hususiyle balo l stanbul 'ca görülmüş
şey olmadığından görenler ve işitenlerin taaccübünü mucip olarak
türlü sözler tahaddüs etmiştir. Davetli olan zevat, yatsı namazını
tersane divanhanesinde kılarak asat ikide ( alaturka saat) sandallar
ile gemiye gitmişler, sabaha kadar orada eğlenmişlerdir. Ertesi gün
sudurdan Yahya Bey, Hüsrev Paşa'ya ziyafetten sual ettikte:
- Az vakitte çok tekel lüf etmişler. Biz bir ayda tanzim edeme­
yiz. Çare ne? Devletçe bir şeydir, oldu. Gidilı:nese olmaz. Kaşık.
çatal gibi bazı mekruh şeyler vardı, diye münafıkane davranmış ise
de, ' Murassa çatal ve kaşığı padişaha arz eden ve böyle şeylere alış­
tıran kendisidir' demiş olduğunu Esat Efendi kaydeylemiştir.
Beş on gün sonra Fransa elçisi mükemmel bir balo venniştir
ve buna davetlilerden bazıları gitmemiştir. ' '

77
Osmanl ı topluluğunda kadın, taassuba karşı devletin başlıca
tavizi idi. Taassup için ahlak, ırz, ırz da bilhassa kadın demektir.
lstanbul'da kadınların ırzından yalnız kocaları. ana babaları sorum­
lu değil idiler. Bütün mahalle halkı aile hayatını kontrol ederdi. Bir
eve kadın alındığı haberi duyuldu mu. imam, bekçi ve belli başlı
mahall e eşrafı gider, o evi basardı. Çatı arasına ve kümese kadar
aramadığı yer bırakmazdı. Sokakta herkes kadın kıyafetine karış­
mak hakkını kendinde görürdü. Yüzler. eller. kollar ve bacaklar
iyice kapanmal ı, çarşaflar vücut biçimini hiç sezdirınenıeli, peçe­
ler bir süs değil, tam bir örtü olmal ı idi. Bazı kibar semtlerde ve
Beyoğlu'nda bu disiplin biraz gevşerdi. Fakat harp, pahalılık gibi
hadiseler olduğu. veya i dare aleyhine dedikodular aıttığı vakit, he­
men kadın kılığı günün meselesi haline gelirdi. Kadın erkekle bir
arabaya binemezdi. Vapurlarda, tramvaylarda, muhallebici dük­
kanlarında kadın yerleri perde veya kafesle erkek yerlerinden ay­
rılmıştı. Mesirelere kadar her yerde harem kısmı vardı.
1 908 Meşrutiyetinden sonra dahi mesela kız mekteplerinde
edebiyat hocası harem ağası idi. Batılı tefekkür adamı, bir mille­
tin medeniyetini ölçmek istiyor musunuz, kadına nasıl muamele
ettiğine bakınız. der. Osmanlı topluluğunda bu bir dişi muamele­
si idi.
Türkçe oynayan tiyatrolarda kadın rolü, bilhassa Ermeni ler­
de idi. Orta oyununda kadın "zenne"dir: Yani kadın rolünde yaş­
maklı bir erkek!
Kaçgöç hemen hemen umumidir. Evinin kadınlarını yakın er­
kek ahbapları ile tanıştıran açılmış aileler bile, erkek misafirlerini
selamlıkta kabul etmek, "dile düşmemek" zorunda idiler. Rahmet­
li Müşir Ethem Paşa 'nın bir fıkrasını duymuştum. Girit'te vali iken
bir konsolosun davetine gitmiş. Hristiyanlar ve ecnebiler kadınlı
erkekli imişler. Kendisine:
- Bakınız, biz bu davetlere kadınlarımızla geliyoruz. Siz ni­
çin böyle yapmazsınız? diye sorınuşlar.

78
Pek' Fransızca bilmeyen rahmetli Müşir:
- Yoo ... demiş, bizde femme maison, clef poche...
Hamdullah Suphi Türkocaklannda Türk kadınını piyano kon-
serleri veya konferans vermek üzere sahneye çıkardığı zaman, bu,
zamanın büyük hadiseleri arasına geçmişti.
Bununla beraber harem, artık selamlık duvarını zorluyordu.
Edebiyat, kadın davasını tutuyordu. B i rinci Dünya Harbi gelince,
bu da geri kaldı. Hele bozgunlar üzerine Enver Paşa halk arasın­
daki dedikoduları durdı.innak için kadın tavizine girişti. Çarşafla­
rın ayakların hangi noktasına kadar ineceğini tesbit etmek üzere
bir komisyon bile kurulmuştu. Bir gün bir polis müdürü, ada otel­
lerinden birinde bir karı kocanın beraber oturdukl arını duyunca,
bizzat otele giderek kadını sokağa atmıştı.
Çanakkale cephesinde döğüşen büyük rütbeli bir subayın,
anaları Alman olan kızlan bir gün Alman davetlileri ile buluşmuş­
lar. Enver Paşa bunu duyunca, cephede harp eden babayı hemen
emekliye ayırmıştır. O aileden bir hanımla evl i olan bir rüsumat
memurunun da vazifesine nihayet verdirıniştir.
Mütareke gazeteleri okununca, Osmanlı saltanatının sanki ka­
dınlar yüzünden batmış olduğunu zannedersiniz. Mondros'ta tes­
lim olmuşuz, kadına hücum. Düşman donanmaları lstanbul l ima­
nına demirlemişler, kadına hücum. H azne dar, o ay maaş çıkma­
mış, kadına hücum. Gazetelerin birçoğunda İ stanbul polis müdür�
lüğü kadın meselesi i le aliikalanmadığı için tenkit edilmekte idi.
Fakat kadınlar, bilhassa Beyoğlu ve Kadıköy semtlerinde, ec­
nebi işgali sırasında, hay l i serbestleme denemesinde bulunmuş­
lardır.
***

Mustafa Kemal 'in anlattığına göre, ismet ve Fevzi paşalar,


devrimlere başlamazdan önce, kendisine evlenmek tavsiyesinde
bulunmuşlar. Yeni ve gerçek hürriyet devri, kadınla başlayacaktı.

79
Kadın hayata katılacaktı. Halbuki biz 1 923 'te Ankara·ya gittiği­
miz vakit, ora hayatını İ stanbul' dan da çok geri bulmuştuk. Anka­
ra' da lstanbul alafrangalarından hemen hemen hiçbir aile yoktu.
Çankaya' da oturan birkaç uyanık mil liyetçiler, kendi aralarında er­
kekli kadınlı bulu�makta idiler. Fakat sokak tamamiyle kadınsız­
dı. Cinsi ahliik da, bu yüzden, pek aşağı idi . Hatta burada zikret-
. mekten utandığım bir ağız tamimi yapıldığını hatırlıyorum.
M ustafa Kemal dar kabı kıracaktı.
Burada devrimci M ustafa Kemal' in hayran kaldığım bir özel­
liğini anlatmalıyım. Mustafa Kemal, bir Şarklının tamamiyle zıd­
dına, kendi mizaç ve-adetlerini çiğneyerek fikir kahramanlığı et­
miştir. Sevdiği musiki ·alaturka, inandığı Garp musikisi idi. Evin­
den alaturka musikiyi eksik etmemişken, milli eğitimde yalnız Ba­
tı musikisini tutmuştur. Daima musikisiz devrim olmaz, sözünü tek­
rar eder. "Çocuklarımızın ve gelecek nesillerin musikisi, Garp
medeniyetinin musikisidir" derd i . Garp ( Batı) musikisinin ancak
pek hafiflerinden zevk almakla beraber, hemen hemen bütün in­
celiklerini kavradığı alaturka musiki ile onun arasında ve alaturka
lehine bir mukayese yaptığını hatırlamıyorum.
Kadın anlayışında pek Garplı olduğu söylenemez. Hatta ha­
nımların tırnaklarımı boyamasını bile istemezdi. Son derece kıs­
kançtı. Denebilir ki harem eğil im i nde idi. Bu onun hissi, mizacı ve
alışkanlığıdır. Kafasına göre kadın, hür ve erkekle eşit olmalı idi.
Batı medeniyeti dünyasının kadını ile Türk kadını bütün aşağılık
duygularından kurtarılmalı idi. Medeni Kanunla Türk kadınına
Garp kadınının bütün haklarını veren Atatürk, kendi münasebet­
lerinde, bırakınız ecnebi erkekle evlenen Türk kadınını, ecnebi ka­
dınla evlenen Türk erkeğine bile tahammül etmezdi. Devrimlerin
büyük ve eşsiz kahramanı, kendi koyduğu kanunun sonuçları ile
karşılaşmak liizım gelince: " Bize göre değil ha çocuklar. . . " dedi.
Devrimci ve ıslahatçı M ustafa Kemal, bir beyin adamı idi.
Beyni kendi kalbinin de bütün isyanlarını ezerdi. Bir gün bir Türk

80
annasına hangi timsaller konacağı tartışıldığı sırada eski Türk kur­
dundan bahsedilmesi üzerine;
- Timsal... timsal. .. insan zekasıdır timsal, diye haykınnıştı.
Zeka, akıl ve müsbet i lim, onun saygısı yalnız bunlara olmuş-
tur.
Kadını kurtaracaktı. Kuıtannak için önce açmalı idi. Haremi
yıkmalı idi. ilk yapılan işlerden biri, 1stanbul tramvayları ile vapur­
larındaki perdelerin kaldırılması olmuştur. Gariptir, o sırada pek ay­
dın ve i leri bir lstanbul hanımı ile, Halide Edip'le ( Adıvar) konu­
şuyordum. Hanım, Ankara aleyhindeki cepheye katılmıştı: Bana:
- Hem efendim bizim peÇelerimize, perdelerimize ne karışı­
yorsunuz? demişti.
Pek talihsiz adamdı M ustafa Kemal! Fakat talihinden de kuv­
vetli idi. Fikirlerini en çok anlayabilecek olanların, rüyalarında
gönnedikleri ve ilk gen� liklerinden beri özledikleri ıslahat tedbir­
lerini tatbik ettiği zaman, onların mırıldandıklarını görmüştür.
Dikta perde idi. Dikta peçe idi. Kara kuvvetin ve taassubun
diktası altında Sark köleliği ömrü sürenler, kendilerini bu dikta­
dan kurtaran inkılapçıya;
- Ben senden hürriyet istedim mi? demek istiyorlardı.
Kerpiçten bir okulu, galiba bir Rum okulu imiş, Hamdullah
Suphi, T Ürkocağına çevinnişti. M ustafa Kemal ilk defa arkadaş­
larını hanımları ile oraya davet etti.
Hala gözümün önündedir. Salonun bir tarafında kadınlar, bir
tarafında da erkekler toplu olarak oturmuşlardı. Ayakta yalnız bir­
kaç uyanık hanım vardı. Kadınlar büfeye gidip bir şey yemek için
bile kımıldamıyorlardı. Hiç kimseye ailece takdim edilmiyordu.
Kadınlar, erkeklerinin göz hapsinde idiler. Mustafa Kemal bize:
- Çocuklar, ayaktaki hanımlara itibar ediniz. i kram ediniz.
Oturanları kıskandıral ım. Y�vaş yavaş hepsi kalkar, diyordu.
Yavaş yavaş hepsi, fakat o akşam deği l, bir iki yıl içinde yer-

81
!erinden kalktılar ve topluluğa karıştılar.
- Elbet, bu açıl ışta biz de kurbanlar vereceğiz, fakat nihayet
1
alışacaklar, diyordu.
Kadın hareketi büyük bir hızla gelişti. Mustafa Kemal ve is­
met Paşa davetlerin kadınlı olmasına bilhassa dikkat ederlerdi .
N ihayet hareket Medeni Kanuna, kadınla erkek arasındaki her
türlü hukuk farklarının kaldırılmasına kadar gitti. Parola, ileride hiç­
bir gerilemeye imkan verıneyecek kadar, kadına her meslekte yer
vemıekti. Kadın milletvekili, belediye azası, hekim, avukat, her şey
olmalı idi. Üniversitede erkeklerle beraber okumalı idi. Seçimler­
de rey vermeliydi. Taassup şaşırıp kalmalı idi.
M ustafa Kemal büyük bir realisttir. Köy kadınını zorlamamış­
tır. Devrimlerinde evrimciliğe bıraktığı tek şey belki de budur.
Köyde çok evliliğe dahi göz yummuştu. Köy kadınının kurtuluşu,
iktisat ve terbiye şartlarının tamamlanmasına bağlı kalmıştır. Tar­
lada çal ışan kadın, nihayet hür olur. Nihayet bütün haklarını ala­
bilir. Kadın davasında tehlike, harem dişiliğidir.
Meclisteki ve gazetelerdeki taassup çığırtkanları boşuna yo­
ruldular. Mecl iste bir hoca mebus, sık sık kürsüye gelir, " Flôriy­
ye"de denize giren kadınlardan bahseder, dururdu.
***

Kadın hürriyeti i l e Ankara bozkırının katı v e sert yüzü gül­


dü. Ağır ağır yerleşen ecnebi elçi l ikler, şehi r hayatının gelişmesi­
ne yardım ettiler. Davetlerde kadın sayısı gittikçe arttı. Hanımlar
bu türlü toplantıların yeni şartlarına kolaylıkla alışıyorlardı. Bü­
yük zorlukları yabancı dil meselesi idi.
Ankara 'ya bir hayli zaman herkes eğreti gözü ile bakmıştı.
Ne Türkler ailelerini getirdiler. ne de Ruslardan gayri ecnebiler
esaslı yerleşme niyeti gösterdi ler. Onlar için başkent, hala l stan­
bul idi. Ankara' da müsteşar veya başkatipler nöbet tutar, elçiler ara
sıra gelirdi. lngilizler Çankaya'da üç beş odalı bir ahşap ev tutmuş­
lar, Amerikalı lar Evkafın yeni yaptırdığı pek küçük evlerden biri-

82
ni kiralamışlard ı . Fransızlar kale yamacındaki Osmanl ı Bankası­
nın deposunu bir iki büyük Goblen halısı ile kabul salonuna çevir­
diler. Sonradan Fransa' da Başbakanl ığa kadar çıkan Albert San-a­
ut ilk davetlerini bu depoda yaptı. Suareler seyrekti. Başlıca eğlen­
ce briç toplantıları idi.
Çankaya Caddesinde ilk elçilik binasını yaptıran Sovyetler­
dir. Yanar-söner kasaba elektriği devrinde, büyük ve iyi döşenmiş
salonları, uzun müddet, Ankara'nın tek lüksü olarak kalmıştır.
Suriç yoldaş sık sık kalabalık davet yapar, bol votka ve hav­
yar ikram ederdi. Cemiyet hayatına henüz al ışan milletveki lleri­
nin bu ikramlara fazla kapılıp merdivenlerden düşerek inmelerin­
den utanırdık. Bir defa bundan Mustafa Kemal 'a şikayet etmiştik:
"Milletvekillerimize Rus elçiliği davetlerinde az içmeleri söyle­
nilse" demiştik . Rahmetli N uri Conker, " Bu düşmeler sarhoşluk­
tan değildir" diye müdahale etti.
- Ya nedendir? diye sorduk.
- Bu bir raht irtifaı meselesidir, dedi. Biz dar basamak l ı mer-
divenlere alışmışız. Biraz dalınca sefaretin geniş ve yüksek basa­
maklarında muvazenemizi kaybediyoruz, cevabını vermişti.
Saffet Arıkan, Bend Deresi mahallesinde eski ve küçük bir
Ankara evinde otururdu. Bir öğle üstü Fransız sefiri Albert San-a­
ut ile karısı briç ve çaya davet ederek ikramlarının altında kalına­
mağa karar vermiş. Edip Servet Tör ve ben, bir iki arkadaş saat al­
tıya doğru toplandık. iki masalık davetli bütün salonu doldunnuş­
tuk. Karı koca pek eğlendiler, çay vakti geçti, yemek vakti geçti,
'Sabaha kadar bizimle kaldılar. Alaca karanlıkta Bend Deresi 'nin
bir iç sokağında, tam bir Anadolu kasaba dekoru içinde, Albert Sar­
raut ile karısının yorgunluktan solmuş yüzlerini gönnek pek tuha­
fımıza gitmişti.
Türkler için eski Millet Meclisi binası, yeni yapılan küçük gar-
lar. hepsi toplantı salonları idi. Ankara boş ve hara!', hayat taşkın­
dı. Bu bir ihtilalciler havası idi. Coşkun, şevkl i ve daima tetikte bir
hava . . .
Kurtların Yenişehir Caddesine kadar inip, Şehremininin Av­
rupa'dan getirttiği bronzdan kopye kız heykellerini dişledikleri
söylenen bir kış gecesi, Başvekil ismet Paşa yeni evinde elçilere
bir davet vermişti. Gece kar o kadar yağmış ki, otomobiller sap­
lanmışlar, sökülemez hale gelmişler. lngiliz Büyükelçisi George
Clarck yanında müsteşarı ile beraber davetten çıkınca. yürüyerek
evine dönmekten başka çare olmadığını görür. Evi de birkaç yüz
metre yukarıda. Fakat ara yer bomboş kırlık. Biraz i lerleyince, bü­
yükelçiyi bir gülme tutmuş:
- Kurtların bizi parçalaması bir şey deği l... Fakat kurtların par­
çaladığı insanlardan ilk defa olarak kar üstünde frak ve silindir ar­
tıkları kalacak . . . demiş.
Bir aralık garip bir protokol meselesi çıkmıştı. Elçiliklere da­
vet edilenler son dakikada devlet reisi tarafından çağırılınca, elçi­
ye haber gönderip özür diliyorlardı. B u hayli acayip bir işti. Elçi,
sofrasını ve briç masalarını hazırlamıştır. Birkaç gün önce yolla­
dığı davetlerine kabul cevabını almıştır. Tam davet akşamı da bir­
kaç ecnebi misafiri ile kalakalmıştır. M ustafa Kemal ' l i bir geceyi
feda etmek niyetinde olmayanlar, " Devlet reisi çağınnca bütün da­
vetler düşer" diye bir kaide tutturmuşlardı. Halbuki M ustafa Ke­
mal bir elçili ğe davet edilmiş olanları serbest bırakırdı. Biz birkaç
kişi onun bu iznini esas tutar. kabul edilmiş yemek daveti gibi ec­
nebiler için büyük bir terbiye ve nezaket meselesinde mahcup ola­
mamağa çalışırdık. Memleketine dönen bir Amerikan M üsteşarı
tam ayrılacağı gün bana:
- A llahaısmarladık dostum, artık ayrı lıyoruz. Son dakikada
size bir şey söylemek istiyorum. Bir büyükelçinin hazırlandığı ak­
şam, yemek sofrasını boş bırakmanızın nasıl kötü bir tesir bıraktı­
ğını tasavvur edemezsiniz, demişti.

84
lngi l iz Büyükelçisi Ankara'da lngiltere kralını, Amerikan
Büyükelçisi Birleşik Devletler reisini temsil ediyorlardı . Fakat ba­
zı arkadaşlarımız için bir elçiliğe akşam saatinde M ustafa Kemal'e
gideceğini söylemek ve onun feda edilmez davetlisi gibi görün­
mek cakası. her şeyden daha cazibeli görünürdü.
Amiral Bristol . Amerikan temsilcilerinin en sevilenlerinden
biri olmuştur. Bir akşam şimdiki Halk Sineması 'nın yerindeki kü­
çük kulüp binasındaki davette Mustafa Kemal ile buluştu idi. Dev­
let Reisi i le .biribirlerine o kadar ısındılar ki, sabaha kadar kaldılar.
Sonradan duyduğumuz bir h ikayeye göre M ustafa Kemal 'e karşı
ilk suikast o gece olacakmış. Kulübün karşısı, şimdi iş Bankasının
bulunduğu arsa, henüz mezarlıktı. Suikastçı lar orada pusu kur­
muşlar ve ortalık ağarınca sıvışıp gitmişler. İzmir suikastından . sa­
dece yolda gecikmiş olduğu için kurtulmuş olan M ustafa Kemal,
bu vakayı da duyunca:
- Nasıl, ben kendi kendimin polisi değil miyim? demişti.
lzmir'e bir bahane ile tam zamanında gitmemekliğinde ken­
di hususi bir tedbiri olduğunu söylemişti.
Kuvay-ı Milliye zamanı Mustafa Kemal Ankara'daki ecnebi
temsilcileri ile daha içli dışlı imiş. Azerbaycan elçisi, bir yaz ge­
cesi geç vakit atına binmiş, Çankaya 'ya gelerek henüz bahçesin­
de oturan Mustafa Kemal 'in sofrasına katılmış.
Mustafa Kemal. resmi ilişkilerinde son derece dikkatli , titiz
ve nıerasinıci iken, hususi alemlerinde ecnebi tanıdıklarından hoş­
landıkları ile pek samimi idi . Bu münasebetlerde rütbe ve nıevkie
bakmazdı . Bizimle pek dostluk eden bir Amerikan baş veya ikin­
ci katibine Ankara'dan ayrılacağı vakit, ona verdiğimiz veda top­
luluğunda bulunmuş ve kendisi ile arkadaşça eğlenmişti.
Eci1ebiler bir kahramanı daha iyi anlıyorlardı. M ustafa Ke­
mal ' i n zaferi ne demek olduğunu bizden daha iyi biliyorlardı. Bi­
zim kendisinde fazla gibi gördüğümüz şeylerin, bir milli kahra­
manın pek tabii hususiyetleri olduğunu düşünüyorlardı. Mustafa

85
Kemal bir mizaç, büyük bir m izaçtı. Bu mizaç çetin ve yenilmez
tehlikelerde ve güçlüklerde görünüp, sonra bir derviş hyyu ses­
sizliği bağlayamazdı . Bu m izaç Selanik'te Beyaz-Kule masasın­
da ne i se, Anafartalar'da ve Kocatepe'de de o, Çankaya'daki sof­
rasında da o idi.
Ankara'da hayat, bir taslak olmaktan kurtulmuyordu. Şehri
yapmak lazımdı.

Bir Şehir Yapmak

Ankara, Atatürk 'ün büyük işleri ve eserleri arasındadır. An­


kara 'nın kuruluş h ikayelerinden bazılarını Cumhuriyet tarihine ha­
tıra olarak bırakmak istiyorum.
Bir devlete bir başkent, bir orduya karargah gibi seçilmez.
Devleti idare edenler, nesillerce bu şehirde oturacaklardır. Birçok
kültür merkezleri bu şehirde yerleşecektir. Şehir ikliminin insan
sağlığı ve sinirler üstündeki iyi veya kötü tesirleri bütün memle­
kette duyulur. Bir başkentte, on i k i ay çalışılabilmel idir. Maaş ve
geçim hatırı için ancak " ilişilebilinen" bir şehir, başkentlik vazi­
fesini yapamaz.
1 07 1 Malazgirt'ten sonra büyük Türk devletlerinin başlıca­
larından yalnız biri yaylada bir merkez edinmiştir. Konya, Selçuk
devletinin başkenti idi.
Osmanlıların i l k payitahtı B ursa, ikincisi Edime, üçüncüsü ls­
tanbul 'dur.
Müslüman ve Türk halk lstanbul'a Fatih 'ten sonra aktı. Tür­
l ü türlü şiveler ve milliyetler, bu şehirde kaynaştılar. Bugünkü şi­
vemiz bu kaynaşmanın eseridir. l stanbullu da, uzak yakın bütün
taşralardan göçme pek çeşitli mizaçların bir yoğuruluşu idi. Her
Müslüman, hangi ırktan olsa, lstanbul 'da Türk olmuştur. lstanbul,
dilde ve milliyette kaynaştırıcı, yoğurucu ve birleştirici bir rol oy­
namıştır. lstanbul, Osmanlı i mparatorluğunun yalnız idare değil,

86
her bakımdan merkezi haline geldi. Bazı şai1lar içinde devlet de­
mek, hemen hemen o demekti.· Sırasına göre p:ıdişahları değişti­
ren, hükümetleri vezirden vezire devreden o idi. Devlet için, her
işte ve en başta lstanbul ' u düşünmek bir zaruret haline gelmişti.
Tarih, l stanbul 'a işsiz ve karıştırıcı halk yığınlarının göç et­
mesini kolaylaştırdığı için Kanuni Sultan Süleyman 'ın bu şehre su
getinı1iş olduğundan pişmanlık duyduğunu yazar. Bir harp sırasın­
da, l stanbul'un derdinden devlet derdini düşünmeyen bir padişa­
ha, veziri:
- Harp olunca lstanbul 'dan çıkıp Bursa gibi bir şehirde otur­
mak lazımdır, demişti.
Hanedanlar için taç ve taht, çok defa her şey demektir. lstan­
bul o kadar her şeydi ki, padişahlar için onun uğruna feda edilme­
yecek şey yoktu. Büyük bir vatan müdafaasında lstanbul 'dan bir
gün bile ayrılmak, hanedan için taçtan, tahttan, devletten ve her ne
var ne yoksa hepsinden olmak demekti . Çanakkale muharebesi za­
manında düşmanın Akdeniz boğazından geçerek l stanbul 'a gelme­
si ihtimali düşünüldüğünden Anadolu'da bir merkeze gitmek ha­
tıra gelmişti. Sultan Reşad için de Eskişehir' de bir konak hazırla­
nacaktı. Bu haberi duyan saraylı lar:
- Padi�ahımızı taşralara götürecekler... diye ağlaşıyorlardı.
Mesele. hanedanın lstanbul'dan çıkmasına gelince, düşman­
la mutlaka uzlaşılmalı idi. Taç ve tahtın lstanbul 'da kalabilmesi
için her şey verilmeli idi.
Fakat memleket sınırı Edinıe'ye gelince, yazılmasa ve söy­
lenmese bile, Anadolu 'da bir merkez edinmek fikri alttan alta iş­
leniyordu. Devlet bütün müesseseleri ile o kadar şehirleşmişti ki,
bir gün l stanbul elden gitse hiçbir şeyimiz kalmayacaktı .
Balkan Harbinden sonra devlet merkezini artık l stanbul ' dan
Anadolu'ya aktarmak fikri, ilk defa açıkça galiba Mareşal Fon der
Golz Paşa tarafından ileri sürülmüştür.

87
Mustafa Kemal acaba neden Ankara 'yı seçti? Meselenin böy­
le konuşu doğru değildir. Mustafa Kemal sadece Ankara'da kal­
maya karar vermiştir. Ankara ilk zamanları milli kuı1uluş savaşı­
nın karargahı idi. Düşman, onun yakınlarına kadar gelmiş, fakat
kapısını zorlayamamıştı. Yer yer birçok bölgelerde Büyük M illet
Meclisine karşı ayaklanmalar olmuşken, Ankara, hareketi ve M us­
tafa Kemal'i sonuna kadar tereddütsüz tutmuştur. Tutuşunun se­
bebi kuvvet baskısına verilemez. Çünkü Ankara'da askeri kuvvet
daima pek azdı. irtica, fesat ve tahriklerinin böyle kuvvetleri, çok
da olsalar, ne çabuk erittikleri de başka merkezlerde görülmüştür.
Sonra din işleri reisliği vazifesini gören rahmetli Hoca Rifat Efen­
di, pek vatanperver, dürüst ve cesur, bundan başka Ankaralıların
da pek saydığı bir adamdı. Seı1 yaylanın bu çetin karakteri, heın­
şerileri ile beraber, en güç zamanlarda Mustafa Kemal 'e bağlı kal­
mıştır. Ve sadece inandığından ve inandıklarından!
Bundan başka demiryolu Ankara'da sona ermekte idi . Sa­
karya günlerinde orası bırakılsa bile yine geri dönüleceğine şüp­
he yoktu.
M ustafa Kemal Ankara'yı merkez seçmiş değildir. Dediği"
miz gibi Ankara' dan çıkmamıştır. Birçok şehir rekabetlerini önle­
menin çaresi de bu idi.
Onun için Ankara başkent olabilir mi, olamaz mı? iklimi bu­
na elverişli midir? ileride birkaç yüz bin nüfusu idare edecek su
bulunabilecek midir? Bu çıplak toprak bir gün yeşerebilecek mi­
dir? Bu sualler sorulmamıştır. ihtisas tetkikleri yapılmamıştır. Ay­
dın bir generalimiz:
- Ankara 'nın merkezliği geçici bir şeydir. Sıfırın üstünde me­
deniyet olmaz. Onun için buraya çok masrafetmemeliyiz, diyordu.
Bir başkası :
- Bir müddet kalırız. Yerleşmeğe uğraşırız. Sonunda l stan­
bul 'a gitsek bile, sıkışınca Anadolu'da taşınabi lecek bir merkez
edinmiş oluruz, diye avunuyordu.

88
- Bu yüksekliğe kal p dayanmaz. Ankaralı Enneni ler bile el­
lisine gelince l stanbul ' a göçerlem1iş, diyenlere rastl ıyorduk.
Avrupa'nın başlıca bayındır şehirlerinden biri. Madrid, 655
rakımlıdır. M ünich 'in rakımı 526'dır. Ankara 907. Sıfırın çok üs­
tünde medeni merkezler daima kurulmuştur. Mesele su bulmakta.
yaşanabilecek bir iklime kavuşabilmektedir. Ankara, bir yayla şeh­
ridir. Lion Üniversitesi Climatologie Profesörü Piery der ki: " B u
iklim, mihnet v e meşakkate karşı koyma terbiyesi veren eşsiz bir
mekteptir. Buradaki insan, tabiatın asiliği i le savaşmayı ahlak edin­
miştir. Sıcak memleketlerin yakıcılığı ile olduğu kadar, kutup so­
ğuklan ile de uyuşabilir. B u iklim, inisiyatif kabiliyetini ve moral
enerj iyi geliştirir."
Moskova Merkez Biyologie ve Climatologie Enstitüsü profe­
sörlerinden Doktor A leksandrofda şöyle demiştir: · 'Osmanlı Türk­
lerinin, anayurt iklimlerine hiç benzemeyen çeşitli dünya bölgele­
rinde asırlarca yaşayabilmeleri ve buraların hususiyetlerine göre ne­
sil üretebi lmeleri, işte bir yayla ikliminin nimetlerinden biridir."
Sakarya, yayla karakterinin bir dayanış zaferi idi.
Fakat biz bütün bu bilgileri sonradan ediniyorduk. Bilhassa
i lk on yıllık tecrübeler bizi Ankara'ya daha inandırmıştı. Teknik
teferruat ile okurlarımı yormak istemiyorum. Bir iki nokta üstün­
de durup geçeyim. Ankara bozkır mıdır? 1 00 rutubet mikyasına
göre 55-75 orta derece sayılmaktadır. Bulutla tam kapalı havayı
1 0 farz ederseniz, Ankara'nın ortalaması 4,Tdir. Bir yılda Anka­
ra havası 1 1 5 gün açık, 86 gün kapalı, 1 64 gün az çok bulutlu ge­
çer. Y ı l l ık yağışın metrekareye 427 ki lograma çıktığı vardır.
220'den aşağı hiç düşmemiştir. Ankara'da bütün mesele ağaçla­
mada, sıhhi ısıtmada ve iklim hususiyetlerine göre yemektedir.
Ankara' da oturanların ağır yemekten sakınmaları lazımdır. Bütün
bu meseleler için etütler vardır. Ankara Belediyesinin, hiila neden
hepsini bir broşürde toplamamış olmasına şaşıyorum.
***

89
Ankara bugün bir şehirdir. Atatürk 'ün başladığı, nedense bı­
raktığımız ağaçlama davasına devam etmekten ve imar hatalarını
düzelterek yeni bir hızla devam etmekten başka meselesi kalma­
mıştır.
Halbuki ilk zamanları o bir avuç nüfus için yüz yıkayabile­
cek kadar su bulmak devlet reisinin ve hükumetin bel li başlı gün­
delik dertleri arasında idi.
Osmanlı lar anıt yapmışlar, fakat şehircilik yapmamışlardı.
lstanbul sokaklarının, en zengin saltanat devrinde dahi, bir düğün
alayı geçemeyecek darlıkta olduğu için padişah femıanı ile cum­
baların yıktırıldığını tarihlerde okuruz. Kanuni devrinde l stanbul 'a
gelen bir elçi, burası sokağa çıkabilecek bir şehir olmadığı için bü­
tün vaktini evinde geçirdiğini yazar. Bizim dostumuz, ordularımı­
zın zaferine dua ederek l stanbu l ' da oturan bir genç Macar, Tarab­
ya'dan Boğaziçi 'ne baktığı vakit, burası bir başka milletin elinde
olsa cennete döneceğini söyler.
Gitgide anıt yapıcıl ığı kudretini de kaybetmiştik. Osmanlıla­
rın son zamanlarında artık hiçbir şey yapmıyorduk, nasıl yapılaca­
ğını bilmiyorduk. M imari kültürümüzü taınaıniyle kaybetmiştik.
imar işleri için elimizde Avrupa örneklerinden Türkçeye çevirdi­
ğimiz belediye nizamname maddelerinden başka bir şey yoktu.
Ankara 'yı devlet bütçeden yapacaktı. Bu tabii bir göç mas­
rafı idi. i l k akla gelen şey, Avrupa'dan bir Frenk şehirci çağırarak
pliin yaptırmak ve hükumetle dışarıdan gelen memurları yerleştir­
mekti. Gerçi bir aralık bir Alman geldi. Yenişehir' in çekirdeğini
kurdu. Fakat bu da ancak çok parası olanların alabilecekleri bir pa­
halı evler mahallesi idi. Saracoğlu apartmanları yapı l ıncaya kadar,
az ve orta maaşlı memurlar, eski evlerde tahtakurulu birer odaya
sığınmışlardır. Bir matematik hocasının böyle bir odada iki çocu­
ğu, karısı ve kaynanası ile oturduğunu biliyorum. Halbuki yeni An­
kara köşkler ve apartmanlarla hemen hemen donanmıştı. Ankara
Belediyesinin emrine veril mek üzere, Yenişehir tarafında, geniş

90
topraklar aldığımız vakitkanuna bir tek m�dde koymağı hatıra ge­
tinnemiştik: ' " Bu arsalar. bina yaptıracak olanlara, yaptıracaklan
binaya lazım olduğu kadar ve alındığı yıl kullanılmak şartı ile sa­
tılacaktır. "
Bir küçük madde daha unutmuştuk: "Ankara Emval-i met­
nlkesi ve hazne toprakları, Ankara İ mar Sandığına serınaye ola­
rak ayrı lacaktır."
Çünkü hemen spekülasyona dalmıştık. Herkes saklayıp ile­
ride satmak üzere arsa edinmek hırsına kapılmıştı. Şehir imarları­
nın başlıca düşmanı spekülasyon olduğunu düşünecek halde bile
değildik. Bunlar yeni devletin "kusurları" değil, "tecrübesizlikle­
ri " idi. Bizim 1 924 'te neleri ne kadar bilmediğimiz ve bu memle­
kette nelerin ne kadar bilinmediği anlaşılmadıkça, Cumhuriyetin
başardığı işler hakkında iyi bir fikir edinilemez.
Bundan yirmi beş yıl önce Ankara'da yapılmamış olanların,
bugün lstanbul 'da yapılmalarına bile, arada bunca görgü edinmiş­
ken, şimdiki demagoji havası içinde imkan var mıdır?
Milletlerarası bir müsabaka açılması fikri nihayet muvaffak
olabildi. Gelen planları hakem heyeti ile bizzat Mustafa Kemal de
tetkik etti. Müsabakayı Profesör Yansen kazanmıştı. Planın tatbi­
kine başlanması Şükrü Kaya'nın Dahiliye Vekilliği zamanına te­
sadüf eder. Şükrü Kaya, şehirleri planlaştırmak davasını bütün
Türkiye'ye genişleten kanunları çıkannakta büyük amil olmuştur.
imar işlerini kolaylaştınnak için i ller Bankasını kuran da doğru­
dan doğruya odur. Lider olarak M ustafa Kemal, hükfımet reisi ve
bütçenin hakimi olarak ismet Paşa, eyi fikirlerin yürümesi için
herkese yardım etmiye hazırdırlar. Fakat bu fikirlerin hepsini ken­
di kendilerine yaratamazlardı . Her türlü i ş le kendileri uğraşamaz­
lardı. Onun için birçok eyi teşebbüsler, her ikisinin medeni anla­
yışlarından faydalanmasını bilen bakanlara nasip olmuştur. Eğer
Lütfi Kırdar, Atatürk'ün o devirlerinde l stanbul ' a vali olup da is­
met Paşa' dan gördüğü yardımı ondan da görse ve Atatürk ' ün sev-

91
diği gayretleri alabildiğine destekl iyen teşviklerini bulsaydı. ben
derim ki, l stanbul bugün bambaşka bir şehir olur giderdi. işler,
M ustafa Kemal devrinde de, ister istemez adamına bağlı kalmış­
tır. Adam da "tesadüf ' etmeli idi.
***

Yansen planının v e umumiyetle plan disipl incil iğinin, spekü­


lasyoncular ve keyifçiler elinde i flas etmesine yandığım kadar hiç­
bir şeye yanmam. Bu hatıraları okuyucular arasında bir gün ikti­
dar fırsatını elde edenler olursa, kendilerine hizmet etmek için
menfaatçilik ve keyiflik yüzünden Ankara'nın neler kaybetmiş ol­
duğunu kısaca anlatayım. Ta ki Şark kafasının ve mizacının, Ata­
türk ' ün enerj isini bile eriterek, en güzel hayallerimizden birini na­
sıl söndürmüş olduğunu göresiniz.
Profesör Yansen Atatürk' le ilk buluştuğu zaman masasının
üstüne belediye mühendislerinin bir proje taslağını koydu. Bu tas­
lak Ankara Palas oteli i le Belvü oteli ve Ziraat Bankası arkasında­
ki üçgeni ana caddeye bağlayan yolları gösteriyordu:
-Bu yolların vazifesi nedir, dedi, bu binaları caddeye çıkar­
mak, değil mi?
Hepsini silerek kendisi bir tek yol çizdi :
- Bu tek yol aynı vazifeyi yapar. Eski yollardan artan arsa par­
çalarını etrafındaki bina ve bahçelere katacaksınız. Bugünkü arsa
fiyatı ile bu satacak olduklarınız ve bugünkü yol maliyeti ile yap­
maktan vazgeçecek olduklarınız yüz yirıni bin l iradan fazla tutar.
Halbuki siz şehir planının bütün teferruatı i le hazırlanması için 1 20
bin lira harcayacaksınız. Sadece şu küçük mahalle parçasındaki ta­
sarrufunuzla bu parayı kazanmış oluyorsunuz.
Yansen tercümanla konuşmakta idi. Arkasından bir sual sor-
du:
-Bir şehir planını tatbik edebi lecek k adar kuvvetli bir idare­
niz var mıdır?
Atatürk kızdı. Koca memleketi yedi düvelin elinden kurtar-

92
mışız. Bir Ortaçağ saltanatını yıkarak yerine bir yeni çağ devleti kur­
muşuz. Bunca devrimler yapmaktayız. Bütün bunları başaran bir
rej imin bir şehir pliinını tatbik edebilecek kuvvette olup olmadığı
nasıl sorulabilirdi? Biraz sertçe cevap verdi. Dik kafalı Prusyalı :
- Belki sizin hakkınız var, dedi, biz Almanya' da bile türlü güç­
l üklere uğruyoruz da, onun için sormuştum.
Sonra planının prensiplerini izah etti:
-Yepyeni bir şehir k uracaksınız. Size şehircilik sanatının son
sözlerini getiriyorum. Dünyaya bir örnek vereceksiniz. Biliyorsu­
nuz, Avrupa şehirleri motörden önce yapılmıştır. Motör eski anla­
yışları ve nizamları altüst etti. Eskiden otelleri, anıtyapıları ve dev­
let dairelerini büyük caddeler üstüne dizmek adetti . Halbuki, bili­
yorsunuz, Paris'teki Champs Elyses Caddesindeki ağaçlar benzin
zehrine dayanmadığı için sökülmüş ve yerlerine daha tahammül­
lü yeni ağaçlar dikilmiştir. (iki cins ağacın ismini şimdi hatırlamı­
yorum.) Dünyanın en dar yolu hangisidir? Bir metre yirmi santim
genişliğindeki demir yolu. Halbuki trenler bu yoldan yüz elli k ilo­
metre hızla gider. Çünkü insanlar gürültülü ve dumanl ı lokomoti­
fe hususi bir yol vermek, kendileri ya üstünden ya altından köprü
ile geçerek onu rahatsız etmemek liizım olduğunu görmüşlerdir.
Paris de Champs Elysee dünya büyük şehirlerinin en geniş cadde­
lerinden biridir. Bu caddede otomobillerin nasıl tıkandığını, bu tı­
kanışlarda süratlerin nasıl yedi kilometreye kadar düştüğünü bili­
yoruz. Yeni şehirler şimdi motör için aynı şeyi yapmaktadırlar.
( Pliin taslağındaki Atatürk Bulvarını göstererek) Bu yola bakınız.
Onu otomobi llere ayırdım. Yan yollar bu caddeyi ancak yarım ki­
lometrede bir kesecekler ve karşılıklı kesmiyecekler, her yan yo­
lun köşesi, caddeye inen arabaları gösterecek gibi açık bırakılacak.
Evler, daireler ve apartmanlar geriye doğru yapılacak ve hiçbiri- .
nin caddeye kapısı olmayacak. Bu cadde üzerine yaya kaldırımı
yapılmıyacak. Yan yolların her biri caddeyi bir bloka bağlayacak­
tır. Siz istasyondan arabanıza binerek yüz kilometre hızla gidece-

93
ğiniz yere doğrulacaksınız. Nasıl bir tren istasyona yaklaştığı za­
man yavaşlarsa, arabanız gitmek istediğiniz bloka sapmak için sü­
ratini kesecek, sizi kapınıza bırakacak ve arka yolların hepsi blok­
ların sonunda kapalı olduğundan. tekrar geri dönerek caddeye çı­
kacaktır. Tıpkı otomobil yolunuz gibi. blokların arkasında yaya­
lar için bir de yeşil yolunuz olacaktır.
" Bu yolu ucuz ve gelişi güzel yapacaksınız. Ağaçlayacaksı­
nız. Nasıl yayalar otomobil yolunu yarım kilometrede bir kesiyor­
sa, otomobi 1 ler de yeşi 1 yolu yarım ki lometrede bir kesecekler. Ç o­
cuk arabası önünüzde, yalnız beş yüz metrede bir etrafınıza baka­
rak, yolun sonuna kadar rahatça gideceksiniz. Bu bloklar içindeki
evlerinizde, otellerinizde hiçbir klakson sesi duymadan rahat uyu­
yacak, dairelerinizde rahat çalışacaksınız. Sokakta benzin zehri te­
neffüs etmiyeceksiniz. ' '
Atatürk neşe ile dinliyordu. Profesör, Ankara yol larında hiç­
bir seyrüsefer memuru bulunmıyacağını söylüyordu. Pek işlek yol­
ları birbirinin üstünden veya altından geçirmek için yapılan mas­
rafın, kavşak noktalarında bekletilen seyrüsefer memurlarının on
yıllık aylığı karşılığı olduğunu anlatıyordu. Arka dar sokakları ise
sapış yerlerinde o kadar dik bir açı ile döndürüyordu ki, otomobil­
ler ister istemez süratlerini beş on kilometreye indinneden yolla­
rına devam edemiyeceklerdi. Meskenler, son şehircilik kongrele­
ri kararlarına göre, döı1 kattan fazla olmamalı idi. .
Şehircilik sanatı, yerleşme bölgesinin yüzde dokuzunu umu­
mi parklara ayımıakla kanaat etmiyordu. Her ciğerin hakkı olan
havayı her pencereye paylaştıran yeşil saha usulü konmuştu. Dev­
let daireleri bir mahallede toplanacaktı.
Bir imar komisyonu yapmıştık. Reis bendim. Rahmetli Yali
ve Belediye Reisi Nevzat da bu komisyonun azası idi . Bir ecnebi
mütehassısının dediklerini yapmaktan başka elinden bir şey gel­
nıiyen bir belediye reisi olmağa daha ilk günü isyan etti. Açıkça

94
muhalefet de edemiyeceği için, adet olduğu üzere, devaml ı bir bal­
talama yolu tuttu.
Birçok arsalar spekülasyoncuların eline geçmişti. Bunlar en
başta devlet dairelerinin bir mahallede toplanmak fikrine karşı
koydular. Çünkü Ankara'da nüfuz ticaretinin ilk kaynağı, mesela
Cebeci'de ucuz bir arsa almak ve Maarif Vekiline konservatuarı
orada yapmağa karar verdirerek arsasını ona satmaktı. Yansen pla­
nı, devlet dairelerini Atatürk Bulvarı üzerindeki bugünkü yerine
topluyor ve hemen yakınında 3000 memur meskeni için de arsa­
lar ayırıyordu. En son bina, Büyük M illet Meclisi olacaktı. Devlet
daireleri i le 3000 memur meskeninin yapılacağı bölgeyi kamulaş­
tınnağa karar vermiştik. Başvekil ismet Paşa:
- Bunun için yüz bin liradan fazla para veremem, dedi .
Devletimiz çok fakir idi. Hepsinin bu para ile alınabilmesi için
cadde üstündeki arsaların metrekaresine bir lira koymak lazımdı .
Öyle yaptık. Emniyet anıtının bulunduğu kısımda Atatürk' ün ya­
kın arkadaşları da arsalar edinmişlerdi. Hemen fiyata itiraz ettiler.
Atatürk'e durumu izah ettik. Arkadaşlarını itiraz etmekten menet­
ti. Böylece arka taraflara doğru fiyat ine ine bütün sahayı l l 8 bin
liraya devfete mal etmiş olacaktık. Bu sefer Meclisteki spekülas­
yoncular:
- Devlet daireleri bir araya toplanamaz, bir hava hücumunda
hepsi yıkılıp gider, diye kıyameti kopardı lar. Yeni çıkan meseleyi
de Atatürk 'e götürdük:
- Hepsini ayrı ayrı müdafaa edeceğim yerde bir arada müda­
faa ederim, bundan ne çıkar? dedi. Son baltalama da suya düştü.
Büyük M illet Meclisinin bu gün yapılmakta olduğu toprakları al­
mak için kamulaştırma masrafına 20 bin lira kadar bir şey ekle­
mek Iiiz ımdı. Kabul etmediler:
- Biz Meclisi oraya yaptırmıyacağız, dediler.
Proje tatbik edil ince, M i llet Meclisi de nihayet orada yapıl­
mak lazımgelmiştir. Fakat yıllar geçtiği için 20 bin lira yerine iki

95
buçuk m ilyon l iradan fazla kamulaştırma parası harcanmıştır. Bun­
dan başka mahalleyi Mil let Meclisi binası nihayetlendireceği yer­
de. içişleri Bakanlığı binası nihayetlendirdiği için, bir anıtyapı olan
Meclis geride ve önü kapalı kalmıştır. Gelecek nesiller i çişleri Ba­
kanlığını bir gün yı kacaklardır.
Devlet dairelerinin etrafı yeteri kadar açık bı�akılınıştı. Af­
yon Mil letvekili rahmetli Ali Bey Bayındırlık Bakanı olduğu va­
kit. birinci işi, minaresiz kubbe kilise kubbesi demektir, diye yar­
gıtay toplantı salonunun kubbesini yıktııınak olmu�tur. Böylece bü­
tün ses tekniği bozulmuştur. Ali Bey, Atatürk'ün geçici kabrinin
bul unduğu eski müze binasının da minaresiz bir kubbesi olduğu­
nu görmemiş olabilir m i idi'? Rahmetlinin ikinci işi:
- Bu kadar boş toprak bırakılır mı'? diye daireler semtinin
umumi ahengini bozarak şuraya buraya dilediği üslupta yapılar
kondurmak olmuştur.
Yansen şehir planını yaptığı vakit, onun bir yandan Çanka­
ya. bir yandan telsizler istikametine doğru genişliyeceğini ve is­
tasyon arkasının da endüstri bölgesi olacağını düşünmüştü. Şehir
Çankaya yolunun etrafına alabildiğine yayıldı. Profesör bu hadi­
seyi kabul etmek tazım geldiğini, ancak istasyon yerini de aynı ge­
l iştiııneye uyduııııak zarureti baş gösterdiğini izah etti. Henüz gar
binası yapılmamıştı. Yeni istasyon meydanı, Di l-Tarih Fakültesi­
nin karşısı olacaktı. Ankara'ya gelenler bugünkü istasyonla köp­
rü arasındaki mesafeyi kazanmış olacaklardı. Mahalleler ortasın­
daki bugünkü manevra istasyonu rezaleti olmıyacaktı. Gitmiş, Ba­
yındırlık Bakanını görmüş. Ali Bey:
- Ben öyle fikrinden cayan mütehassıs istemem, demesin mi?
Profesör ters pürs otele geldi. Ali Bey bir binadan çok fazla .
bir makine olan gar binasını da müsabakaya bile koymadan, o za­
man Bayındırlık Bakanlığına bağlı Yüksek Mühendis Mektebi
diplomalı larından bir gence yaptırıveııııiştir. Başına buyruk ve
inatçı idi.

96
Rahmetl i Nevzat:
-Malatya'da dağ başında yollar yapmışım. Yansen bana şe­
hir içinde sokak yapmayı mı öğretecek? diyordu.
Ve bir göstennel i k olmak üzere parasının çoğunu, Atatürk' ün
daima geçtiği bulvarı, plan disiplininin tersine, süslemek için har­
cıyordu.
Hacettepe Evkafındı. imar Kanununun verdiği hakka daya­
narak hiç parasız belediyeye devretmiştik. Uzun müddet el bile do­
kundum1adı ve arkadan arkaya, oraya bir mektep yapılması için
Milli Eğitimi teşvik etti. Bir gün Başvekil ismet Paşa Çankaya'dan
dairesine gelirken, yanında bulunan valiye Hacettepe'yi gösterir:
- Neden burasını ağaçlamıyorsunuz'? diye sorar.
Biraz sinirl ice sorduğu için tepe hemen o mevsim park ol­
muştur.
Akköprü'den gelen yol ile Meclis önünden istasyona inen yo­
lun kesiştiği yerde:
- Yeni şeyler yapmak için paraya ihtiyacınız ' ar. bu iki yolu
birbirinin altından üstünden geçinnck için şimdi lik ma�raf etme­
yiniz, diyerek, şehir mütehassısı tarafından bugünkü yuvarlak pro­
jesi yapılmıştı . Belediye Reisi bunu tatbik ettim1eyi adeta bir şe­
ref meselesi haline soktu. Otomobiller yavaşlıyarak geçmek zo­
runda oldukları için Atatürk 'e burada suikast yapmak kolay ola­
cağı ve nıesuliyeti üstüne alnııyacağı iddiasına kadar gitti. Atatürk
bizzat geldi, meseleyi tetkik etti:
- Yuvarlağı belki biraz daha daraltmak lazım. ama fikir doğ­
rudur, yaptırınız, dedi.
Belediye Yansen planının kavşak prensiplerini nerede tatbik
etmemişse, orada kazalar olmuştur ve senelerden beri seyrüsefer
memuru beklemektedir. Yalnız bu yuvarlağın olduğu yerde hiçbir
kaza olmamıştır ve hiçbir seyrüsefer memuru beklememiştir.
Profesör:
- Tuhaf zat bu valiniz, evinde iki ampulü yanmasa bir elekt-

97
rikçi çağım. Tesisata el sünnez. Çünkü elektrikte ölüm vardır.
Ölüm olmadığı için benim planıma dunnadan karışıyor. Halbuki
şehircilik, elektrik tesisciliğinden çok daha ince bir sanattır, diye
söylenirdi.
***

Şehir planında evsiz fakirlere verilmek üzere bir ucuz arsalar


bölgesi ayrılmıştır. Bu arsalar her isteyene parasız da verilebile­
cek fakat yapılanlar ufak kulübeler de olsa bir mühendisin kontro­
lü altında bulunacaktı. Tam merkezde mektep, çarşı ve dispanser
gibi umumi tesisler için bir yer ayrılacaktı. Belediye bu vazifesini
de bir yana bıraktı. Dışarıdan gelenler Ankara Kalesi tarafındaki
sırtlarda ilk gecekonduları tecrübe ettiler. lmar Komisyonu yıkıl­
ma kararı verdi, vilayet ve belediye aldırış bile etmedi. Türkiye' de
gecekondu faciası, işte o zamanlar Ankara Belediyesinin imar
plancılığını bu türlü baltalamasından aldı, yürüdü.
Şimdi, Ankara'da bir kaçak şehir var! Bir bütün şehir ... Ka­
le etrafındaki dağları kaplıyan bir şehir. .. Çok defa kendi kendime
düşünür sıkılırım:
- Türklerin şehirciliği mi? Yenişehir taraflarında gördüğünüz
bir Avrupalı şehircinin planı ...
Ve bir dev pannak bana dağ mahallesi ve yayıntılarını gös­
terir gibi olur:
- Onların asıl medeniyeti ve kültürü işte bu .. der.
Bizim polisin elinden bir yankesici kaçamaz, fakat bir ev, bir
mahalle, bir şehir kaçabilir. Buna akıl erdirebilir misiniz?
Kusur halkta mı? Hayır, bizim şehirplancılığını anlayışımız­
da! Ankara pl:lnında bu türlü fakir ve işçi evleri için ayrılan bölge
o vaktin ucuzluğu ile hemen hemen hiçe kamulaştırılacaktı ve aı;.­
sa parası olmıyan, çalışarak, didinerek bir yuva edinmek istiyen­
Iere orada yer gösterilecekti. Yapmadık, Şimdi yapmağa çalışma­
lıyız. Şehirler ebedidirler: Planlarındaki bozukluklar düzeltilmek
ve yanlışlar geri alınmak için hiçbir zaman geç sayılmaz ve olup

98
bittiler ne kadar ehemmiyetli olsa da, onları köklerinden temizle­
yecek tedbirler alınmaktan kaçınılamaz.
Bir gün imar mütehassısına Atatürk' ün yakınlarından biri
için yaptıracağı bir ev projesi getirmişlerdi. M ütehassıs Ör ley ba­
na geldi:
- Çankaya' dan getirdikleri için tasdik ettim. Fakat bu sokağa
dükkan yapılmayacak, dedi.
Atatürk meseleyi duyunca:
- Bizim için plan bozulmaz, hemen dükkanı hazfettiriniz, em­
rini vem1işti.
O ev şimdiki Mithatpaşa Caddesinde dükkansız yapılmıştır.
Fakat bir İstanbul Milletvekili, garaj bahanesi i le aynı sokak­
l ardan birinde dükkan "kaçırdı ' : . Bir başka milletvekili kat "ka­
çırd ı " . Belediye göz yumdu. Ve tıpkı İstanbul ' da spekülasyoncu
ve arsa vurguncularının Prost' a oynadığı oyunu, Ankara' da yaban­
cı şehircilere oynadılar. Yerli imar, Orta Anadolu'da, hiç şüphe­
siz bugüne kadar harcadığımızdan daha az masrafla elde edeceği­
miz yeryüzünün en ileri şehri hayal ini mahvetti.
Yerli i mara yıllarca hakim olanlardan biri, Ankara'ya on pa­
rasız gelmişti. Yüz binlerce l ira kazandı ve parasını Amerika'ya
aktardı. 1 945 'te New-York'a gittiğim vakit, Ankara'daki ecnebi
inşaatından çalan bir hırsız mühendisle onun şirket kurmuş oldu­
ğunu öğrenmiştim.
Mesele basit değil midir? Bir dönüm içinde bir kır evi disip­
linine göre bir metre arsa fiyatının bir lirada karar kıldığını düşü­
nürseniz, aynı yerde bitişik ve dört katlı apartman sistemi bu fiya­
tı on l iraya, yinni liraya çıkarır. M üsaadeyi verenler spekülasyon­
cularla ortaktırlar. Onun için nerede arsacı lar lehine bir plan deği­
şikliği duyarsanız, hemen hırsızlığa hükmediniz.
Ankara'da milyonlar çalınmıştır. İstanbul 'da milyonlar vu­
rulmaktadır.
Sabit olmuştur ki, M ustafa Kemal, şapka ve Latin harfleri dev-

99
rimlerini başarabilecek kadar kuvvetli bir idare kunnuş, fakat bir
şehir planını tatbik edebilecek kuvvette bir i dare k uramamıştı.
Çünkü bu, Atatürk ' ün devrimleri ile halletmeğe çalıştığı me­
deniyet ve kültürün meselesidir.
Şimdi lsrail Akdeniz kıyılarında tam Yansen prensiplerine gö­
re yepyeni bir şehir kunnak üzeredir. Planlarını Avrupa gazetele­
rinde gördüm. Bir gün gıptalar içinde onun seyrine gideceğiz. Hır­
sızlar ve gericiler olmasaydı, o şehrin daha büyük, daha zengin ve
daha tamamının çoktan Anadolu yaylasında kurulmuş olacağını dü­
şünmiyeceğiz b i le ...
lsrail, bir uçumluk ötemizde, halledilmiş medeniyet ve kül­
tür davalarının hayır nimetlerini biçmektedir.
Biz 1 952' de ve her işimizde bile Amerika'yı yeniden keşfet­
miye çalışmıyor muyuz?
***

Planlı imara, v e doğrudan doğruya imara karşı yalnız Atatürk


anlayış göstemıiştir. Hükumetler? Hayır! Zati Atatürk'ün ölümün­
de ne kadar imar eseri varsa, Yalova, Bursa' daki modem kaplıca,
Florya, oıinan çiftliği, hepsi rahmetli l iderin eseridir.

Şapka

Acaba hala, imtihanlar yaklaştığı zaman, çocuklarını Topka­


pı dışındaki Zekeriya kuyusuna götürenler var mıdır? Bir yeraltı
gediğinden bu kuyunun dibine doğru giden dolambaçlı, dar yol,
haceti tutmıyacak olanları sıkannış, derler. Evimize gelen bazı ka­
dınların övünüşlerini bile hatırlıyorum: " Şimdiye kadar beni hiç
sıkmadı. Geçen yıl Makbule'nin gebeliği için geçmiştim. Dün de
Hüseyin'in maaşı için geçtim."
Şimdi ellisini aşanlardan bir haylısının i l k ağrıyan dişlerini
bir berber çekmiştir. Aralarında nöbetten yandıkları vakit kurşun
döktürenler, ağrı sızı için konu komşularının eski İstanbul semtle-

1 00
rinde üfüıilkçüye gittiklerini ve ilaçlarını M ısırçarşısı'ndan aldık­
larını unutmıyanlar çoktur.
Okuma, üfünne, kurşun ve adak kar etmediği zamanlar bir
de hekim tecrübe edenler olurdu. B izim tarafların hazır doktoru,
camide ve evlerde çabuk çıkarınak için kunduralı papuç giyen, tes­
bihi elinden düşmez, hacılığı da var mı idi bilmiyorum ama, " Ha­
fız Bey ' " diye anılan temiz pak bir efendi idi. Latin harflerini ilk
defa onun reçetelerinde gönnüştüm.
Bir aralık rahmetli babam şiddetli bir romatizmaya tutulmuş­
tu. Ne merhemler, ne ovmalar, ne kafuriler, ne de Hatlz Bey' in hap­
ları kar ediyordu. Ağabeyim Harbiye' den çıkma uyanık bir subay­
dı. Fener taraflarında oturur, katı, siyah ve yuvarlak şapkalı, şakak­
tan kesik sakallı, redingotlu, Palamidi derler, bir alafranga doktor
vardı, bir defa da onu çağırmaya karar verdi.
Ertesi sabah gelebildi. Merdiven üstünüen gözetliyordum.
İçeri girince şapkasını çıkardı, kapının yanındaki alçak rafın üstü­
ne bıraktı, yukarı çıktı . Usulca avluya indim. Rafa doğru yanaş­
tıın. Katı, kara bir şapka... Şu bildiğimiz melon· şapka . . . Pannağı­
mın ucunu dokundurdum ve hemen, ateş yalamış gibi, geri çek­
tim. Pannağımı üstüme süremiyordum. Simsiyah bir şey . . . Gözü,
kulağı ve sesi vannış gibi bir şey . . . Sanki bir cin başı!
Bir suç işlemiş gibi irkile sıkıla yan odaya girdim. Doktor Pa­
lamidi 'nin, başında melonile, sokağa çıkmasını bekledim. Doktor
işini bitirince aşağı indi, kapıdan çıktı ve yokuştan karakola doğ­
ru inen komisere, şapkası i le selam vererek uzaklaştı. Pek M üslü­
man beslememiz, o gittikten sonra, şapkanın bulunduğu yeri kim
bilir kaç defa kaynar su ile şartlamıştır!
M üslümanlar Hristiyanın iyisine "makul kefere", kötüsüne
"gavur," beterine "şapkalı gavur" derlerdi._l'i<,
Şark milletlerini Garplı laştınnakla, eski kıyafet ve başlıkları
değiştiıınek bir arada gitmiş, bu pek sathilere göre bir benzeme ve
şekilce farksızlaşma, devrimcilere göre kafanın dışını değil, içini

101
değiştim1e sayılmıştır. Büyük Petro, Ortodoks Ruslara kalpak ye­
rine şapka giydirebilmek için Moskova şehrinin etrafını topçu ba­
taryaları i le çevirmişti.
Tanzimat devri Osmanlıları da kıyafet ve başlık meselesinde
çok güçlük çektiler ve yarım asırdan fazla yalnız sivil memur kad­
rosu i le büyük şehirlerin ileri cemiyetinde muvaffak olabildiler.
Vakanüvis Lütfi Efendi, 1 828 vakaları arasına şu hikayeyi sı­
kıştırır: Padişah, setre-pantolonun halk üzerinde nası l bir tesir bı­
rakacağını anlamak için, saray adamlarından H üsnü Bey'le Avni
Bey ' i yeni kıyafete sokar ve çarşı içine salıverir. Bir Ramazan gü­
nü imiş: Halkın bu iki zamane züppesini bir parçalamadığı kalmış.
Padişah kabahati H üsnü ve Avni beylere yüklemek için, oruç ye­
diklerini bahane ederek, ikisini de süıınüş.
Yeni kıyafet nizamnamesi tamamiyle dini bakımdan yazılmış­
tı. Koyu Osmanl ıcayı anlamayanlar pek çoğaldığı için, bu yazıyı
bugünkü Türkçe ile hulasa edeyim: "ilk devirlerde M üslüman es­
vabı, ancak vücudu örtecek kadar sade imiş. Gel zaman git zaman,
M üslümanlar göçebelikten kurtulup şehirli olmuşlar ve süslenme­
ğe heves etmişler. Merasim ve divan kıyafetleri ile şeriat haddini
tecavüz etmişler. Halbuki. leh-ül hamd-i vel-minne, Osmanlı padi­
şahının devrinde asker ve hoca sınıfının, derecelerine göre, itibar­
ları o kadar yerinde imiş ki, esvap süslerine muhtaç değil imişler.
Zaten M üslüman haysiyeti ahlak ile ve "libas-ı takva" ile olurmuş.
Bunun için de bedevi şartlara dönmek tazım gelirıniş. Padişah, te­
baasını çeki düzen külfetlerinden kurtarınak niyetinde bulunmuş.
Bu sadeleşme vücut ve keseye daha elverişli imiş. Osmanlılar, böy­
lece. sefahatten ve israftan, fazla masraftan kurtulacaklaıınış."
Yeniçerilerin hiçbir hatıra bırakmamak için mezar taşların­
daki külahları bile kırdıran ikinci Mahmut, kaptan Hüsrev Pa­
şa'nın kalyoncu neferlerine giydirdiği Tunus feslerini beğenmesi
üzerine halkın da aynı başlığı kullanması için fermanlar çıkardı.
Ulema ve softalar "şer'an fes giyilmek caiz olmadığına" dair de-

1 02
dikodu ettiklerinden şeyhülislam değiştirilmiş ve birçok kimseler
cezalandırılmıştı. ikinci Mahmut, ilk zamanları, cuma ve bayram
alaylarına eski kıyafetle, yeni talim askerlerinin yanına da fes ve
setre ile gidenniş.
Kocaeli M i lletvekili rahmetli Ali Bey' den işitmiştim. Büya­
kadalı rahmetli Hakkı Bey'e, Halide Edip Adıvar'ın babası Edip
Bey nakletmiş: Topkapı Sarayı mahzenlerinde vesika aradıkları sı­
rada bir yığın şapka bulmuşlar. Sultan Mahmut' un fes yerine şap­
ka giydinneyi düşündüğü, fakat buna cesaret edemediği manasını
çıkannışlar. Acaba bunlar, Sultan Mahmut' un ordu için getirttiği
ve müftü itiraz ettiğinden kullanılmayan askeri müzedeki viziyer­
li miğferler mi, yoksa sivillere mahsus şapkaları mıdır, nasıl öğ­
renmeli?
O zamanlara ait bir vesika okumuştum. Üçüncü Selim ' in ya­
kınlarından biri, efendisinin taassuptan dunnayıp şikayet ettiğini
görerek, bir gün demiş ki: "Padişahım şapka giyip, Frenk olduk
deyip, sokağa yürümekten gayri çare yoktur."
ikinci Mahmut'un fesinden Atatürk ' ün şapkasına kadar bir i­
ki değişiklik daha olmuştur. Sultan Hamid, 1 903 'te, süvari ve top­
çu askerlerine kalpak giydirdiği sırada, ulema ve softalar"fesin din
ve iman alameti olduğunu" ileri sürerek buna da itiraz etmişler. Ge­
çen Dünya Harbinde Enver, bilhassa sıcak memleketlere giden kı­
taları düşünerek, kabalak adlı ve güneş-siperli başlığı icat etmişti.
Bunun adına Enveıiye de denird i .
Kuvay-i M i lliye kalpaklı i d i : Ordunun İzmir'e girdiğinin haf­
tasında bütün iç sokaklar, Anadolu'ya geçen Rum esirlerin başla­
rından attıkları şapkalarla kaldırım gibi döşeli iken, halkın Anado­
lu' dan gelen kalpağa selam verdiğini görmüştüm.
Fesin üzerinden asra yakın zaman geçtiği halde Rumeli ve
Anadolu halkının şehirlerde oturanlardan haylısı, köylülerin hemen
hepsi ya abani, ya başka türlü sarıkfı idi. Bu gerçi tam hoca sarığı
deği ldi. Fakat sarıktan başka da isim verilemezdi.

1 03
Avrupa'ya giden iŞçilerimiz ve memurlarımız arasında bile
şapka giymiyenler vardı. ikinci Mahmut devrinde ulema.ve softa­
larca "giyilmesi caiz olmayan" fes, ikinci Hamid devrinde yine ule­
ma ve softalarca "din ve iman alameti" idi. Meşrutiyette Paris'te
okuyan gençlerimizden biri, başlığı milliyet damgası sayarak fe­
sini hiç çıkarmadığı için "Fesli Niyazi" diye anılırdı. Yine Meşru­
tiyette ödünç para aramak için Paris'e giden Maliye Nazırı Cavit
Bey'in, her devirde taassup kışkırtıcılığı vazifesini yapan bir ga­
zetede çıkan şapkalı resmi, ittihat ve Terakki hükumetini düşürme
propagandasında ciddi bir yer tutmuştu.
Ben ilk şapkayı Dahiliye Nazırı Talat Bey'le beraber Bükreş'e
gittiğimiz vakit, 1 9 1 3 'te giymiştim. Bir hasır şapka idi . Otel kapı­
sında nazıra rastladığım vakit, alışkanlık yüzünden, elimle seıam
vermiye kalktığımdan şapkayı nasıl yere düşürdüğümü hatırladık­
ça haıa sıkılırım.
Mütareke devrinde Rus, Ermeni ve Yahudilerle beraber şap­
kalı gezmeğe özenen Türklere pek kızardık. Bu taassup duygusun­
dan gelme bir şey değildi. Ali Suavi, Galatasaray Sultanisi Müdü­
rü olduğu vakit, dış kapı üstündeki alafranga saati alaturkaya çe­
virmiş. Beyoğlu Osmanlısı bu yüzden kendisine softalık ve yobaz­
lık damgası vurmuş. Ama millet ve devlet saati alaturka idi. Ali
Suavi'nin o hareketini, bizim mütarekedeki şapka nefretimize ben­
zetirim. Türkiye'de saat, takvim ve başlık değiştinneğe çalışmak
ayrı bir şeydir: Sırf milletten ayn görünmek için, hiçbir kimsenin
yapmadığını ve kullanmadığını yapmak ve kullanmak ayrı bir
şey . . . Biri Rum, biri Ermeni iken, pek iyi Osmanlı olduklarından
feslerini çıkarmayan Panciru Bey'le Osmanlı Bankasında Keres­
teciyan Efendi 'yi ne kadar sevmiştik.
Atatürk'ün başlık meselesine dair bazı hatıralarını dinlemiş­
tim. 1 908 Meşrutiyetinde ittihat ve Terakki tarafından, teşkilat me­
seleleri için, Trabl usgarp'a gönderilmişti. Bindiği vapur Sicilya'ya
uğrar. Bir hayli durur. Mustafa Kemal açık bir araba ile kısa bir

1 04
gezi ntiye çıkar. Başında fes olduğu için Sicilya çocukları arabayı
limon kabuğuna tutarlar. Mustafa Kemal çocukların terbiyesizli­
ğinden fazla. Türk kafasının neden böyle yabani bir başlığa esir ol­
duğuna tutulur. kendi fesine kızar. Tüylü Tirol şapkası ile Picardi
manevralarındaki kalpak hikayesini daha yukarılarda anlatmıştım.
M ustafa Kemal bir tatlı su Türk ' ü değil . hür fikirli bir Türk
devrimcisi idi. Fes ve şapka demek. medeniyet demek olmadığını
pek iyi bi ldiğine şüphe yoktu. Fakat başlık değiştirmenin din ve i­
man değiştinne olduğu gibi batıl inanışlara saplanan ve mıhlanan
bir kafaya . hiçbir ileri tefekkür ışığı vurmıyaeağını da bilirdi. Asıl
mesele kafanın içindeki batıl inanışları söküp atmakta idi. Bu baş­
lık değil . baş davası idi.
Çankaya 'da resmi kıyafet ve başlık meseleleri. l 925'te sık sık
görülmüştür. Esvap işinde bazı kimseler, ucuz ve kolay olacağı için,
ceket atay yahut redingotu i leri sürınüşler. içlerinde l stanbolin ve­
ya yıldızlı sınnalı ünifom1a teklifinde bulunanlar da olmuştur. Ba­
zı arkadaşlarımız da Amerika ve lsviçre'de olduğu gibi, frak ka­
bul edilmesi fikrinde idi ler. Cumhuriyet bayramında veki llerin ve
mil letveki llerinin frakla Meclise girişlerini seyreden köylülere da­
ir hoş bir fıkra vardır. Eski törenlerde valinin ve büyük memurla­
rın giydiği redingotu hatırlıyarak, bir köylü yanındakine sorar:
- Gazi Paşa ne diye esvapların eteğini kestirmiş'?
- Etek öpmeyi kaldırmış da ondan!
***

Atatürk ' ün başlık meselesini halletmek için sıra v e fırsat bek­


lediğini seziyorduk. Çiftlikte bir traktör üstünde alınan fotoğrafın­
dan anlaşı lacağı üzere ara sıra panama giyerdi. Fakat panamasının
siyah kurdelası yoktu.
Atatürk'ün Kastamonu ve lnebolu'ya doğru bir seyahate ka­
rar verdiğinin akşamı Çankaya' daki eski köşkünde bulunuyorduk.
Hazır olanlardan ismet Paşa, Şükrü Kaya, Ruşen Eşref hatırıma
geliyor. Başlık bahsi açıldı.

1 05
Türlü fik irler arasından başlıcası şu idi: İstanbul 'da başı ka­
şınan alafrangalardan birkaçı şapka giyerler. Tabii halk arasından
bunlara tecavüz etmeye kalkışanlar olur. Polis de her vatandaşın
dilediği başlığı kul lanmakta serbest olduğunu söyleyerek tecavüz
edenleri karakola götürür: Sonra orduda Enveriyeyi biraz daha ka­
tılaştırınz. Nihayet devlet memurlarına sıra gelir. Böylece şapka
umumileşip gider. Başlığa siper-i şemsli serpuş (güneş siperli baş­
l ı k ) adı verilmesi de i leri sürülen fikirler arasında idi.
Konuşmalar arasında Atatürk Avrupa 'da bulunmuş arkadaş­
larından şapkanın kullanıl ışına dair bilgi alıyordu. Hatta bir iki ar­
kadaş talim bile yaptı.
1 92 5 Ağustosunun yiııni dördünde Mustafa Kemal Kastaıııo­
nu'ya hareket etti. Ben de milletvekili olduğum Bol u'da bir dolaş­
ma yaparak lstanbul 'a gitmek üzere yola çıkmıştım.
Dağlarda haydutlar eksik olmadığı için. azıl ı bir eşkıyayı ya­
kalamak üzere takipte bulunan Bolu ve Kocaeli val i leri ve jandar­
ma komutanları ile Düzce 'de buluştuk. Akşam beraberce yemek
yediğimiz sırada şapka giyilmek ihtimalini söyledim. Sofrada bu­
lunanlar:
- İşte yalnız bu olamaz. dediler.
Gündüz olsa da insan pencereden başını çıkarıp bir sokağa
baksa bu söze hak vereceğine şüphe yoktu.
Biz daha Düzce'de iken ajanslar Atatürk ' ün 27 Ağustosta
İnebolu Türkocağındaki nutkunu ve isim muvazaasını da bıraka­
rak şapka adını kul landığını haber vemıesinler mi'?
Güvenilen. inanılan bir büyük lider ne demektir? İradesini za­
yıf sinirler üstüne nasıl yayar ve imkansızlıkla dövüşecek bir azmi
nasıl yaratı verir. bir misalini daha görüyordum. Aynı arkadaşlar:
- M ustafa Kemal giydi mi, giymedi mi , kimin haddine karşı
koymak? diyorlardı.
M ustafa Kemal o yolculuktan Ankara 'ya şapkalı döndü. Se-

1 06
hir yakı'hiarında kendisini karşılamaya gidenlerden Yunus Na­
di'nin şapkasını beğenerek kendisininki ile değiştirdi. ilk havadi­
si duyar duymaz başına şapka giyerek lstikliil Mahkemesine gel­
diği için "'Vakit'' muhabirini huzurundan kovan ve hapsettim1eye
kalkışan rahmetli AfyonM i lletveki li Ali Bey de. şapkası i le. kar­
şı l�yıcılar arasında idi .
Bir hayli sonra, mesela İzmir gibi aydın çevreler varken. ilk
şapkayı niçin Kastamonu taassubu içinde giydiğini M ustafa Ke­
mal "den somıuştum. Şu cevabı verdi:
� izmir tarafı halkı beni birçok defa gördü. Eğer orada şapka
giysem. bana değil. şapkama bakarlardı. Beni ilk defa görenler ise
şapkamla olduğu gibi kabul ettiler.
Ad koyma hadisesi için şöyle demişti:
- Fena uyumuştum. Sinirli ve rahatsızdım. lnebolu'da halk
toplantısına gittiğim vakit simsiyah bir kalabalık bulunca sinir ger­
ginliğim büsbütün arttı: "Nedir bu milleti bu geril iğe mahkum et­
mek?" diye düşünüyordum. Söze başlamadan önce su içmek iste­
dim. Elim titredi, bardağı dudağımda güç tuttum. Bu da bende şid­
detli bir aksüli'ımel (tepki) yaptı . Bildiğiniz nutku söyledim ve ba­
şımdakini halka göstererek : "Bunun adına şapka derler," dedim.
lstanbu l ' un i leri kafaları arasında bile, Mustafa Kemal düş­
manlığı yüzünden, bu kararı hoş göm1iyenler olmuştur. Araların­
da Cavit Bey'in de bul unduğunu anlatmışlardı. Bir şapkalı resmi­
nin gazetelerde çıkması, partisi hükumetinin düşme sebeplerinden
olan eski Maliye Nazırına Mustafa Kemal kızmış: "Beyimin dini­
ne mi dokunuyor acaba?" demişti.
O vakitler doksan yaşlarına basan eski Sadrazam Tevfik Paşa:
- Yahu bu festen de kolay geçti, sokakta hiç kimse taşlanma­
dı, dediğini duymuştum.
Eskilerden bir sofu milletvekilinin bir teklifini de hatıraları­
ma katayım: Başvekile gel ir, "Paşam�" der, "Gazimiz emretti, giy-

1 07
dik. Fakat şunun burasına (melon şapkasının ön tarafını göstere­
rek ) bir ay-yıldız i!'!letsek olmaz mı?"
Yemek hazmetmek değildir: Şapkanın benimsenmesi . giyil­
mesinden çok uzun sürdü. Pek iyi hatırlıyorum: Ekim ayı sonları­
na kadar fötr ve melon biçimlerine alışan iç sokaklar halkı . bizi ilk
defa si lindir şapka ile gördükleri vakit peşimize takılırnşlardı. Ba­
..
zı pencerelerin arkasından "'Gavurlar! iltifatını da işitmiştik.
Taassup ve din istismarcılığı pek ağır bir darbe yemişti. Asır­
ların nice mi lyonlarda bir yetiştirmediği büyük inkı lapçı, her şey­
den önce ve her şeyin üstünde büyük Türk ve şüphesiz son çağ M üs-
1 ümanlığının en hayırlı adamı. Harun'lar ve Memun ' lar devrinde
eski Yunan ayarı bir medeniyet yaratan l slamlığı kafasından boğa
boğa. karanlığa sürükl iye sürükliye. nihayet yiııninci asırda -Mus­
tafa Kemal Türkiyesinin on üç on döı1 mi lyon Türk ' ü müstesna­
yüzlerce milyonluk geri bir kölelik sürüsüne çeviren taassubu ye­
re çarpmakta devam ediyordu.
Şapka, Kemalizmi Osmanlı ıslahat hareketlerinden tavizci ve
ımıvazaacı olmamak karakteri ile ayırır. M ustafa Kemal Deniz Kı­
zı masalına inanmıyordu. Ya balık. ya insan vardır. M ustafa Ke­
mal geri bir memlekette medeniyet meselesi halledilmedikçe hiç­
bir meselenin halledilemeyeceğini biliyordu. Şarklı-Garplıya inan­
mıyordu. Ya Şark, ya Garp vardır. Garp medeniyetinin temeli. hür
tefekkürdür. Şapka bir başlık taklidi değildir. tefekkür inkı labının
bir sembolü idi.
Bu inkılap nıüsbet ilme dayanan ilkokul eğitimi ile köyde hal­
kın derin köklerine kadar inmeli idi. Ömrü buna yetmedi. Mede­
niyet meselesi halledilmedikçe hiçbir meselenin halledilemez ol­
duğ-umı bugün de gönnüyor muyuz?
Demokrasi politikacıları. geçici dünya nimetlerini paylaşmak
için, can çekişen taassubu beslediler ve ona yeniden halk kanını
emme kudreti verdiler.

! 08
Yazı

Birinci Dünya Harbinden önce "Tanin" gazetesinin birinci


sayfa köşesinde yeni bir yazı denemeleri vardır. Harbiye Nazırı En­
ver Paşa kendi dairelerinde Türk yazısını değiştinı1işti. Hatta res­
mi nezaret tezkereleri yeni yazı ile yazılmakta idi.
Yeni yazı sadece bitişik harfusulünü kaldııınaktan, imla harf­
leri üzerine hareke koymaktan ibaret.
· Mesela: "Yeni ahz-ı asker kanununun meclis-i mebusan en­
cümeni askerisinde müzakeratı hayli ilerlemiştir." cümlesi eski
yazı ile şöyle yazılmakta idi:

..!.}.;_. ;., � � �\ �
.. ,. � \:. .
r-- &--lr
.

Enver Paşa yazısı ile şu biçime ginnekte idi:

.:, � , t..S u o ..s

;,n 'u / v ; v ı �

Eğer harp çıkmasaydı. bu acayip yazı uınuınileşeeek miydi?


Hiç zannetmiyorum. Hepimiz gülüyorduk. Fakat Enver Paşa'yı da
denemesinden alıkoymak mümkün değildi.
Enver Paşa bir vatansever ve muhafazakar tipte bir ıslahatçı
idi. Bu yazı da. onun kabalığı nevinden bir icattır. Fakat ilk yeni­
leşme ve Garplılaşma hareketinden beri duyulagelen bir ihtiyacın
ne kadar derinleştiğini gösterir. Bu bir fantazya değildi. Ciddi bir
şeydi.
Bir Osmanl ı çocuğunun ilk eğitim değil, orta ve daha yüksek

I 09
mektepler gördükten sonra dahi imla yanlışları yapmaması az rast­
lanan bir şeydi. i mlası düzgün demek, Osmanlıcada yarı-bilgin de-
· ·

mektir.
Enikonu şöhret kazanan yazarlar arasında kendi yazısındaki
Arapça ve Farsça kelimeleri doğru okuyamayanlar çoktu.
Gerçi T ürkçe keli meler imla harfleri ile gitgide bir okunma
kolaylığı almakta idi. Mesela "trk" kelimesini artık eski yazıda da
"Türk" diye yazıyorduk. Ancak buradaki "u"nun yerini tutan "vav"
harfi hem "ü", hem "u", hem "ö" sesi verirdi. Ama Arap ve Fars
kelimelerine dokunulmak barbarlık sayıl ırdı. Size yeni yazımızla
iki eski imla örneği göstereyim: "trdd", "mtcld", kelimelerini, eğer
iyi Arapça bilmiyorsanız, şimdi nasıl okursanız eski yazıda da öy­
le okurdunuz. Birincisi "tereddüt", ikincisi "mütecellid"dir. Enver
Paşa bunu eski harfleri ayınnak ve aralarında imla harfleri koy­
mak yolu ile halletmeye kalkıştı. Çünkü sağdan yazı Kuran yazı­
sı idi. Onu muhafaza ederek bir çare bulmalı idi.
Sağ ve soldan yazı meselesinin dinle ilgili bir mesele olma­
dığı bir hoca olan Ali Suavi tarafından nice yıllar önce ortaya atıl­
mıştı. Fakat Ali Suavi'ye göre okuyup yazma gülünçl üğünün se­
bebi bir yazı değil, bir dil işi idi : "İngilizce' de de imla yoktur," di­
yordu, "İngilizce"de 'a' birkaç türlü okunur. Fakat İngilizcede ln­
gil izin bilmediği ve konuşurken kullanmadığı kelime yoktur. Bi­
zim dilimiz ise bizim olmayan, konuşurken ağzımıza almadığımız,
sadece şair, edip ve alimlerin yazarken kullandıkları kel imelerle
doludur. Dili sadeleştiriniz. ihtiyacımız olmayan yabancı kelime­
leri atınız. imlayı biraz düzeltmekle bu güçlük kalmaz."
Bu doğru bir fikirdi. Fakat, Ali Suavi 'nin dediğini yapmak
için Osmanlıcadan vazgeçmeli idi.
Eğer Arapça ve Farsça kelimelerin imlası üzerinde bir taas­
sup olmasaydı, Arap ve Fars kel imeleri de Türkçeler gibi bölüne­
rek kolayca okunabilmek imkanı aransaydı, yazı davası yine kalır
mıydı, bilmiyorum. Fakat bu dil işini halletmek, Arapçayı ilim di-

1 10
ti olmaktan çıkarmak. kendimize mal ettiğimiz yabancı kelimele­
ri Türkçe saymak ve onlara Türkçe kelimeler gibi sahiplenmek de­
mekti. Düşününüz. Arapça '"ayın ve se" ile '"Osmanlı" kelimesini
Türkçe '"elif. vav ve sin" ile yazmak ... Bu da yazı değiştirmek ka­
dar. belki daha güç bir şeydi.
Meşnıtiyet'te Latin yazısı üzerine tartışmalar olmuştur. Hat­
ta Abdullah Cevdet "içti had" dergisi i le kitaplarında Frenk rakam­
ları kullanırdı. Taıtışma Cumhuriyet devrinin kuruluş yıl larına ka­
dar devam etti.
Hüseyin Cahit Yalçın lzmir gazeteci ler konuşmasında Ata­
türk 'e Liitin yazısının ne zaman kabul edileceğini sorımıştu. Aca­
ba henüz kati bir fikri mi yoktu veya zamanı gelmediği düşünce­
sinde miydi? Atatürk. Hüseyin Cahit'in sualini iyi karşılamamış­
tı. i leri fikirli gençler. Cumhuriyet gazetelerinde yazı tartışmaları­
nı bırakmadılar. Liitin yazısı ile bir köy çocuğu bir hafta içinde.
üni versiteden çıkma gençlerin bile yanlışsız içinden çıkamadıkla­
rı metinleri doğru okuyacaktı. Batı yazı alemine girecek ve onun
bütün kolaylıklarından faydalanacaktık. En ehemmiyetlisi Türk ka­
fasını. köklerine kadar. Arap kaynaklarından sökecek ve milli kı­
lacaktık. Bu yazı işinde gazetede ve Atatürk meclislerinde ben de
haylı çalışmışımdır.
Nihayet Atatürk 1 928 yılı Haziranında Ankara'da bir komis­
yon kurulmasını Maarif Vekili rahmetli Necati 'den istedi. Bu ko­
misyonun azaları Maarif Vekaleti Müsteşarı Mehmet Emin Erişir­
gil. Talim ve Terbiye Dairesi Reisi i lhan Sungu. Ruşen EşrefÜnay­
dın, Profesör Ragıp Hulusi. Ahmet Cevat Emre ve lbrahim Gran­
di idi. Ben memleket dışında bir yolculukta idim. Döner dönmez
Dolınabahçe Sarayı ' nda ziyaretine gittiğim Atatürk : '"He.men An­
kara 'ya git. komisyona katıl ve bu işi çabuk bitiriniz," dedi.
Komisyonda ilk görülecek iş, yazı değiştimıck doğru mudur.
değil midir. tartışmasına nihayet verip yeni alfabe harflerini scç­
meğe başlamaktı.

1il
Bir prensip anlaşmazlığı şöyle çıktı: Osmanlıcadaki yabancı
kelimelerin dahi bütün ses haklarını veren bir alfabe mi alacaktık.
yoksa Türkçe ve Türkçeleşen kelimeleri mi esas tutacaktık? Ara­
bın "ayın"ı, "s"si, "'zel"i, "tı"sı, "zı"sı gibi yeni alfabede ayrı ayrı
harfler olacak mıydı'? Bu harfler Türklerin ağzında kaybolmuştur.
"Osman"daki "s" ile "esmek"teki "sin" arasında. "ağız"daki kalın
"ze" ile ''haz"daki "zı" arasında hiçbir fark yoktu. Bundan başka
biz yeni alfabede yalnız Türkçe kelimeleri düşünmekle yabancı ke­
limelerin de Türkçeleştirilmesini sağlamış olacaktık. Aynı harf, ya­
bancı kelimeye imtiyaz verınek ve onu daima yabancı kıldıktan
başka eski imli! zorluklarını yeni yazıda da bırakmak demekti.
Sağ anlayış, Türk söyleyişinde kalmayan, fakat fasih Arap
söyleyişinde devam eden bütün ses haklarını vermekti. Biz milli­
yetçiler sağ anlayışın iddialarını yendik.
Türkçe kelimeler için "kaf' ve "kef', "gef' ve "gayın" harf­
leri lüzumsuzdu. istisnasız bütün Türkçe kelimelerde "k" ve "g''
harfleri ince seslilerle "kef' ve "gef', kalın seslilerle "kat" ve "ga­
yın"dırlar.
- Ya Kazım kelimesini nasıl okuyacağız, diyorlardı.
Bir radikal fikir şu idi: Böyle kelimeler gitgide Türk söyleni­
şine uysa ne çıkar? Fakat bu fikir yürümedi . iki ayrı harfalmak ye­
rine Türk kaidesine uymayan Arapça kelimeler için "k" ve "g" harf­
lerinin önüne bir "h" koymakta uyuştuk. '·Kazım == Khazıın" ya­
zılacaktı. Tasrif ve terkipler için tire usulünü kabul etmiştik! "Gel­
miyorum" kelimesi ''Gelıniyor-um" şeklinde yazılacaktı.
Yeni alfabede Latin yazısı dünyasının ortaklaşa değerlerini
değiştiren acayipliklerin kalmasına hiilii esefduymaktayım. Bunun
başlıcası "c" harfidir. Türkçede "j" sesi yoktur. Yabancı dillerden
alınına kelimelerde bu ses "c"ye değişmiştir: Candarma. cuma! gi­
bi . . . "Ejderha" i le "'ecnebi" kelimeleri pek farklı söylenir. Bir tek­
lif "c" sesi için 'j'"yi almak ve "c" harfini de "ç" sesi için bırak-

ı 12
mak, "ç"yi "ş" karşılığı kullanmaktı. Herhalde bugünkü bazı ay­
kırılıklardan kurtulabilirdik.
Komisyon alfabesini l stanbul'da Atatürk' e ben getirdim.
_Uzun uzun tetki k etti. Konuştuklarından bir takımı "q" harfinde ıs­
rar ediyorlardı. Hatta bir aralık Atatürk bu tavizde bulunmaya da
karar ve,rdi. Ertesi gün vazgeçirdik.
Atatürk bana sordu:
- Yeni yazıyı tatbik etmek için ne düşündünüz?
- Bir on beş yıllık uzun, bir de beş yıllık kısa mühletli iki tek-
lif var, dedim. Teklif sahiplerine göre ilk devirleri iki yazı bir ara­
da öğretilecektir. Gazeteler yarım sütundan başlıyarak yavaş ya­
vaş yeni yazıl ı kısmı artıracaklardır. Daireler ve yüksek mektep­
ler için de tedrici bazı usuller düşünülmüştür.
Yüzüme baktı:
- B u ya üç ayda olur, ya hiç olmaz, dedi .
Hayli radikal bir inkılapçı iken ben bile yüzüne bakakalmış-
tıın:
- Çocuğum, dedi, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı
zaman dahi herkes bu eski yazılı parçayı okuyacaktır. Arada bir
harp, bir iç buhran, bir terslik oldu mu, bizim yazı da Enver' in ya­
zısına döner. Hemen terkolunuverir.
Bu arada bir (q-kü) harfi tehl ikesi atlattık. Biz Türkçe keli­
melerde ( k )nın ince seslilerle daima (k), kalıp seslilerle ( ka) okun­
duğunu düşünerek ( q-kü)yü alfabeye almamıştık. Ben yeni yazı ta­
sarısını getirdiğim günün akşamı Kazım Paşa (Özalp) sofrada:
- Ben adımı nasıl yazacağım? "Kü" harfi lazım, diye tuttur-
du.
Atatürk de:
- Bir harften ne çıkar? Kabul edelim, dedi.
Böylece Arap kelimesini Türkçeleştinnekten al ıkoymuş ola­
caktık. Sofrada ses çıkarmadım. Ertesi günü yanına gittiğimde me­
seleyi yeniden Ata'ya açtım. Atatürk el yazısı majüsküllerini bil-

ı 13
mezdi. Küçük harfleri büyültnıekle yetinirdi. Kağıdı aldı. Kemal"in
baş harfini küçük ( k ü )nün büyütülmüşü i le, sonra da ( K )nin büyü­
tülmüşü ile yazdı. Birincisi hiç hoşuna gitmedi. Bu yüzden (kü)
harfinden kurtulduk. Bereket Atatürk ( kü)nün maj üskülünü bilmi­
yordu. Çünkü o ( K )nın büyütülınüşündcn daha gösterişli idi.
***

1 928'de bir Ağustos akşamı idi. Dolınabahçe Sarayı'nda bu­


lunuyorduk. Atatürk Saraybumu parkındaki halk toplantısı ile Bü­
yükada Kulübünde bir suareye davetli idi.
Saraybumu parkının, bütün kalabalığı ve sahneyi gören yük­
sekçe bir yerinde bir masa hazırlamışlard ı . Bahçenin bir köşesin­
de halkı eğlendiren bir caz. sahnede ise. nöbeti geldikçe Arapça
şarkı ve kasideler söyliyen Mısırlı M ünire-tül-Mehdiye takımı var­
dı. Atatürk 'ün geldiğini gören halk alabildiğine coştu. Atatürk bu­
lunduğu yerde neşe ve şevki susturan mürai bir Şark zorbası de­
ğil, şenlik içine katılan . halk sevincini içine sindiren, içenle içen,
oynayanla oynayan, konuşanla konuşan bir halk arkadaşı idi. Hal­
kın içine girdiği vakit kendini tam yerinde h issederdi. Halk ile ha­
şır neşir olurdu. M ustafa Kemal ' i halk ile beraber görünce, mürai
yobazlar kaybolup giderlerdi. O kalabalıktan ürken ve kalabalığı
kendilerinden iki üç asker kordonu ötede tutan diktatörlerin aksi­
ne, nefesine nefesi kanşan kalabalıkta kuvvet bulurdu. Bütün öm­
rünce halktan hiçbir tecavüz beklememiştir. Shakespeare'in kralı
başvekil ini tacını bırakıp vatandaş olmakla tehdit ettiği gibi, Mus­
tafa Kemal de kızdıkça: "Mil lete giderim." derdi. M ustafa Ke­
mal ' in inkılap iradesinin kaynağı, halkın kendine inanışıdır. O bü­
tün baltamamaları halktan değil, aydınlardan gönnüştür. Tek dik­
tası da bu irtica üniversite profesöründen ınedreseliye kadar çeşit­
li aydınlarını halkı kışkırtmalarına müsaade etmemekti. Tanzi­
mat'tan beri isimlerini duyduğumuz liderler arasında halkı doğru
anlayan ve halk ile kaynaşma yollarını bulan yalnız o i_d i.

1 14
Kadınlı erkekl i park kalabalığının neşesi ile keyfi arttı. Bu coş­
kunluğa, ara sıra, Arap musiki takımının biteviye, ağlayışlı ve in­
leyişli nielodileri sekte veriyordu.
- Kimde bir defter var? dedi.
Kendisine hizmet edenlerden biri paıınak büyükl üğünde bir
cep defteri bulabildi. Bu deftere bir şeyler yazdığını görüyorduk.
Bir müddet sonra beni yanına çağırdı, kulağıma:
- Kimseye göstermeden bunlara göz gezdir, sana okutacağım,
dedi.
Yerime oturdum, baktım, yeni yazı i le "Saraybumu nutku"
diye Cumhuriyet tarihine geçen hitabenin ilk parçaları idi. Atatürk
millete iki şey söylüyordu: Yazın, Arap yazısı değildir. Musikin,
bu sahnedeki musiki değildir.
Yazdıkça birer birer bana geçirdiği kağıtları geri aldı, ayağa
kal karak halkı selamlayan kısa bir nutuk söyledi, sonra el inde tut­
tuğu defteri göstererek, bir şeyler not ettiğini ve bunları orada ha­
zır bulunanlardan birine okutacağını haber verdi, kalabalı ktan
Türkçe yazı okumayı bilen birini çağırd ı . Bir genç koşup geldi, fa­
kat Latin yazılı kağıtları görünce şaşaladı, Atatürk: "Bu arkadaşı­
mız hakiki Türk yazısını bilmediği için şaşııınıştır. Arkadaşlarım­
dan birine okutayım," dedi. Beni yanına çağırdı. Nutku okudum.
Halk, parkın içinde toplandığından beri bir müjde bekliyor­
muş da o müjde bu imiş gibi, dibinden kaynayarak coştu. Atatürk
ayağa kalkarak halk şerefine içti. Halk onun şerefine o ağustos ge­
cesini donanma gecesine çevirdi.
Geç vakit iskeleye doğru güçlükle inerek motöre binip Bü­
yükada Kulübüne yanaştık.
Bahçede ana binaya doğru i lerlediğimiz sırada tuvaletli ha­
nımlar ve frakl ı erkekler bir grup halinde bize doğru geliyorlardı.
Atatürk bana döndü:
- Çocuk, dedi, orada yaptığımızı burada yapamazdık.

1 15
Bu bir Tanzimat dekorudur. Garp medeniyetçisi ve Türk mil­
liyetçisi Atatürk bu dekora bir türlü ısınamamıştır. O bir ciliicı de­
ğil, bir yontmacı idi .
***

Atatürk halkı yeni yazıya alıştınnak için meşhur seyahatine


çıktı. Gezici alfabe hocalığı yapıyordu. Hiç okuma yazma bilme­
yenlerin, kolayca öğreniverdikleri bu yazıya ısınmaları tabii idi . Al­
fabedeki tire ve bazı işaretlerin güçlük uyandırdığını gördüğü için,
hepsini kaldınmştı.
B iz İstanbul gazetelerinde her gün yeni yazı örnekleri neşre­
diyorduk. Açıkça muhalefet yoksa da muhafazakar ilim ve edebi­
yat çevreleri bu kadar kökten bir değişikliğin aleyhinde idiler. Doğ­
rusunu isterseniz kandırıcı bir del i lleri de yoktur. Bir gün öncesi­
ne kadar Osmanl ı k ütüphanesinin yoksulluğundan şikayet eden­
ler, şimdi geçmiş haznesinin ne olacağını soruyorlardı. Yeni yazı­
nın Arap diline uymıyacağını i leri sürenler hiç şüphesiz haklı idi­
ler. Fakat Türkçeye de uygun gelmiyeceği üzerine akıl yatırır hiç­
bir tenkitlerine rastlamıyorduk. Yeni yazının Türk dil indeki yaban­
cı kelimeleri asıl l arından uzaklaştırıp millileştinnesi ise, onun aley­
hine değil , lehine bir del i l sayılmak lazım gelirdi.
B ütün zorluk bizim nesiller içindi. Eski yazı ile yetişmiştik.
Her Türkçe kelime, bizim için, bir resimdi. Onu heceliyerek değil,
görerek okuyorduk. Bizler, bu resmi kaybedip, yerine her kelime­
nin yeni bir resmini koymak gibi, belki de ömrümüzün sonuna doğ­
ru başaramayacağımız nankör bir külfet karşısında idik. Okuyor­
duk, heceleyecektik. Ama bütün okur yazarlar milletin yüzde be­
şi i l e onu arasında idik.
Eğer bu nisbet yüzde elliyi aşmış olsaydı. yazının değiştirile­
meyeceğine şüphe yoktu. Aynı anadilini Sırplar Kiri! ve H ırvatlar
Latin harfleri ile yazmaktadırlar. Yazı inkılabı yapılacaksa, tam za­
manı idi. M i l letin yüzde beşi ile onu arasındaki bir azlık, gelecek
nesiller hesabına bir fedakarlı k yapacaktık. Bir memur düşününüz.

1 16
Sağdan yazar. Latin harfleri ile hiçbir alışkanlığı yoktur. Bu memur
şimdi yeni b! r yazı öğrenecekti. Ne kadar istenıiyeceği bir şey ol­
duğuna şüphe edilemez. Atatürk inkı laplarının en çok rahatsız ede­
ni yeni yazıdır. Çilesine katlanabilmek için fedakarlığın şerefini be­
nimsemek liizıındı. Doğrusu Atatürk ve İnönü herkese örnek olmak
istediler. Yeni yazı kabul edildikten sonra ikisi de bir daha Arap ya­
zısı kullanmadılar. inönü adetlerinden vazgeçip geçmediklerini an­
l amak için, arkadaşlarının not defterini bile yoklardı.
İ l k iş, yeni yazı ile okuyup yazma bilenlerin sayısını, hemen,
eski yazı ile okuyup yazına bilenlerin sayısı üstüne çıkannak, yeni
yazı ammesini yaratmaktı. M illet mektepleri fikri bundan doğdu.
Zavallı Necati millet mekteplerin i açacağı sırada genç yaşın­
da öldü. Hastalığından bir akşam önce Çankaya' da beraberdik. Ata­
türk ve arkadaşları neşe içinde idik. Çankaya durgun havaya gel­
mezdi. Rüzgar sesi duyulmalı , kuşlar uçuşmalı ve kaçışınalı idi­
ler. Sonsuz enginlere doğru bembeyaz ümit ile hayal yelkenlerini
açan Türkiye'nin yürüdüğünü öyle hissederdik. Miskinler tekke­
sinde neler konuşulduğunu düşünmezdik. Türk kafasını ve vicda­
nını Ortaçağ karanl ığından yeni zamanlar aydınlığına ulaştınnak
için çırpınan bir kahramanın yoldaşları idik.
O kadar sevinen Necati, Latin harfi ile imza atmayı henüz ıneş­
kediyordu. Maarif Vekili millet mekteplerinin ilk talebesi olacak­
tı. Heyecan içinde kalktı. Pek sevdiği zeybeğini oynadı. Körbağır­
sak ameliyatı olması için hekimlerin nasihatlerini dinlemiyen za­
val l ı genç, bu sıçrayışlarda bir zehir kesesini delerek içine akıttığı­
nı bilmiyordu. Ertesi gün ateşler içinde yattı, millet mekteplerini sa­
yıklayarak öldü. Atatürk 'ün ilk defa hıçkırıklarla ağladığını bu ölüm
akşamı göı111 üştüm. "Ne evladdı o. . . " diye hayıflanıyordu.
Yüz binlerin ölümüne göz kırpmadan bakan, ateşte dövülmüş
ve kanda soğumuş bu irade, bir ana kalbi kadar yumuşamıştı.
3 1 Kasım l 928 'de Büyük M i l let Meclisi yeni alfabe kanunu­
nu kabul etti .

1 17
Layisizm

Tanzimatçı sadrazam:
- Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki hukuk farklarını kal­
dırdık. Artık hepsi Osmanlı ve eşittirler, demesi üzerine l ngiliz bü­
yükelçisi:
- Demek ki, bundan sonra Müslüman kadınlar Hristiyanlarla
da evlenebilecekler, demiş ve sadrazam:
- Yoo . . . işte bu olmaz, diye yerinden sıçramıştı.
Tanzimat'ta büyük işler görüldüğü inkar edilemez. Saray,
Bab-ı ali ve uyanık Osmanlılar anlaşmışlardı ki, ya Avrupalı ola­
caktık, ya Düvel-i M uazzama denen yedi pençeli emperyal ist dev
bizi parçalayıp Asya sürülerine döndürecekti. Tanzimatçılar Os­
manlı Türklügünü bu kara kaderden kurtarabilmek için büyük ce­
saret göstennişlerdir. l 9'uncu asrın başlangıcında Hristiyanlarla
Müslümanlar hukukça eşittirler, diyebilmek. l 928'de Arap yazı­
sını Latin yazısına çevinnekten daha güç bir şeydi.
fakat mektebin yanında medrese, yeni kanunların yanında şe­
riat. sivil mahkemelerin yanında şer'iye mahkemeleri, hakimin
yanında kadı. valinin yanında müftü. sadrazamın yanında şeyhü­
l islam, l 920'de dahi, olduğu gibi durnıakta idi. Bizzat padişah ay­
nı zamanda halife idi . Tanzimat'ın yüzüncü yıldönümüne doğru
Bab-ı fıli 'de ( l ) yirminci, Süleymaniye'de ( 2 ) yedinci asırda idik.
Yalnız bütün hakları ile aile değil, üniversitede tefekkür dahi şeri­
atin kontrolü altında idi. Edebiyat Fakültesinde felsefeyi bir mu­
taassıp medreseliden okurduk.
Bir Ortaçağ teokrasisinin bütün baskısı memleketin dörtte
üçünde hissedilmekte idi. Büyük M i l let Meclisinin koyacağı ka­
nunların şeriat hükümlerine aykırı olmıyacağı hakkındaki madde
Teşkiıat-ı Esasiye'nin esas hükümleri arasından çıkmamıştı.

( 1 ) Sadaretin bulunduğu yer.


( 2 ) Mcşihatin ve şer' iye mahkemelerinin bulunduğu yer.

1 18
Cumhuriyetin kuruluş devrinde bir asırdan beri devam eden
medeniyet mücadelesinin kesin zaferi, medeni kanun ve layisizın­
le kazanılmıştır. Büyük M i l let Meclisinden Medeni Kanunu ge­
çiımek ve Anayasayı, devletin dini din-i ls!amdır, maddesini çı­
kararak layisizm prensiplerine göre tasfiye etmek, devrim dava­
mızın taç giyme törenidir. Türk mi lletinin bir yim1inci asır toplu­
luğuna doğru tekamül etmesi için artık hiçbir engel kalmamıştı.
Bundan ötesi eğitim meselesi idi.
Gericiler, bir asırdan beri, Garplı laşmanın dinden ve milliyet­
ten çıkmak demek olduğu fikrini yaymışlardı. Kemalizm. bu ma­
sala nihayet veriyordu. Devrimler içinde, ilk defa, Türklüğümüze
de kavuşuyorduk. Avrupa ve Asya sınırlarımız arasındaki bu ko­
ca ülkede Milli Birlik denen şey, i l k defa inkılap Türkiyesinde ger­
çekleşti. Tanzimat edebiyatında .. Ben Türküm," diyen bir iki ay­
dının nerede ise heykelini dikeceğiz. inkılap Türkiyesinde "Ben
Türküm," demeyen aydın kalmamıştır.
Batı medeniyet dünyasında ltalyan nasıl l talyansa, Alınan na­
sıl Alınansa, Türk de öyle Türk olacaktı. lslaın Şarkında Arap Arap,
Fars Fars, hatta Amavut Arnavut, fakat Türk Türk değildi. Felse­
feci Naim Hoca, daha 1 9 1 S 'te üniversite profesörü iken. Türklük
için bulduğu tek kurtuluş yolu onun Araplaşması idi. Dili de Arap­
ça olmalı idi. Bir Eskişehir milletvekili hocanın, ikinci Millet Mec­
lisinde "Ve"yi daima Arap şivesi ile söylenıeğe dikkat ettiğini ha­
tırlıyorum. Medrese ve tekke büyüklerinin vizita kartlarından ço­
ğunda soy sonu bir sahabeye. bilhassa Ebabekir'e dayanırdı.
Garplılaşmak, aynı zamanda Araplaşmaktan kurtulmak,
Türkleşmek demekti. Din, bir vicdan işidir. M üslümanlık. Türk­
lük şuurunda, milliyet mayasıdır. Ama v icdan işi olan din başka.
topluluk ve dünya işlerini yedinci asır şartları içinde tutmak ve don­
durmak isteyen şeriat başkadır. Atatürk devrimlerine vurulmak is­
tenen din düşmanlığı damgası. medeniyet düşmanlarının i ftirasın­
dan ibarettir.

1 19
Yeni Türkiye 'nin kuruluş devri bu devrimlerle nihayet bulc
muştur. Fakat yaptığımız devrimler bir "zincir kımıa" ameliyesi i­
di. Eski zaman ve eski nizam, adetleri ile, görenekleri i le, batıl iti­
katları ile cemiyetin içinde yaşamakta idi. Geniş ölçüde bir eğitim
seferberliği ile halk yığınlarına ve halk çocuklarına yeni zaman ve
yeni nizam hakikatlerini benimsetmek lazımdı. Rej imin kaderi ni­
hayet "kayıtsız şartsız milli hakimiyet'' gayesine, yani çoğunluk
iradesine dayanan demokrasiye ulaşmak olduğuna göre, bu irade­
yi şuurlandırmak, "eski"den hür kılmak zaruretinde idik. Daha
"Yeni Rusya" röportaj larında bu tezi savunuyordum.
Geçen devrin büyük kusuru bu olmuştur. İ lk eğitim işlerinde
çok geciktik ve Türk köyünün ancak ucuna ilişebildik.
Roma' da rahmetli Recep Peker'le bir taıiışmamı hatırlıyorum.
Başvekil i smet Paşa ile birlikte gitmiştik. Recep paıtinin umumi
katibi idi. Rej imin parlak başarılarından bahsettiği sırada:
- Mademki bu rejimin mektepleri ve hocaları bütün köyleri
kaplamamıştır, hiçbir şey yapmamışızdır, demiştim.
Mübalağama öfkelenmişti. Bir hayli taıiıştık. Rahmetli çok
efendi huylu bir arkadaştı. Kalbi toz tutmazdı . Bir müddet sonra
bana: "Bilsen Falih, seni ne kadar severim. "Zeytindağı 'n yok mu,
o kitaptaki görüşlerine hayran kalmışımdır," dedi.
- Aziz dostum, Zeytindağı'ndaki görüşleri topladığım vakit
yirmi iki yiııni üç yaşında bir gençtim, şimdi otuz beş yaşındaymi,
cevabını veııniştim.
Kanunla işleri bitirdiğimizi sanmak ve meseleyi, cemiyetin
üst katı meselesi saymak bizim eski hastalığımızdır. Tanzimat'tan
beri bir asır, sadece bu üst katı havalandırarak geçmiştir. M i l letin
yüzde seksen beşi için Tanzimat'tan beri bir gün bile geçmiş ol­
madığını düşünmüyorduk.
Daha devrimin ikinci yılında Atatürk 'e ve eserlerine inanan­
lardan çoğu, bir fırsatını bulup memleketten çıkmak, veya mem­
lekette rahat ve kazanç mevkilerini elde etmek için sabırsızlanmak-

1 20
ta idiler, Bu harap vatandan uzakta, bu yoksul halktan ırakta, Av­
rupa şehirlerinde bir devlet konağına yerleşerek, devlet arabası ve
devlet dövizi i le ömürlerini hoşça geçiırnek veya Çankaya' daki nü­
fuzlarını iş piyasasına satarak bir iki vurgunda nesillik servetler
edinmek hırsı, Çankaya'daki ihtilalci yuvasını saray havası ile ze­
hirliyordu. Üçüncü Selim devrinin Cevdet tarihindeki etabekan-ı
saltanat hikayesini sık sık hatırlardım.
Atatürk, devrimci lider olarak, ordusuz bir komutana benzi­
yordu. Bütün taşra gurbetleri 1 923 'ten sonra onun piyoniyeleri ile
doldurmalı idi. Kendisine gelip de bir iç hizmet istiyen gömıez­
dik, devrim inanıcılarının pek dar'kadrosu, ikbal sinekürlerini bir
türlü paylaşamazdı .
1 923 neslinin vazifesi, Atatürk devrimlerini halka sindirmek­
ti. Bu güç, zahmetli ve belki ilk zamanları nankör bir vazife idi. Dev­
rimlere, bu kanunları koyan ve onlara karşı isyanları cezalandınııak
için mahkemeler kuran Meclis, hatta bu mahkemeler bile samimi
inanmıyordu. Yeni nizamın hayatı; Atatürk 'ün ömrü ile ölçül üyor­
du. Arkadaşlarından biri Çankaya akşamlarından birinde Atatürk' e:
- Sıhhatinizi düşününüz, uzun yaşamaya bakınız, öldüğünü­
zün ertesi günü heykellerinizi bile kırarlar, demişti.
Onun partisine, tek paıii adını verenleryanılnıaktadırfar. Halk
Paıiisi en koyu gericilikten en ileri fikre kadar bütün eğilimleri, iti­
raz edilemez bir prensipler disiplini içinde dizginlemeye çalışan
bir kaııııa paıii idi. Bu karına-paıii içinde bizler yabancı idik ve
yadırganırdık. Atatürk ' e:
- Davaya inanmayanları tasfiye ediniz, inananları etrafınızda
toplayınız, gibi telkinlerde bulunduğumuz çok olmuştur.
Uınu<lunu Cumhuriyet devrinde yetişecek gençliklere bağla­
mıştı . Halkı da bunlar yetiştireceklerdi . Ben Rusya 'ya gidip gel­
dikçe daha kestirme, daha çabuk vardırıcı halk ve gençlik eğitimi
metotları olduğunu yetki li arkadaşlarıma anlatamıyordum. Biz as­
rımızın teknik ve metot mucizelerini kavrıyamıyorduk.

121
Hakikat odur ki, Atatürk, bu mil letin tarihinde, bir milletin
tarihinde bir ıslahatçı liderden beklenebilecek her şeyi yapmıştır.
inkılap devri aydınları, Atatürk ' ün bütün ileri hareketler emrine
verdiği itibar, kudret ve nüfuzunu "işletmekte" ıslahat tarihleri ne­
sillerinin hepsinden daha az kabiliyet göstem1işlerdir.
En güç olan sanatı yanında, Atatürk ' ün, yetişme tarzından
doğma eksikleri vardı. Bu eksikleri tamamlayamadık.

Ekonomi

Bu devir hikayesini kapamazdan önce, bazı iç krizleri üze­


rinde durınak istiyorum. Aradan yinni beş yıl geçti. "ilk zaman­
lar"ın acı hatıraları unutulmuş gibidir. Durumu iyi toparlayabilmek
için bazı l üzumlu tekrarları mazur göstennelisiniz.
Birinci Dünya Harbinden önceki kilise nüfus kayıtlarına gö­
re (çünkü doğrusu bunlardır) Anadolu'da Türk ve Müslüman ol­
mayanların nisbeti yüzde kırka yaklaşmakta idi. Ortaçağ H ristiyan­
lığı içinde Müslüman azlıkların yaşamasına imkan yoktu. Fakat Os­
manlı saltanatının sınırları içindeki Hristiyanlar dilleri. dinleri ve
kiliseleri ile korunmuşlardı. Eğer Fatih, Kanuni ve Selim:
- Ya Hristiyanların hepsi Müslüman olacaklardır. yahut hiç­
birine bu ülkede yaşama hakkı vem1iyeceğiz, demiş olsalardı . on­
ları bu kararlarından alıkoyabilecek hiçbir dünya kuvveti karşıla­
rına çıkamazdı. Müslüman olmayanlara karşı müsamaha gösteri l­
mesinin bir değil , türlü sebepleri vardı. Bu sebepleri uzun boylu
tahl i l etmek, tarihçilerin görevidir. Bununla beraber iki kardeşten
birinin Sokollu Mehmet Paşa adı ile saltanatın sadrazamı, Müslü­
man olmayan ikincisinin de ilk Sırp Patriği olması gibi bir hadise­
ye Hristiyan milletleri tarihinde misal gösteri lemez. Çöküş devrin­
de Osmanl ı imparatorluğundan beş Hristiyan devlet çıktı . Endü­
lüs topraklarında bir tek Müslüman mahalle kalmış mıdır?
Yeni Türkiye' nin kuruluş yıllarındaki Hristiyansız Türkiye.

1 22
bir tammıp trajedisi deği l d i . Dinleri. d i l leri \ c k i l iseleri i l e Orta­
çağdaıı �iııııinci asra kadar Türk !erle beraber yaşayarak gelen Hris­
tiyanl ı ğı tasfiye etmek. Düvcl-i M uazzama vasiliği altında kapitü­
Iasyon lu Türkiye'niıı haddi mi idi?
Avrupa Türkiyesi elden gidip bütün fetih toprakları yeni Hris­
tiyan devletlerin vatanı olduktan sonra. 1 9 1 4 'tc. Ruslar Ermenis­
tan saydıkları Doğu Anadolu'ya bir ecnebi vali tayin ettirnıi�ler­
d i . Karadeniz k ıyı ları. Trakya ve Batı Anadolu üstünde Yunan id­
diaları nın m i l l etlcrarası can l ı bir edebiyatı vard ı . M i l l i yetçilik dev­
ri. ayrı lma h ırsın ı M üslüman kavimlere de bulaştırdığı için. büs­
bütün vatansız kalmak korkusu içinde idik. Zaval l ı Osman l ı salta­
natının Arnavut ve Arap sadrazam ları . Hristiyan nazırları ve bü­
yükelçi leri olmasının. hatta bir vakitler Dış Bakan l ığın üdeta Hris­
tiyanlar eline veri lmesinin hiçbir faydası olmuyordu. Y i mı i nci asır
Türk 'ün ölümü asrı idi.
Birinci Dünya Harbinde. kendi isyanları ve Çar orduları ile
işbi rl iği etmeleri yüzünden, Ermeni faciası olmuştur. N e acıklı
şeydir k i . bu facia olmasaydı. Kuvay-ı M i l l iye hareketi tutunamaz­
d ı . Muzaffer devletler mütareken i n daha i l k günlerinde Kafkas sı­
nırlarından K i l ikya'ya doğru uzanan Ernıenistan devletini kuracak­
lard ı . 1 9 1 8 mütarekesi i l,e beraber Anadolu Yunan egemen liği teh­
l ikesi altına girnıişti. Bu egemenlik. Batı Anadolu i le Karadeni z
k ı yı larında bul unan Rum nüfusa dayanmakta i d i . Atatürk kuı1uluş
zaferi ni kazanınca, Trakya ve Anadol u'yu lıer fı rsatta kendini gös­
teren bu tehl i keden tasfiye etti. l stanbul surları dışında bütün Tür­
kiye, som bir Müslüman Türk l ük vatanı hfüine geldi. Böyle bir mil­
li birl i k taslağı Küçük Asya tarihinde i l k defa görülüyordu.
Eski A nkara vi layetinin genişl iğini b i l i r misiniz'? Bolu, Zon­
guldak, Yozgat galiba Kayseri vilayetleri. onun birer sancağı idi.
B i r gün ge l m iştir k i . bu vilayetin bütün ç i ft toprakları birkaç Er­
meni bankerin rehni altına girmiştir. Küçük esnafl ıktan ve zanaat­
l ardan ithalfü i hracat tüccarl ığına. veri m l i ziraate kadar bütün m i l-

1 23
li ekonomi Hristiyanların inhisarı altında idi. Türkler rençber. as­
ker. memur vakıfçı veya derebeyi idi ler. 1 9 1 4 İstanbul telefon def­
teri adreslerinin yeni kuşak delikanlıları tarafından gözden geçi­
rilmesini ne kadar isterdim.
Rumeli'den Türkler devletle beraber göçmüşlerdir. Osmanl ı
sancağı inen yerde Türk tutunmasının imkanı yoktu.
Biz Trakya ve Anadolu'dan Hristiyan halkı tasfiye etmekle.
memleket ekonomisini köklerinden sökmüştük. Her yerde bağlar
bozulmakta. zeytinlikler yabanileşmekte veya kesilmekte. balık av­
cıl ığı ölmekte. çarşılar kapalı dumıakta idi. 1 924 Türkiyesinin ger­
çeklerini bilmeyen. yeni Türk tarihi hakkında hiçbir şey öğrenemez.
Eııııeni tehciri sırasında Anadolu şehir ve kasabalarının bü­
tün oturulabil ir mahal lelerini yakmışlardı. Benim 1 9 1 I 'de gördü�
ğüm Ankara, 1 923 'te bulduğum Ankara 'nın yanında bir ·mamu­ ·

re" idi. Yunan ordusu bozgun çekilişi sırasında, Anadolu'nun bir


memlekete benzeyen batısındaki şehirleri yakmıştı. lzmir'e gitti­
ğim vakit bu şehrin de Akdeniz Avrupası şehirlerini andıran ma­
halleleri yanmağa başlamıştı . lzmir'den Uşak'a doğru yalnız tü­
ten harabeler ve enkaz arasından geçmiştik.
Baştan başa, ziraati i le, ticareti i le, zanaatleri i le. şehirleri, ka­
sabaları ve köyleri i le, yeniden " inşa" edilecek, maddi ve mane­
vi inşa edilecek bir vatan ve on iki m ilyon İngiliz l irası, yani iyice
bir anonim şirket sennayesi kadar bir bütçe! Osmanlı bütçesinin
başlıca kaynağı olan aşarı da, halkı yeni devre ısındımıak için kal­
dırıyorduk. Batı Anadolu'nun yanmamış büyükçe kasabalarında
s inemaya para yerine yumurta verilerek giriliyordu .
Lausanne 'da İngi liz Başdelegesi Lord Curzon, Türk Başde­
legesi i smet Paşa 'nın yabancı imtiyazlarına dair reddettiği her
teklifini:
- Bir bende, bir de ( Fransız Başdelegesini göstererek ) bunda
para var, nasıl olsa bizden para istemeğe geleceksin. Bu reddetti­
ğin tek l i flerimi o zaman birer birer geri vereceğim, demişti.

1 24
Kısa ve uzun vadeli hiçbir ödünç alma imkanı yoktu. Her şey
yapılacak ve 1 9 1 1 ' den 1 922 'ye kadar dört harp geçiren, yanan. yı­
kılan. milyonlarca evladını kaybeden, üstelik bütün gelir kaynak­
ları sıfıra inen vatan yoksullarının parası ile yapılacaktı.
H itler Atatürk 'ü övdüğü sırada:
-Bir millet bütün vasıtalarından mahrum edilmiş olsa dahi.
kendi kendini kurtarma vasıtalarını yara!abileceğini ispat eden
adamdır. demişti .
1 923- 1 924 Türklüğü düşünülürse. H itler'e ikinci defa hak
vermek lazım gelir.
Bir de sömürgesizleşme davamız vardı. Demir yolları. tram­
vaylar, şehir ışıkları, suları. gaz. rıhtımlar, fenerler. hepsi imtiyaz­
lı yabancı şirketler elinde idi. Bunları satın alarak millileştirecek-
.
tik.
Anadolu yaylasında, rayları Ankara 'ya kadar döşenen demir
yoll arı bizim değildi ve Düyun-u Umumiye'den kuıiulamam ı�tık.
Bu borcu ödeyemezdik. B u demir yollarını yalnız milllleştinnek
deği l . kısa zamanda sınır boylarına ulaştınnak zorunda idik. Birin­
,
ci Dünya Harbinde demir yolsuzluktan neler çektiğimizi bilen iki
askerden biri Devlet Reisi, öteki Başvekildi.
Bi lmiyorduk. Bir bilen ve öğreten de yoktu. Herkes şaşıı11cı
ve umut kırıcı idi. Mekteplerde okudukları veya okuttukları on do­
kuzuncu asır iktisat teorileri ile yeni devlete nasihat verenleri din­
lesek, kollarımızı kavuşturup bir asır beklemeli idik. Başveki I , de­
mir yoll arını kendimiz yapacağımızdan bahsettiği vakit. her taraf­
tan:
-Devlet, demir yolu yapamaz, kitapta yeri yok ... sesi geliyor-
du.
Demir yolunu imtiyazlı yabancı şirketler yapmalı idi. Halbu­
ki Türk bağımsızlığının bize sağlayacağı ilk menfaat, imtiyazlı ya­
bancı şirketlerin sömürüşünden, yani yarı-sömürgelik şartlarından
kurtulmaktı. Memlekette sermaye yoktu. Sermaye simsarları var-

1 25
dı. Bu simsarlar. Türkiye 'yı;: ekonoın. ik bağımsızlık tadı ta.ttırmak
istemeyen politikacı sermayenin avukatları idiler.
Başveki l :
-Ben o teori, b u teori bilmem. B i r şeyi bil irim, o d a her gün
bir karış ray döşemek. . . diyordu.
Yeni Türkiye' de devletçilik, bir ekonomik meslek olarak doğ­
mamıştır: Bir tarihi zaruret olarak doğmuştur. Yapılacak şeyleri
devletten başka yapabilecek olan yoktu. Mesele bundan ibaret.
Yani Türkiye, kendi yapmak veya hiçbir şey yapılmamasına bo­
yun eğmek arasında seçmeli idi.
Partinin bir iki yüz bin l irasını bir yabancı bankaya yatırarak
hissedar olmak teklifinde bulunduğumuz vakit:
-Türkler bankacılık edemezler. Paranızı bize bırakırsanız, fa­
izini veririz, diyorlardı.
Bir vatan kuıta1111ak, fakat bir banka kuramamak. Bir fabri­
ka işletememek ... Zaferin verdiği üstünlük duygusu ile bu iddiala­
rın doğurduğu aşağılık duygusu çarpışıyordu. 1 923 ' ün şevkli ira­
desi on dokuzuncu asır iktisat öğrencilerinin şüpheci ve bozgun­
cu telkinlerini nihayet yendi. Bilmediğimiz şeyleri yapmaya ko­
yulduk. Ankara köy mü idi? Şehir olacaktı. Demir yolu Erzurum 'a
kadar ulaşmalı mı idi'? Ulaşacaktı.
Aldanmak, avlanmak. yaptığımızı bozmak veya kul lanma­
mak hepsi hesapta idi.
Her şey yapı lmalı ve yapanların sahibi bu millet olmalı idi.
Türk' ün parası varsa Türk. Türk ' ün parası yoksa devlet yapacak­
tı. Geçmişten korkuyorduk. Kapitülasyonlar kabusu henüz dün ak­
şamki uykularımızda idi.
Devletçilik yeni Türkiye'de milliyetçilik demekti.
Birkaç kondüktörle ateşçilerden ve yaban yerlerde istasyon ·

memurlarından başka içine Türk sokmayan Alman, l ngiliz, Fran­


sız demir yol !arını hem satın almak, hem tamamlamak, hem de yüz­
de yüz Türk kadro ile işletmek . . . imtiyazlı yabancı şirketleri tasfı-

1 26
ye etmek ve hepsini yüzde yüz Türk kadro tle işletmek . . . Ve bu ge­
ri Asya memleketini ileri Avrupa memleketi haline getirecek her
şeyi. her şeyi temelinden ku1111ak . . .
M eclis kürsüsünde bir de ' ' l;ç beyaz" parolası revaç bulmuş­
tu: Ekmeğimizi kendi unumuzdan yoğurmak, şekerimizi kendi
pancarımızdan almak, bezim izi kendi pamuğum uzdan dokumak . . .
Ah bir buna muvaffak olsaydık . . .
1 923 kafası v e iradesi imkansızlığa meydan okuımıştur. Doğ­
ru eğri. eksik tamam. fakat " Türkün yapamayacağı " sabit fikrini
yenmiştir.
1 923 iradesinin ve kafasının eline geçmişten yalnız tarihi anıt­
lar miras kalmıştı. Tarihi anıtlar dışında ne varsa. iktisat, teknik,
ticaret, ziraat teşebbüslerinden doğma ne görünürse. hemen hiç bi­
ri Türk deği ldi. Şimdi tarihi anıtlar dışında olan ve görünen şeyler
nesillerce artmıştır ve hepsi ' 'ıni l l i "dir.
Türk tarihi 1 923 iradesinin ve kafasın ın niucizesini unutamaz.
Teferruat isteni ldiği kadar tartışı labi l ir. 1 923 kafasının ve i ra­
desinin bir büyük eseri de. bugün bütün bu işleri tenkit etmek. da­
ha iyi tedbirler arayıp bulmak kabil iyetlerini kazanmış olmamız­
dır. M eşrutiyet'te Direklerarası ' nda bir pabuççu dükkanının açıl­
masını Türklerde iktisadi teşebbüsçülüğün müjdesi gibi sayan biz­
ler, bugün, 1 923 kafasının ve iradesinin kunııuş olduğu demir ve
çelik endüstrisini lsveçli ler kadar verinıleştirmek imkanlarını ara­
yabilen bir seviyeye çıkmışızdır.
***

M i l letvekil liğimin i l k yılında, bir öğle üstü, Yakup Kadri i le


beraber Meclise gelmiştik. Dış bahçe kapısı ile iç kapı merdiveni
arasında birkaç mil letvekili bize bir kanun tek lifi imzalatmak is­
tediler. Okuduk. Teklif aşağı yukarı şu idi: " H idemat-ı vataniye­
sine mükafeten Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine 1 mi lyon
lira ibda edi l miştir. ' '
imzalayanlardan bazıları belki d e iyi niyetliydiler. M uzaffer

1 27
komutanlarını para i le mükafatlandırmak lngilizlerin de adeti de­
ğil miydi? Sonra Mustafa Kemal devrimler yapacak ve de\/rimler
düzenini memlekette kökleştirmek ve korumak için büyük bir par­
tiyi teşkilatlandıracaktı. B unun için para lazımdı.
Beynimizden vurulmuşa döndük. Sanki zafer ve onun bütün
şanları ve şerefleri satılığa çıkarılmıştı. Kuvay-ı M i ll iye devrinin
lngi liz entelijansı adına -hareketin başından ayrılmak şartiyle­
Mustafa Kemal'e büyük bir para ve ltalya'da bir villa vadedilmiş­
ti. Bu da öyle bir şeydi. Gazi M ustafa Kemal 'i devrim tarihinin ilk
günlerinde suikastların en alçakçası ile öldürınek demekti.
Gazi'nin haberi olup olmadığını düşünmeden reislik odasın­
da kendisini bulduk. Hamdullah Suphi heyecanlı sözleri ile hepi­
mizin ıstıraplarını anlatmaya çalıştı. Gazi:
- H iç haberim yok ... Küstahlık etmişler, teklifi bana bulduru­
nuz, dedi. Getirtti ve yırttı.
Derin bir gönül rahatı duyduk.
Fakat ittihat ve Terakki devrindeki nüfuz kazançlarına has­
ret çeken veya Kuvay-ı Milliyenin çetecilik günlerinde vurgun ve
yağma z�vki tatmış olanlar, Gazi 'nin yanında ve Mecliste idi. Bir­
çoklarının devrim umurlarında bile olmadığını biliyorduk. Millet­
vekilliği de, boğaz tokluğu geçime yeter yetmez maaşlı bir görev­
di. İşleri yalnız idealist tarafından görenler yeni bir Batı Türkiye­
sinin ve bu Türkiye içinde yeni bir topluluğun kuruluş savaşlarına
katılmanın şevki yanında her şeyi unutuyorlardı. Bu heyecanı duy­
mayanların hatırladıkları tek şey nüfuzlarını satmaktan ibaretti.
Para kazanmak için tek sennayeleri de nüfuzları idi.
Gazi, varl ıksız her aile çocuğu gibi, hayli sıkıntı lı bir öğren­
ci ve subay hayatı geçinnişti. Aylığı hiçbir zaman masrafına yet­
mezdi. Biraz rahat bir hayatta büyük komuta rütbelerinde kavuşa­
bilmiştir. Bununla beraber fikirlerini ve politikasını ne satmış, ne
de kiralamıştı. Acaba etrafındakilerin kendi itibarını sarsacağına
şüphe olmayan nüfuz ticaretlerini önleyebilecek miydi'?

128
Yeni devrin ilk skandallarından biri. Eııneni kaçırma hadise­
sidir. lstanbul gazeteleri. mallarını yeniden ele geçin11ek için iki
En11eni zengininin gizlice lstanbul ·a sokulduğunu yazım şiar ve bu
kaçakçılığı yapan " i ş Komitesi"nde Gazi"nin arkadaşlarından bir­
kaçını ortak göstermişlerdi. Bu iki Erıneninin lstanbul'a gelmiş ol­
duğu, fakat mesele ortaya çıkınca tekrar savuşturulduktan doğru
idi. Kimlerin suçlu olduğu ise anlaşılamamıştı .
Bir gün ' " Akşam" gazetesinde otururken, bana bir yeni çıga­
ra kağıdı kwıağı getirdiler. Çıgara kağıdının adı: Gazi M ustafa Ke­
mal Paşa! imtiyaz sahibinin adı : Recep Zühdü . . . Recep Zühdü, Ga­
zi'nin en yakınlarından. idi. Kuşağı aldım, Çankaya 'ya götürdüm.
Rahmetli l ider, önledi idi .
Bir aralık vaktiyle orduda politikacılık eden ve Gazi 'nin hiç
sevmediği bir eski subay Ankara sokaklarında görünmüştü. Gazi:
- Ne işi var bu adamın Ankara'da? diye şüpheye düşmüştü.
Komisyonculuk için dolaştığı söylenmesi üzerine, bazıları:
- Davanın bütün zahmetlerini biz çekeceğiz, parasını onlar mı
kazanacaklar? diye söylenmişlerdi.
Eğer devlette bir iş görülecekse ve bu işten bir komisyon alı­
nacaksa, Gazi 'nin yakınları ve tanıdıkları dururken, bu kazanç ne­
den kendisinin de rejimin de düşmanı olanlara kaptırılnıalı idi'?
İ l k aferizm fesadı Ankara'da iş takip etmeğe gelenleri hara­
ca kesme_kle başlamıştır. Adam ya zayıf bakanlara sözlerini geçi­
ren nüfuzlularla oı1ak olacaktı, yahut kazancından olacaktı . Türk
olmayanlar bir Ankaralı maske edinmek zorunda idiler. Birkaç
misal sürat le şu fikrin yayılmasına sebep olmuştur: Ankara· da an­
cak nüfuzlu mil letvekil leri vasıtası ile iş çıkarılabilir.
Bir gün Hakimiyet-i M i l liye gazetesinde oturuyordum. Çaıı­
kaya 'daki evimi kiralayan Çek Sefiri beni görmeğe geldi. Biraz
hoşbeşten sonra dedi ki:
- Bizim l skoda firıırnsını biliyorsunuz. Bu fün1anın Türkiye
mümessili Sabur Sami Bey"dir. Bize söylediklerine göre, kendisi-

1 29
nin siyasi nüfuzu olmadığı için firmanın işlerini yürütenieyecek­
tir. Onun yerine siyasi nüfuz sahibi bir kimsenin bulunmasını ba­
na yazdılar. Aklıma siz geldiniz. Gazi 'nin arkadaşısınız. Gazete­
sinin başındasınız. Lütfen bu mümessilliği kabul etmez misiniz?
Hepsinin asılsız olduğunu ve Türkiye'de bu firmanın işleri­
ni daha iyi görecek bir temsilci bulunamayacağını dilim döndüğü
kadar anlatmağa çalışmıştım.
Bir gün Milli Savunmanın bir eksiltmesine katılan iki rakip fir­
madan ikisinin de temsilcisi aynı milletvekili olduğu görülmüştü.
iş Bankasının bir nevi politikacılar bankası olarak kurulmuş
olması, Cumhuriyet tarihi için pek acıklı bir aferizm salgının baş­
langıcı olmuştur.
iş Bankasını kuranlar ve bilhassa onun umum müdürü, -dü­
rüst kimselerdi. F.akat bankayı yürutebi lmek, tutabilmek ve işlete­
bilmek, uzun muddet devlet otoritesini kullamnağa bağlı kalmış­
tır. Kolay kazanç elde etmeğe çalışanlar, yeili yabancı, Ankara'da
nüfuz tüccarlarını bulmakta ve onlar vasıtası ile bankayı kendi te­
şebbüsleri içine sürüklemekte idi. Birkaç defa bankayı pek ağır zi­
yanlardan kurtarmak için, onu çıkmaz işlere sokmuş olanları ka­
zandırarak kurtannak liizıın gelmiştir.
Bu kurtarı lanlardan biri, ki on parasız bir subay emeklisi ola�
rak i l k Meclise katılmıştı, bir demir yolu mukavelesinden tam 1
mi lyon yirmi sekiz bin l ira komisyon almıştı . Bu komisyonun
ehemmiyetli bir kısmı iş Bankasındaki hesaplarını kapatmağa anc
cak yetebilmişti.
Devlet bu uzun mühletli sözleşme yüzünden milyonlarca li­
ra ziyana gireceğini anlamış ve onu sonradan feshedebilmek için
bin bir sıkıntıya uğramıştı.
Oıtaya bir teşebbüs atarak i ş Bankasının sennayesini tehlike­
ye koyabilmek, para kazanmanın en kestirme yollarından biri sayı­
l ıyordu. Rej imden hava parası vurınak hırsı nüfuz satıcılannı o ka­
dar bürümüştü ki, bir gün, Atatürk'ün kızıp yanına sokmadığı bir

1 30
şahısla l}Ufuzlu dostlarından biri arasında şöyle bir pazarlık yapıl­
mıştı: Dqstu bir kolayını bulup o şahsı sofraya davet ettirecek ve
sofrada bir kolayına getirip Atatürk' ün el ipi öptürerek affettirecek­
ti. B usenin ücreti on biniira idi. Meseleyi duyan bir arkadaşım ta­
rizli müdahalesiyle bu karlı işi son dakikasında akim kalmıştı.
Şöyle bir sistem kurulmak isteniyordu: Devletin yapacağın ı
banka yapmalı i d i . Şüphesiz arada bankanın yabancı iş v e yerli nü­
fuz komisyoncuları asıl h isseyi paylaşacaklardı. Reassürans hika­
yesi bunun tipik bir misalidir.
Galiba dünyanın hiçbir yerinde reassürans işi imtiyaz altında
değildir. Bu fikri İstanbul sigorta kumpanyalarından birinin Levan­
ten müdürü icat etti. Atatürk' ün kalp rahatsızlığından şüphe edile­
rek perhize girdiği zamanlarda idi. Arkadaşları iki cepheye bölün­
müşlerdi. Böyle bir inhisarcılığa mani olmak isteyenler, bütün de­
l i llerini kullanmakta idiler. Hükumette de banka n üfuzcu luğuna
karşı mukavemet belirmişti. İmtiyaz davası bütün bir mevsim geri
kaldı. Fakat nihayet teşebbüse önayak olanlar muvaffak oldular. H iç
unıltmam, Hakimiyet-i M i lliye gazetesindeki odamda oturuyor­
dum. Başyazarlardan ve banka i dare meclisi reisi Siirt M i lletveki­
l i Mahmut, yanımdaki odada çalışırdı. Arada kapı yoktu. Beraber
konuşurken İ stanbull u sigorta müdürünün geldiğini haber verdiler.
Pek neşeli müdür, Mahmut'un masası üstüne üç zarf bıraktı:
-Bu zat"i alinizin. Bu . . . Beyefendinin, bu da . . . Beyefendi­
nin, dedi.
Bu zarflar hisse senedi dolu idi. Bahsettiğim sigorta müdürü,
elde ettiği başarıdan sonra, servet ve samanını toplayarak Fransa'ya
gitti. "Cote d' Azure"de yerleşti.
Geçen gün l stanbul l u bir tüccardan duydum. Reassürans im­
tiyazı yüzünden yalnız bu tüccar şimdiye kadar 50.000 lira fazla
sigorta parası ödemiştir.
İş Bankasının i l k sermayesi de H i ndistan'dan M ustafa Ke­
mal 'e gönderilen paranın geri kalanı idi. Bu para, millete ve dev-

131
\ete gönderilmişti. M ustafa Kemal el sürmemeli idi. Gerçi o ser­
maye hesabı daima aynı tutulmuş. paıti işleri için kul lanılmış ve
partiye bırakılmıştır. Ama Mustafa Kemal yanındakilere bir örnek
olmalı idi.
Başvekil ve arkadaşları aferizme karşı mücadele ediyorlardı.
Başveki l :
- B i r iş ki, k imse yapmaz, devlet yapar, bunu anl ıyorum. Bir
iş ki, hususi bir teşebbüs yapar, bunu da anl ıyorum. Fakat devle­
tin nüfuzunu kullanarak şahıslar veya bankalar yapar. bunu anla­
mıyorum. Ben devletçilik denen şeyi anlarım, fakat dolapçı l ığı an­
lamam, diyordu.
Başvekil Milli Savunmaya bir tezkere yazarak ve tezkerede
Atatürk ' ün pek yakın bir arkadaşının ismini zikrederek, bu zatın
karıştığı eksiltme ve arttınnaların bozulmasını emretmişti . Bir gün
de Meclis koridorunda yüksek sesle:
- Hazineyi soydumıayacağım, hazineyi soydurmayacağım ...
diye haykırdığını görmüş, sinirlerini iyice oynattığından şüphe et­
miştik.
Hava paracı lafı hükumetin bu dayatışına, iktisat politikasının
nazari sakatlığı mahiyetini vemıek için Çankaya 'yı telkin altında
bırakmağa uğraşıyorlardı. Bir akşam, biraz yukarıda bir milyon li­
ra komisyon aldığından bahsettiğim M i lletvekili tenkitler yürüt­
meğe koyulmuştu. Atatürk işi alaya alarak:
- Fransızca söylersen dinlerim, demişti.
Hatibin dış seyahatlerinde kulaktan kapma birkaç kelimesin­
den başka Fransızcası yoktu. Biraz içmiş olduğundan cesaretle
ayağa kaltı ve: "Mon economie autre economie ismet Paşa ..." di­
ye tutturdu idi.
Bir gün. daha sonra Yavuz - havuz skandalında hüküm gi­
yenlerden bir milletvekili ile trende konuşuyordum. O da 1 923 fı­
karasından idi:

1 32
- Seni bir açık otomobilde gördüm. Kapalısını sattın mı? di­
ye sordum.
- Hayır. .. dedi, bir de açık aldım. Biliyor musun, iki otomo­
bil almak daha ekonomik . . .
Bu sözle n e demek istediğini hala anlamamışımdır.
Bir gün de, mütarekede küçük bir alacağı için tanıdığını de­
nize atmakla tehdit eden bir küçük maaşlının Fi orya' daki evi önün­
de otomobili, denizde de kotrası duruyordu. Arkadaşımla:
- Bunun torunu da olmuş ... diye eğlenmiştik.
Millet Meclisi, Cumhurbaşkanlığı için Çankaya'daki yeni e­
vi yaptınnakta idi. Ben kestördüm. Yazları Ankara'da üç arkadaş
nöbet tutardık. İhaleler de kestörlükten yapılırdı. Sıra bende idi.
Köşkün en devamlı adamlarından biri geldi :
- Sıhhi tesisleri .. . ' e ihale et. Bizim oıtağımızdır, dedi.
- Nasıl yapabilirim bunu? ihaleye katılanların zarfları kapa-
lı ... Hangisinde ucuz teklif çıkarsa ona vermeğe mecburuz.
- Sana yolunu öğretirler, dedi.
Öğretecek olan da daire müdürü imiş. ihale en ucuz teklife
yapılmıştır. Fakat aynı zatın bu eve dair Atatürk' e telkinleri yü­
zünden kestörler ha:yli ıstırap çekmişlerdi.
.
i ş bahsinde bu kadar titiz görünen Başvekilin de yakın etrafı
nüfuz ticaretinden zengin olmuşlardır. Ayazpaşa mezarlığını biri­
nin mülkü haline sokup bizzat İnönü'ye bu mezarlıktan arsa his­
sesi sağlamışlardı.
***

Size burada Cevdet tarihinin, Üçüncü Selim'in tahttan indi­


rilmesini hikaye eden 8 inci cildinden birkaç fıkra okumak istiyo­
rum: " . . . Ricalden ve kibardan niceleri gücenip birer tarafa çekil­
diler. Bu sırada bazı eyyam adamları dahi şahsi menfaatlerine ba­
karak müdahane yollarına döküldüler. İstanbul ' ca görülmedik tarz
ve surette büyük ve m üzeyyen konak ve yalı lar inşası ile ziyade
sefahet ve ihtişama düştüler. Geceleri mukataat mültezimleri ve

1 33
memleketeynin kapı kethüdaları gibi rüşvet vasıtası o l an kimse­
lerle yahut aşağı takımdan kasclislerle hcmbezm olup kah evlerin­
de, kah kayıklarla mehtaba çıkıp deniz üzerinde bazende ( oynayı­
c ı ) ve hanende ve sazendelerle ıyş ve işret meclisleri kurdular. Ni­
zam-ı Cedid işini mal toplamağa vesile edip pek çok israfa düştü­
ler. H atta İbrahim kethüda bir gün birine bir at verip:
"Tavlada altmış atım kaldı , bundan sonra babam mezardan
çıkıp da bir at istese vermem, dediği Asım tarihinde zikredilmiştir.
işte N izam-ı Cedidi terviç eden rical in hali bu veçh ile olup.
kendileri servet toplamakla meşgul olup her birinin etrafı dahi ay­
nı yolda olmakla N izam-ı Cedid işi güya halktan birçok paralar top­
layıp da zamanın n üfuzlularına bol bol harcayarak sefahet etmek
için imiş gibi bir surete girdi. Halkın alışmadığı N izamat-ı Cedi­
denin icrasında ise fedakarane hareket etmek ve şahsi menfaatle­
ri terk edip, saire hüsn-i misal göstem1ek lazım gelip yoksa başta
bulunanlar ihtişam ve sefahete daldıkları halde Ocak l ı dahi mekcl
edinmiş olduk l arı ulı1felerin ellerinden gitmemesi için N izam-ı
Cedid aleyhinde bulunmaları tabii idi . "
Kuruluş devrinin nüfuz ticareti halk efkarı üzerinde süratle
aynı tepkiyi yaptı. Hükumette ve partide tehlikeyi görenler. elle­
rinden geldiği kadar mukavemet göstennekte idiler. Türkiye 'yi kal­
kındınnak için durınadan vergileri arttırıyorduk. Biraz geçim te­
min etmeğe başlayan aylıkları yeniden kesiyorduk. Bütün mill'i kal­
kınma yükü, milletin sırtında idi. Böyle zamanlarda politikayı iş
ve kazançtan, tıpkı dünyayı dinden, orduyu siyasetten ayırır gibi,
o kadar kati ayınnak lazımdı. Atatürk, realist bir politikacı olduğu
için yanında bulundurmayı faydalı saydıklarını feda etmemekle be­
raber, hükumette ve partide fazilet mücadelesi verenlerin gayret­
lerini hoş görüyordu . Fakat kazanççılar bu mücadeleye k ızıyorlar,
kimini . mesela " Kadro ' ' gazetesinde şeker meselesini tenkit eden­
leri Bolşeviklikle, h ük umeti de serbest teşebbüse nefes aldım1a­
makla suçluyorlardı .

1 34
Kaza11ççılığın bir tepkisi de hükumeti. her işte bir nüfuz tica­
reti görm�k vehmine sürüklemek olmuştur.
Serb est Fırka hareketinin uyanışında 'atcristler takımının bü­
yük rolü olmuştur. Fethi Okyar namuskar bir efendi idi. O, liberal
i ktisat ve politika anlayışı ile hem Atatürk, hem de İ smet Paşa 'dan
ayrı l ıyordu. Fakat aferistler için liberalizm demek, devletin yapa­
caklarını kendileri yapmak demekti. Bunlar iktisat devletçisi oldu­
ğu için değil, kendi kazançlarını önlemeğe uğraştığı için İsmet Pa­
şa ve arkadaşlarının aleyhinde idiler.
M ukavemetçi lerin çok olması ve hükumete aferistlerden
mümkün olduğu kadar az adam sokulması, kuruluş devrinin bü­
yük bir taliidir. Hükumeti de bulaştım1ak isteyen aferizm salgını,
Yavuz-havuz davası ile tasfiye edi lmiştir. Bu dava, aferistler için
pek ağır bir darbe idi. Fakat onları perde arkasında fesat yürütmek­
ten men etmemiştir.
Bu hatıralara dedikodu ve şahsiyet bulaştırmamak için elim­
den geldiği kadar dikkat ediyorum. Bütün isimler ortaya atılsa ve
bunlara benzer birçok vakalar daha sayılıp dökülse ne çıkar? Bir
mahkeme savcısına gerekçe edebiyatı hazırlamıyorum.
Doğrusunu isterseniz, bugünkü demokrasiyi uyarmak ve uya- .
nık tutmak için bu bahse dokundum. l 950'den sonra aynı aferizm
salgını daha büyük bir hırs ile tepmiştir. Otuz yıldan beri kurulan
milyarlık seıınayel i bankalar. iktisadi teşekkül ler, işletmelerde par­
tizan bir kontrol inhisarı kurulmuştur. 1 923 ve sonrasında on bin­
ler ve yüz binlerle oynanmakta idi. Bugün on milyonlarla oynan­
maktadır.
Ne eski rejimde, ne de bugün gizli nüfuz ticaretlerinin ve şah­
si yolsuzlukların tamamiyle önlenebileceği gibi bir hayale kapı l ­
mıyorum. H içbir demokrasi bunda muvaffak olamamıştır. Asıl
mesele nüfuz ticaretinin bir sistem haline gelmesinde, adeta imti­
yazlı politikacıların meşru bir hakkı gibi tanınmasındadır.
Eski rejim on beş yıl mücadele etti. En sonunda nüfuz ticare-

135
ti önlenmi�ti. Mil letveki lleri en basit serbest meslek haklarını bi­
le kullanmayacakları kadar kazanç ve politika birbirinden ayrılmış­
tı . Millet\'ekilleri ve parti politikacıları idare meclislerinden uzak­
laştın lmıştı. İş Bankası tanı ticari bir mahiyet almıştı .
1 950"den sonra hepsinin tersi yüzüne dönmüştür. Benim fik­
rimce eğer 1 923 'ten sonraki mukavemetçiler cephesi kurulmasay­
dı. inkı lap rejimi on yılı bulmaz batardı. Bugün belirdiğini gördü­
ğümüz gidiş daha da kötüdür: Büyük nimetler paylaşması. parti­
zanları bir iktidar inhisarcıl ığınııı bütün şiddetlerine doğru sürük­
lemektedir.
Geçmişi. bugüne bunun için hatırlattım.

Bir Deneme

Liberalizm, 1 924 'te Fethi Okyar'ın Başveki l l iği ile iktidara


gelmişti . B'u ikinci deneme beş ay kadar sürmüştür.
Atatürk denemelerden korkmayan. ara sıra . . Meclisi havalan­
dırınayı " bilen bir lider idi. Pek yakında İsmet Paşa'ya döneceği­
ni bilerek Fethi Okyar' ı Başvekil yapmıştır.
Devri min o tehlikeli kuruluş günlerinde Okyar' ın siyasi l ibe­
ralizmi Şeyh Sait isyanına kadar sürdü. Ahval fenalaştıkça, kendi­
sine hiçbir önleyici tedbir aldırınak mümkün olmuyordu:
- Candarına var. polis var, kanun var, bunlar yeter. . . diyordu.
İç tehlike büyüdükçe, ismet Paşa devrinin herkesi rahatsız ed­
er görünen sıkılık zahmeti unutuluyor, bütün gönüllerde: .. Ya dev­
rim'? Ya rej im?" kaygısı uyanıyordu.
Bir akşam Atatürk 'e davetl.i idik. Birkaç oyun masası kurul­
muştu. Hanımlı efendi l i vakit geçiriyorduk. Ben ve Yakup, Ata­
türk ' ün masasında idik. Fethi Bey ve i smet Paşa ayrı ayrı masa­
larda briç oynuyorlardı .
Bir aralık yaver. Atatürk 'e bir şifre getirdi. Şeyh Sait i syanı­
na ait son bir rapor olduğunu anladık. Bir cephe düşer gibi, şark

1 36
düşüyordu. İsyana katılan katılana idi. Atatürk raporu okudu, du­
" " " i . ı r ı ı ı ı bir acı k ı stı sonra yavere usulca:
,

- Al bunu Fethi 'ye götür. ..


Bize de:
- Çocuklar dikkat ediniz, dedi.
Fethi Bey rahatsız edi lmesinden sıkı lmış görünerek. bir an
oyunu bırakıp yavere:
- Ne var? diye sordu.
Yaver raporu verince de şöyle bir göz atıp:
- Sonra bakarız, diyerek iade etti.
Atatürk yaveri çağırdı, yine yavaş sesle:
- İ smet'e götür. .. dedi.
1 smet Paşa' nın hük ümette hiçbir vazifesi yoktu. Oyunu bırak­
tı. rapora bir baktı, sonra iskemlesini geriye çekerek bircigara yak­
tı, uzun uzun okudu. birkaç nefes cigara daha çekti, tekrar okudu
ve pek düşünceli bir hiilde kağıdı ağır ağır kıvırdı. yavere verdi.
düşüncesi bir müddet daha devam etti. Atatürk:
- işte farklar! dedi.
Bu fikrayı Fethi Bey ' i küçültmek için anlatmıyorum. Fethi
Bey eğilmez bükülmez bir l iberaldi. inkılap ve medeniyet hamle­
lerinde Atatürk 'ü anlıyordu. Bir Garp medeniyetçisi idi. Fakat in­
kılapçılık denen disiplin sistemini anlamıyordu. Sıkı yönetim ve
fevkalade tedbir gibi şeylerin yeniden bu disipline yol açabilece­
ğini düşünüyor. bunu istemiyordu. Fethi Bey, bir inkılap devrinin
adamı değildi.
Fethi Bey düştü, yerine l smit Paşa geldi ve "Takrir-i Sükun ' '
Kanunu çıktı.
***

Atatürk ikinci havalandırma ihtiyacını 1 930'da hissetmiştir.


Sofrası şikayetlerle dolup taşıyordu. Yeni inşa devrinin maddi kül­
fetleri memlekete ağır geliyor, şahsi menfaatleri önleyen hükfımet­
çi sistem nüfuz kazanççılarını isyan ettiriyordu.

137
Atatürk, Paris Büyükelçisi Fethi Bey ' i n bir tatil dönüşünde,
bütün bu �ikayetçileri onun etrafında toplamaya. i smet Pa�a pol i­
tikası ile gizli \ e el altından değil. açık mücadele ettirmeye karar
verdi. Benim bildiğime gore ı l k tasarlama, bunun parti içinde bir
hizip olma�ı idi. ismet Paşa buna şiddetle karşı koymuştu:
-Bir hükumet. sabahleyin Meclise geldiği zaman, ekseriyet
var mıdır, yoksa o gece bir dalgalanma ile kaybolmuş mudur. gi­
bi bir şaı1 içinde çalışamaz. Bir hizip deği l, bir muhalefet partisi
olmalıdır, diyordu.
Devrimci Atatürk. iıtica henüz olanca hıncı i le dipdiri iken.
bir muhalefet paıtisinin kurulmasına neden izin verdi? Bu suale
hiç kimse doğru cevap veremez. Çünkü hiç kimse açıkça fikrini
söylememiştir.
Bazıları derler ki İ smet Paşa 'nın politikasını beğenmezmiş de
onu frenlemek için böyle yapmış. O zamanı hatırlayanlar bilir ve
tarih de pek kolay öğrenecektir ki kuruluş devri idaresi, "baş ba­
şa" bir idare idi. Hükumet politikasını frenlemek için Atatürk 'ün
bir başkasına ihtiyacı yoktu. Zati böyle bir ihtiyaç zaafı , onun bü­
yük gurur ve nefis güveni hassaları ile uzlaşamaz.
Bazıları derler ki. Fethi Okyar' ın da katılmakta olduğu sağ te­
mayüllü politikayı, açık münakaşalar içinde iflas ettiıınek için öyle
yapmış. Bu ihtimal de, Serbest Fırka kuruculuğuna ayırdığı arkadaş­
ları ile kendi arasındaki münasebetlerin hususiyetlerine uymaz.
Akla en yakın gelen teşhis, bence, şudur: Bu rejim nihayet
normalleşecekti. Tek partili bir Meclis rejimi bir gün sona erecek­
ti. Acaba rejimi norınal leştiııne eseri. Atatürk sağ ve bütün otori­
tesi ile ayakta iken, kendisi tarafından temin edilemez miydi? Böy­
le bir denemede Atatürk 'ün muhalefet paıtisini Fethi Okyar kadar
inanmadığı şahsiyetlere emanet etmesi şüphesiz tehl ikel i ol urdu.
Fethi Okyar, Atatürk' ün onu hiçbir zaman feda etmeyecek bir ar­
kadaşı idi: Atatürk. Cumhuriyet Halk Paıtisinin lideri olarak kal­
malı, fakat Serbest Fırka da onun yüksek hakemliğini tanımalı

1 38
idi. Asil mühimi, Serbest Fırka devrim nizamına, Cumhuriyet Halk
Paı1isi kadar bağlı kalmalı idi . Devrim nizamı dışındaki türlü me­
seleler. iktisat. maliye. ziraat \ c ticaret işleri. iki paı1i arasındaki
ıııüııaka�aları bcslcycbi l irdi.
Bulgaristan \lan lstanbul 'a dönerek Yalova 'ya gitmiştim. Ata­
türk Serbest Fırkadan bahsedince fikrimi saklamadım. Erken ol­
duğunu söyledim ve yeni paı1inin etrafını inkılüp dü�ınanlarının
saracağına şüphem olmadığını anlattım.
Yeni muhalefet gazeteleri alıp veııııekte idiler. Gazete hücum­
l<ırını idare edenler arasında "yalnız" ta ilk gününden beri devrim
rej imine kar�ı koyanlar göze çarpıyordu. M uhalefet bir sürüm va­
sıtası hüline de geldiği için, Cumhuriyet Halk Partisinin müdafa­
acısı kalmamıştı. Serbest Fırkaya geçmemiş olanlar da, halk etkü­
rıııdaki kaynayışa bakarak. ihtiyatl ı bir dil kullanmakta idiler.
Atatürk Yalova 'ya gelen milletvekilleri arasından gözü kes­
tiklerine:
- Siz de yeni fırkaya geçmek i stemez misiniz? diyor ve yeni
parti Meclis Grubunun sayı edinmesine çal ışıyordu. Benim bulun­
duğum gece. Sair Mehmet Emin Bey sofra davetli leri arasında i­
di. Atatürk pek saygılı bir lisa_n la ona da aynı tekl i fte bulundu ve
Emin Bey kabul etti. Atatürk ' ün hemşiresi dedi k i :
- Paşam siz d e bizim fırkaya hep beyefendi gibi zevatı veri­
yorsunuz. ( Beni göstererek ) Bir de bu ımıharriri versenize . . .
Atatürk:
- Yooo . . . dedi, ne kadar gazete ve gazeteci varsa hepsi sizin
tarafta! Onu bize bırakınız.
Fakat benim bazı tenkitlerimi de hoş görmedi. Her vakit ser­
bestçe konuşınaklığıına izin verirken, o akşam bir iki defa i leri git­
mekl iğimin doğru olmadığını ima etti.
Eı1esi sabah yaveri gördüm, • • İki fırkalı sofraya alışmamışını.
gaf yapacağı benziyorum, onun için bu akşam Ankara 'ya gidece­
ğim," dedim.

139
Görüşmek üzere Küçük Köşkte i smet Paşa 'ya uğradım. O da
pek asi ve itirazcı geçinen bazı arkadaşlarını yeni fırkaya geçmek
için teşvik ediyormuş. O sabah rahmetli Vasıfa:
- Sen ne zaman bizden ayrı lacaksın? diye soııımş.
Vasıf asi ve itirazcı, fakat samimi devrimci idi. Hiç anlama­
mazlıktan gelmiş. Bana şikayet etti idi.
ismet Paşa ayrılırken bana:
- i şler inkişaf edecek. Seyrini takip edecek . . . Hakimiyet- i
M i l l iye" tarafsız kalmalıdır. Yeni fırka aleyhine hiçbir şey yaz­
mayacaksın, dedi.
Ağustos sıcağında Ankara 'ya geldim. Tatile gitmeyen ve ha­
diseyi Ankara'da kalarak, takip etmeyi tercih eden birçok mil let­
vekilleri Mecliste idi. Benim Yalova'dan geldiğimi duyunca etra­
fıına toplandılar. Hepsinin merakı aynı idi:
- Acaba Atatürk ismet Paşa'yı mı, Fethi Bey ' i mi tutacak?
Söyle bir şey sezinir gibi oldum: Eğer Atatürk' ün i smet Pa­
şa'dan vazgeçtiği kanaatine varsalar, birçokları yeni fırkaya akıp
gidecekti. Şahıslar benim umurumda değildi. inkı lap prensipleri­
ni sımsıkı tutanların iktidarını istiyordum. Medeniyet meselesin­
den öbür tarafı beni alakalandınnazdı.
Rahmetli Recep Peker o tarihte Nafıa Vek i l i idi. Onu görüp
dertleşmeye gittim. Atatürk'ün o kadar yakını i ken o da:
- Yahu. Atatürk ' ün gerçek niyetini anlayabildin mi? diye sor-
du.
Akşam üstü gazeteye gittim. " Politika" sütununu açarak,
Serbest Fırka gazetecileri ve sözcüleri ile münaka�aya giriştim.
Atatürk ' ün kendi fırkasında böyle bir polemiğin başladığı görül­
mekle devrim cephesinin kuvvetleneceğini, birtakım tereddütlerin
kalkacağını umuyordum. Fakat acaba Atatürk ve Başveki l ne di­
yeceklerdi?
Üç dört gün Yalova'dan hiçbir ses gelmedi. Gittikçe genişle­
yen bir tecavüz cephesine karşı, parti gazetesinin mücadelesini ta-

1 40
bil bulnıu� olmalı idiler. Bir hayli fıkralarını sonra da " Eski Saat"
kitabıma almış olduğum ' · Pol itika ' ' sütunu yazıları birçok dostla­
rın hoşlarına gitti.
Serbest Fırka kurucuları pek nazlı idi ler. Halk arasında alabil­
dik lerine insafsız davranırken, ikide bir Atatürk'e gelir, şaı1 koşar­
lardı . Bu defa da benim Hakimiyet-i Mill iye'de mücadeleyi kes­
mekliğimi istemişler. Atatürk 'e kendi cephesi adamlarından biri­
nin kuvvetinden şikayet etmek büyük bir hata idi. Bundan ba�ka
muhalefet, pek az zamanda, her türlü i11icaı seferber etmişti. ilk gün­
lerde sadece bir tenkit ve murakebe görevi yapmak için yeni fırka­
yı kurmuş olanlar. memleketin her köşesinden bu umumi alakayı
görünce hemen bir seçimde Meclisi ele geçimıeyi gözlerine kestir­
diler. Gerçekte henüz inkılap yarası taze idi. Eski müesseseleri di­
riltebilecek olanlar l iderleri ve müritleri i le ayakta idi ler. Şaı1lar
l 950'de olduğundan çok daha tehlikeli olduğuna şüphe yoktu.
Serbest Fırka kurucularının umut ve hevesleri ile birli kte, ha­
reket sömürücülerinin cüretleri de arttı. Daha büstleri olmadığı
için ismet Paşa 'nın resimlerini y111mak gündelik hadiseler sırası­
na geçti. Bunda muvaffak olunca hedeflerini değiştirdiler ve Ata­
·

türk' e açık tecavüzlere giriştiler.


Hepsi bahane, hedef, devrimin kendisi idi. Fethi Bey ve ar­
kadaşları, l iderlik nüfuzu ile gelecek duruma hakim olabi lecekle­
rini zannediyorlardı. Aldanıyorlardı.
Din, pek tabii olarak, hareket sömürücülerinin başl ıca si lahı
haline gelmişti. Atatürk, vaktiyle hocalık ettiği için kendisine pek
güvendiği ve Fethi Bey'e arkadaş olarak verdiği: milletveki l i , bu
s ilahı eski talebesine ve yeni velinimetine karşı kullanmakta en i le­
ri gidenler arasında idi.
Ufku çepçevre kaplayan karabulut, sararmış eki n l i kuru top­
rağa en iyi rahmetlerin müjdesin i verdi. Ve ondan su yerine taş
yağdı.
Atatürk halk çoğunluğunun devrim aleyhine elde edilebile-

141
ceğini bilmiyor değildi. Onun 1 930 ınuhalefeti11den be)<le.d iği va­
'.
z;ite, devrim nizamına bağlı kalarak ve devrim düşmanlaı ; nın iş­
birliğini reddederek, hür bir murakebe hayatı tesis etmekti. Bu bir
feragat işi idi.
Bir gün i smat Paşa 'yı Çankaya Köşküne çağırdı:
- Ne var, ne yok? diye sordu.
Başvekil her şeyin tabii seyrini takip etmekte olduğunu söy­
ledi: " M uhalefetle mücadelemizi yapıyoruz, " dedi.
Atatürk :
- Hayır. Muhalefet bana ve inkı laba karşı bir hareket halini
almıştır. Bunu bırakamam. dedi.
Muhalefetin son şaı1ı, Atatürk ' ün fırkalar üstünde kalınası
idi. Bir defa partisi yıkıldıktan sonra, ondan kuı1ulmak güç olma­
yacak yahut büyük bir iç savaş tehl ikesi baş gösterecekti. Atatürk :
- Ben bitaraf değil, bir tarafını, diyordu.
Yani inkılapçı idi. Onun tarafsızlığı, ikinci fırka da birincisi
kadar inkı lap nizamına bağl ı l ık karakterini korduğu pek kısa bir
zaman süımüştü.
En çok genç harislere şaşıyordum. i kbal pahasına, bilhassa
kendilerinin olmak lazım gelen inkılap davasını, iı1icaa peşkeş
çekmekte tereddüt etmiyorlardı.
Bugünkü demokraside ne kadar alçaklık yapılmışsa, hepsi
1 930' da da yapılmıştı. Şu fark ile ki, 1 930' da inkılap kolayca yıkı­
labilirdi. l 950'de bütün eski müesseseler yiımi yıl daha çökmüşler
ve yeni müesseseler yinni yıl daha yaşlanmışlar ve köklenmişlerdi.
N ihayet Serbest Fırka feshedilerek büyük tehl ike durdu.
Keşke bu tehl ike hiç uyanmayarak. büyük hareket, dürüst
tenkit ve murakebe hareketi devam edebilseydi . . .
Çünkü basın hürriyeti v e siyasi serbestlik oı1adan kalkınca,
başka istismarcılar işe koyulacaklardı. Rej imin hayatı Atatürk ' ün
ömrü ile sıkı sıkıya bağlanmış olduğu için, ikide bir suikast masal-

1 42
lan çıkarılarak Atatürk' ün etrafındaki çember gittikçe daralacak
büyük � alk adamı halktan gittikçe uzaklaştırılacaktı.
Hastalığı da başlamak üzere idi.
Rahmetli Fethi Bey 'in, eskiden beri o kadar çok sevdiği Ata­
türk' e en büyük yardım fırsatını kaçırmış olmasına hepimiz ne ka­
dar esef etsek yeri vardır. Birkaç sene sonra ismet Paşa:
- Ne zaman olsa, rejimi tabiileştirmek için bir sarsıntı geçire­
cek değil miyiz? Serbest Fırka devam etseydi, çoktan bu sarsıntı
buhranını atlatmış olurduk, diyordu.

D i l ve Tarih

Devrimler içinde size dil ve tarih hareketine dair kısaca bazı


bildiklerimi anlatmak isterim.
Mustafa Kemal de, kendinden önceki ve sonraki kuşaklar gi­
bi, Türklüğün geçmiş medeniyetlerde yeri olmadığını ileri sür­
mekte Frenk edebiyatı ile birleşen tarih kitaplarını okuyarak ve
Türkçenin bir ilim ve edebiyat dili olamayacağına inandırılarak ye­
tişmiştir. Osmanl ı tarihi, Osmanl ı hanedanından önceki Türklüğe
barbar gözü ile bakar. Türklüğe, ancak, Arap-lslam dünyası için­
de şahsiyetini kaybettiği kadar değer verir. Osmanl ı edebiyatı,
Türkçenin Arap ve Fars dillerinin kelime ve kaide egemenliği al­
tında yaşayabileceği davasını tutar. Türkler medeniyet bakımın­
dan tarihsiz, i l i m ve edebiyat bakımından d i lsizdirler.
On dokuzuncu ve yirminci asır Türkçüleri, Osmanl ı inkarcı­
lığına karşı isyan etmişlerdi. Eski Türklüğün i lme ve medeniyete
h izmetleri üzerine yine bazı Batı bilginlerinin kılavuzluğu i le, ya­
zılar yazmışlar ve Türkçeni n bağımsız bir dil olacağı davasını or­
taya atmışlardı. llk zamanları Osmanlı fikir adamları aleminde bü­
yük bir akis bırakmayan bu iddialar, 1 908 Meşrutiyetinden sonra,
Türkçülerle beraber tam bir hareket karakteri almıştı. Atatürk' ün
hareketi takip etmeye vakti olduğunu sanmıyorum. H iç ardı arası

1 43
kesi lmeyen politika krizleri ve harpler yüzünden, bu vakit bula­
mamayı kendisine bağışlamak da tazım gelir.
Alfabe işi, Atatürk için, başlangıçta sadece bir yazı işi idi. Fa­
kat yeni yazının bizim kuşak edebiyatçılarında daha ilk dünya har­
bi öncesinden beri gelişen Türkçecilik akımını uyandım1amasına
imkan yoktu. Osmanlıca, yeni yazı içinde yaşayamazdı. Osmanlı­
canın temel i, ilim dilinde Arap iştikaklarıdır. Edebiyatta bilhassa
Farsça şekillerdir. Yeni yazıda Arap kelimesi bütün şahsiyetini kay­
betmekte ve kolaylığı Turkçe ve Türkçeleşmiş kelimelerde duyul­
makta idi.
Yeni yazı 1 928 Kasımında kabul edildikten sonra Alfabe Ko­
misyonu Dil Komisyonuna çevri lmiştir. Ben de komisyonda idim.
Bu komisyon kurulduktan sonra, rahmetli Celal Sahir, Ahmet Ra­
sim ve lbrahim Necmi bir imla lügati hazırladılar.
Dil meselesi ilk önce Başvekil ismet Paşa 'nın bir parolası ile
doğmuştur. i smet Paşa:
- Larousse' un bir Türkçesini yapınız. diyordu.
Başvekilin iddiası sade idi: iki ciltlik Larousse lügatinin ke­
limeleri Türkçede karşılanmalıdır.
Eski Fransızca - Türkçe lügatlerdeki karşılıklardan haylısı
kelime değil, tariflerdir. O kadar zengin sandığımız Osmanlıca, Ba­
tı ilim ve kültür dilleri arasında deği ldi. Batı dilleri ile tam bir kar­
şılaştırılma tecrübesi geçirmemişti.
Larousse tercümesine başlanınca, Osmanlıcanın fakirliği he­
men meydana çıktı. Birçok kel imeye ihtiyaç vardı: Bunlar ya eski
metinlerde bulunacak, yahut yeniden yapılacaktı. Kelime arayışla­
rında ve yapı şiarında Arapçaya bağlı kalmak kimsenin hatırına gel­
mediği için "yeni "yi Türkçede arıyorduk. Komisyon üyelerinin bir
kısmı Türkçe kelimeleri toplamak vazifesini üzerlerine aldı lar.
Larousse tercümesi pek yavaş yürümekte idi. Komisyon üç
dört yıl içinde bir alfabe kitabı ile. yeni imlayı öğretmek için bir
küçük gramer. bir de imla lügatinden başka eser vermemiştir.

1 44
Atatürk Türkçülerin bu münasebetle öz dil zenginlikleri hak­
kındaki iddialarına, bulunan yeni kelimelere ilgileniyordu. Wells'in
tarihi de onu Türkçülerin tarih anlayışına ısındıııııı ştı.
Türklerin bize öğrettiklerinden başka türlü bir tarihi olduğu
ve Türkçenin bağımsız bir ilim ve edebiyat dili olabi leceği kanısı,
Türklük gururu ile göğsü durmadan kabarıp inen Atatürk'e büyük
bir şevk verdi. Biraz zorlama da olsa, Türkler onulmaz aşağılık duy­
gusundan. yani bir medeniyet tari hleri ve bir ilim ve edebiyat dil­
leri olmadığı tevekkülünden kuı1ulmal ı, hatta bu aşağılık duygu­
sunu. medeniyete ve ilme hizmet eden başlıca milletlerden olmak
üstünlüğü duygusu ile değiştiııneli idiler. Böyle bir duygu değiş­
tirmede Arapça kadar. zengin ve sağlam temelli bir dilleri olduğu­
na inanmaları da şaı1 idi.
Atatürk, eski yazılarında ve büyük "N utuk"unda görüleceği
üzere, Osmanlıcı inşa terbiyesi gönııüştür. Yazı dili. Edebiyat-ı Ce­
dide 'den daha geri, Namık Kemal mektebine yakındır. 1 9 1 2'den
beri Türkçeci liğe doğru değişmekte olanların zevki i le. Atatürk' ün
1 930 'daki dil zevki arasında büyük bir fark olması tabii idi.
Biz Türkçüler eski sadelcştirmecilerden bir hayli ileride idik.
Sadeleştirmeci ler Osmanlıcayı reddetmemişlerdir. "Ciil ib-i na­
zar-ı dikkat' ' yerine "nazar-ı dikkati celbeden" sözü bir sadeleş­
me öıııeği idi. Sadeleşme. eski koyu inşayı mümkün olduğu kadar
aydınlatmaktan ibaretti. Muallim Naci Osmanlıca yazmakla bera­
ber. bazan, bir sadeleştiııııe devri eserlerinin muvaffak olmuşları
arasındadır.
Sadeleşme hareketi pek eskidir. i kinci Murad meşhur " Ka­
busname"yi pek sevmiş. Fakat okuduğu tercümelerden hiçbirinin
açık olmadığından Mercümek Ahmed'e şikayet etmiş:
- Bir kimse olsa ki kitabı açık tercüme etse. Taki mefhumun­
dan gönüller hazzalsa. demiş.
Mercünıek Ahmed eseri yeniden Türkçeye çeviııııiş. Bu 400
sayfalık tercüme, Türkçenin başlıca anıtlarından biridir. Bugün bir

1 45
Türk çocuğu, üstünden asırlar geçen bu kitabı . daha dünkü Fecr-i
fıti nesrinden bir kat daha kolaylıkla okur. Sizinle kitabın sonun­
daki parçalardan birkaç satır okuyalım. Halife, bir gün. Cafer adın­
da bir alimle birlikte Şat lrmağında gezmeğe çıkar; " Vakti hoş ve
gönlü açıktır. ' ' Şimdi şu Türkçeye bakınız: '' ... Halifenin diline yü­
rüdü ki A llahü-vahidün-ve-ene-vahid. yani niteki Tanrı birdir, ben
dahi hilafette birim. Cafer eyitti, yanıldın ey müminler beyi. Sen
ikisin: Can ve ten. lkidensin: Ata, ana. lkidesin: Gece. gündüz. iki­
ye varacaksın: Uçmak. tamu . ' ' ( 1 )
Bir de 1 908 mekteplerinde okunan bir tarih kitabından aldı­
ğım şu parçaya bakınız: Ol şeb-i hayır - ki bir sabah-ı felahın ınif­
tah-ı zafer-ki.işası idi . Şehriyar-ı Gazi Hazretleri cebin taarru-u if­
tikarı zeınin-i teşeffu-u istinsardan kaldırmayıp . . . " Bu nesir rah­
metli Ata Bey'in " lktitaf ' kitabına da seçilmiştir.
Şimdi Yunus'un üzerinden gene asırlar geçen iki şiir parça­
sını okuyalım:

Derviş bagn baş gerek


Gözü dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek
Sen derviş olamazsın.

Dövene elsiz gerek


Sövene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
Sen derViş olamazsın.

Bunun da karşısına Fikret 'ten, Cenab'dan, Haşim'den kıt' al ar

( 1 ) Uçmak = cennet. tamu = cehennem demektir. Cennet ve cehennem gi­


bi bu kelimeler de Türkçe değildirler. Biri Tibetçe. biri Suğutçadır.

1 46
koyup mukayese ediniz. Kendi kendime: "Ah Türk nesri Mercü­
mek Ahmed'den, Türk şiiri Yunus'tan yürüseydi ... " diye ne de­
rin gönül acısı ile dalıp gitmişimdir.
Bazı milletlerin tarihinde, uzun müddet, konuşma dilinden ta­
mamiyle ayrı bir yazı dili i l im ve edebiyata hakim olmuştur. Türk­
çede böyle değildir: iki yazı dili şiirde ve nesirde yan yana yaşa­
mıştır. Bunlardan birinde esas, konuşma dilidir: Yabancı kelime
ve şekiller bu dile klişe olarak girer. Böyle bir katışıklıktan hiçbir
dil de kendini kurtaramamıştır. Cennet ve cehennem kelimeleri­
nin Türkçesi olamazdı. Çünkü Türklerde ikisinin de mefhumu yok­
tu. Bu kelimeleri ilk önce iki Asya dilinden, Müslüman olunca da
Arapçadan almışlardı.
ikinci yazı dilinde esas, ilimde bilhassa Arapça, edebiyatta
Farsçadır. Bu yazı, medresenindir. Ve onunla inşakari bir mektup
yazmak için bile on sekiz yıl dirsek çürütmek lazım gelir.
Bir papaz öldürmekle bir kale üstüne yürümek arasında, yaz­
mak bakımından ne fark olabilir? Bakınız Peçevi birincisini nasıl
yazar: " . . .Tepeden çıkardılar. Ve andan baş aşağı Tuna tarafına at­
tılar ve yine ölüsün (ölüsünü) görrneğe geldiler. Henüz canı vardı.
Bir harbe i le sançdılar. Başından tutup ol kadar çaldılar ki başı pa­
re pare oldu. Kanı ol taşa yapıştı. Nice yıllar Tuna suyunda kaldı.
Ol kan yıkanmadı. Yedi yıl sonra papaslar gelüp bu ibreti gördü­
ler ve kanı taştan kazıdılar."
Tam on bir sayfa sonra Peçevi' nin bir başka hikayeyi anlatı­
şını okuyalım: " Bir püşte-i refia üzerinde bir kale-i adim-üt bedel
ve asir-ül amel' dir ki . . . hususa içinde bir deyr-i acib-üssiyer ki, der­
ü divan rüham-ı rengi n ile. . . "

Bu yazıdaki yabancı kelimelerin tepe gibi, yüks�k gibi, güç


gibi, kilise ve manastır gibi, kapı gibi, menner gibi Türkçelerini o
zaman da şimdi de hep kullanırız.
Geniş halk yığınlarına yayılmak istiyen edebiyat � konuşma

1 47
dilini benimsemiştir. Tekke dili halk dili idi. Bu dil derindir ve bir­
çok tasavvuf deyimleri ile zengindir de! Fakat klasik edebiyatın da
ve bizim neslin okuduğu resmi edebiyat kitaplarının da dışında bı­
rak ı 1 mı ştı r.
i kinci Sultan Mahmut bir Tuna gezintisinden döndüğü vakit
yanında bulunanlardan biri bir seyahatname yazar. Sultan Mahmut:
" Bunu herkesin anlaması için yazdınızsa içinde 'Gerdune' gibi.
halkça bilinmeyen kelimelerin ne l üzumu var?" diye tenkit eder.
Birçok dil lerde devrimci hareketler. azlar tarafından anlaşı­
lanı çoklar tarafından anlaşılma sadeliğine eriştinııek ihtiyacından
doğmuştur. Halkçılığın i lk davası. dili halk anlayışına yaklaştınnak.
yani konuşma dilini esas tutmaktır. Halkçı A l i Suavi. bu davayı en
iyi kavrayanlardan biri idi.
Edebiyat-ı Cedide. sanat tarihimize edebiyat anlayışında bir
ilerleme getirdiği kadar. dil bakımından bir gerileme olmuştu. Sa­
deleştirnıe akımı bu yüzden 1 908 Meşrutiyeti Tükçülüğüne kadar
bir yana atı lmıştır. Sadeleştirmeciler "Avam" sayılmıştır. Meşru­
tiyetten sonraki Fecr-i ati mektebi de Edebiyat-ı Cedide'nin bir de­
vamı idi. ilim dili ta başlangıçtan beri harekete zaten yabancı kal­
mıştı . Her yerde olduğu gibi. bizde de sadeleşme veya Türkçeleş­
me. ne derseniz deyiniz, dil davasını halletmekte edebiyat, kı la­
vuzluk etmeli idi.
Selanik 'te çıkan "Genç Kalemler" dergisi dil meselesine ye­
ni bir canlılık verdi. Bu mecmua Türkçeleşmenin başlıca bir iki
esasını da ortaya atmıştı: " Bir dil, yabancı bir dilden kelime ala­
bil ir. Kaide alamaz. Konuşma dil inde Türkçesi olan kelimenin,
Arapça veya Farsçasını kuJ!anınanıal ıyız ! "
· · 'Genç Kalemler' ' yabancı kaidelerle kurulup da kullanma di­
l ine yerleşen bir takını şek i l lerin "klişe" olarak kalabileceği fik­
rini de tutuyordu. " i lim" Türkçenin mal ı olacaktı. "Alim'' sözü
de klişe olarak dilde kalabil irdi . Fakat " ulema" dememeli. "alim-

1 48
ler" demeli idik. Arap ve Fars terkiplerini ve tasritlerini aıtık bı­
rakacaktık. " 'Nazar-ı dikkat ' ' gibi kullanma diline ginniş olanları
kl işe sayacaktık.
' 'Genç Kalemler' 'in sanat ve edebiyat tarafı cazibeli değildi.
Hele Türkçenin Osmanlıcaya üstün olduğunu anlatmak için Tev­
fik Fikret'in aruzla yazılmış bir şiirini, hece vezni ile sadeleştir­
mek gibi zevke aykırı ve ancak davanın aksini isbat edici örnek­
ler, bütün hareketi gülünç kılıyordu.
"Türk Yurdu" ve daha sonra "Yeni Mecmua", Türkçeciliği
yeni edebiyat nesillerinin davası haline getirdi. Süleyman Nazif gi­
bi koyu inşacılar, Türkçülere karşı cephe aldılar. Türkçüler, diyo­
ruz, şimdi bu kelimeyi ne kadar kolay kullanıyoruz. O zaman ilk kı­
yamet "ci" edatının "Türk" kelimesine eklenmesi i le kopmuştu:
- Türkçü ne demek? Dilimizde zerzevatçı vardır. Yoksa Türk­
çüler, Türk satanlar mı demektir? diyorlardı. M izah gazetelerinde
herkesi Türkçeye güldümıek için ortaya atılan misallerden biri ne
idi. bilir misiniz?'Tayyare" yerine " uçak" kelimesi !
Türkçeden yeni bir kelime yapmağa. hele i li m terimleri yap­
mağa kalkışmak cinayet sayılıyordu. Türkçe fiillerden ancak argo
ve müstehcen l ügatleri üreyebiliyordu.
Ziya Gökalp gibi Türkçüler dahi i lim dilinin Arapça kalaca­
ğı fikrinde idiler. Ziya Gökalp'in büyük yeniliği. meseıa, "reali­
te" karşılığı olarak o güne kadar hiç duyulmamış "şe'niyet" ke­
limesini yapmak ve bunu "şe'niyetci" ve "şe'niyetcilik" diye ta­
rif etmekti. "Gerçek" kelimesini ilme mal .etmeğe cesaret edemi­
yordu. Belki buna inanmıyordu da! " Mefkure" Ziya Gökalp'in
bir uydunnasıdır. B u uydunna kelime "mefkureci ve metkureci­
lik'' diye tasrif edilmekle Türkçeleşiyordu.
Abdullah Cevdet ilim terimlerinde Latincenin kaynak olarak
alınması fikrinde idi. Fakat o da tasrifte Arapçıdır. " Psikoloji"nin
karşılığı Ziya Gökalp'te "ruhiyat", Abdullah Cevdet'te " Psiko-

1 49
loçya "dır. Ziya Gökalp · 'ruhiyatç ı " , Abdullah Cevdet "psikoloç­
yfü" der.
Bu bir dalgalanma ve bulanınadır. Türkçe yeni bir kadere doğ­
ru, çığrından çıkmıştır. Ye harekette, bu türlü başlangıçların bütün
buhranları görülmektedir. En koyu inşaya doğru çeken sağcılara kar­
şı, özleştiıınc ütopisine kapı lmış solcular vardır. Başka dil inkılap­
larında ne olmuşsa, bizde de olacaktı. Bunun çaresi yoktu. Bir ha­
kikat varsa. o da Osmanlıcanın artık can çekişmekte olduğu idi.
Dil, herkesin kullandığı bir şeydir. Di lde yenilik herkesi ra­
hatsız ve tedirgin eder. Zevkler isyan eder. Al ışkanlıklar dayatır.
Kanaatlaı· bir türlü uzlaşamaz. Bu hal, işleri yüzünden görenlere
"anarşi " korkusu verir. Dilde başlayan esaslı değişme hareketle­
rinin nesillerce sünı1esi tabii olduğu fikrini kimse benimsemek is­
temez. Yazanlar ' 'kalmamak' ' kaygısı içindedirler. Okuyanlar bu­
gün anladıklarını yarın anlamamaktan öfkelidirler. Fakat bu alın­
yazısıdır, yürür. Ve hiçbir kuvvet, i leriye doğru bir dil gelişmesi­
ni geriye çeviremez.
Gerçekte dil devrimi; sadeleştiııne ihtiyacı duyulduğu zaman
başlamıştır ve Türkçe ek ve köklerle ilk yeni abstrait kelime yapıl­
dığı zaman da bitmiştir. Ondan sonrası ileriye, dura gerileye bir
"oluş" devridir. Bu devrin biz de içindeyiz. Çocuklarımız da
ömürlerini onun içinde bitireceklerdir. "akl-ı selim" yerine "sağ­
duyu" denmiş midir, denmemiş midir'? İlim ve edebiyat bu deni­
şi benimsemi ş midir, benimsememiş midir'? Mesele, prensip bakı­
mından halledilmiştir.
***

Osmanlıcadan hiç ayrılmamak, mesela rahmetli Halil N ihat


gibi Şürayı Devlet yerine " Devlet Şürası " denmeyi bile dili çir­
kinleştiıınek sayanlar bir yana bırakılırsa. hareketin içinde üç ce­
reyan belirdi: Basit sadeleştirmeci ler. Yani dilde sadeleşmeyi ka­
bul etmekle beraber Türkçe\eşmeğe doğru her türlü zorlamayı red-

1 50
dedenl�r. Türkçeleştirmeciler. Ben bunlar arasında idim. Konuş­
ma ve kullanma di line yerleşen yabancı kelimelere dokunmamal ı
i d i k . Türkçeden yeni kelimeler üretirken, kendi eklerimizi, kökle­
rimizi ve şivemizi esas tutmalı idik. Ölü bir kök, yeniden dirile­
mez, bir kelimenin ölü manası da öyle! Fakat bir kelimenin ölü ma­
nası ile terim yapılabileceğini kabul ediyorduk. Mesela · · koğmak ' '
kelimesinin Türkçede eski manası ' " takip etmek"tir. Bundan fay­
dalanarak " 'takibat" yerine pek güzel "koğuştum1a" karşılığını
yaratabilirdik. Terimlerden aynı zamanda konuşma ve kullanma
dil ine geçmiş olanlara dokunmamalı idik. " Vicdan" gibi kelime­
ler bunlar arasında idi. Solumuzda iki ifrat vardı : Bir kısmı, yeni
kelimeler yapmak için bütün Türk lehçelerinin eklerinden ve kök­
lerinden faydalanmak ve · ' sel, sal ' ' gibi. mesela n isbet eki saydık­
ları, eski ekleri diriltmek i stiyenler. Bunlar için "geniş"deki ' 'gen"
eski bir ektir. ' " Sel, sal " gibi " I " eski bir nisbet eki olduğuna gö­
re umumi yerine "genel" diyebi lirdik. Biz: "A, efendim, gramer­
de Türk n isbet şekil lerini anlatsak, ve müstesnalar arasında ·mu­
mi' gibi birkaç kelimeyi sıralasak ne kaybederiz," diye münaka­
şa eder dururduk. Onlara göre ' "genel yazgan" Türkçe idi. Bize
göre umum katip! Türk köyünde mal, can, ırz, çift ve bizzat köy
kelimeleri yabancı iken, bucak köşelerine kadar yerleşen ' 'katip''
kelimesi ile oynayarak hem vakitten olmak, hem itibardan düşnıc­
ğe bir sebep var mıydı'?
i kinci ifrat, "mangal" kelimesi bile Arapça olduğu için ona
da bir Türkçe aramağa kalkışan özleştimıeciler idi.
Bir Rusya seyahatinden döndüğümde, 1 932 'de Dolmabah­
çe' de Birinci Dil Kurultayı toplanm�k üzere. idi. İ l k gittiğim sof­
ra, bu Kurultayda görev alanlarla dolu idi . Atatürk, beni yanına
oturttu:
- H üseyin Cahit Bey ' i n tezini bil iyor musun'? dedi.
- Hayır efendim . . .

151
- Öyle ise önce onu okuyunuz, diye emir verdi.
Birinci Dil Kurultayı için Edebiyat-ı Cedide azasının sağ ka­
lanlarından da tez istemişler. Halit Ziya ve başkaları fikirlerini
söylemekten çekinmişler. Hüseyin Cahit, ki bir sadeleştim1eci idi,
düşündüklerini yazıp yollamış. Fakat " Eğer Atatürk bu Kurultay­
da bel l i bir maksat elde etmek istiyor da benim yazdıklarım güç­
lük çıkarına mahiyetinde ise yırtınız, atınız,' ' ricasında bulunmuş.
Yırtıp atmamışlar da Atatürk ' ün yanında okumuşlar. Hüseyin Ca­
hit pek i leri geri düşünmeden yazar. Eski Servet-i fünun sahibi rah­
metli Ahmet Ihsan, ki dilden bir şey anladığı olmadıktan başka,
Türk edebiyat tarihinde mecmuasına unutulmaz bir yer verenler
arasında Hüseyin Cahit vardır, okunan yazının bir cümlesinden:
-Öyledir o ... Bakınız, askerler bu işe karışamazlar diyor, gam­
mazl ığı ile Atatürk 'ü sinirlendinniş. Sofrada bulunanlardan birka­
çı Hüseyin Cahit'e cevap vennek üzere vazife almışlar. Ve H üse­
yin Cahit Kurultaya gelse de gelmese de yazısının ve cevaplarının
Atatürk 'e tekrarlanacağı akşama rastlamışım.
'
Hüseyin Cahit'in tezini okudular. Atatürk döndü. bana sordu:
- Ne dersin? dedi.
- Acaba bu tezi Kurultayda hiç okutmamaklığınız mümkün
değil midir, paşam?
- N için?
- Fikirlerinden bir kısmı doğru. Fakat hepsi bir arada Kurul-
taya gelecek olanlar tarafından iyi karşılanacaktır. Hüseyin Cahit'e
neden bir zafer hazırlamalı?
- Ya? Öyle ise arkadaşlarımızın verecekleri cevapları dinle
de H üseyin Cahit Bey'in yerine sen müdafaada bulun, dedi .
Oldukça sinirli bir sesle söylemişti.
Sakın bu türlü tartışmalarda bulunmağı cesarete venneyiniz.
Atatürk, bir defa kendinden olduğuna inandıklarına karşı daima ve

1 52
istisnasız bir müsamaha göstenııiştir. Atatürk ' ün sofrasında fikirle­
rini söylemek bir cesaret değildi. Söylememek, aksini söylemek lü­
zumsuz bir ' ·ınüdahane' ' , yahut çıkar bekl iyen bir dalkavukluktu.
Cevapları tekrarladı lar. H içbirini kuvvetl i bulmadım. Ata­
türk 'e, Hüseyin Cahifin bu cevapları kolayca karşılıyabileceğini
de söylemekten çekinmedim.
Sofra dağılırken Atatürk beni al ıkoydu ve herkes gittikten son­
ra: "Çocuğum, senin de Hüseyin Cahit gibi düşündüklerin olabi­
l ir. Fakat ona cevap verecek olanların cesaretlerini kırına! " dedi.
Kurultayın ilk günü Hüseyin Cahifin zaferi ile çalkalandı. 0-
mın söyledikleri ne kadar iyi karşılanmışsa, cevap verenler o ka­
dar kayıtsız gömıüşlerdi. Locasından manzarayı görüp kavrayan
Atatürk, hasta yatağından Samih Rifat'ı kaldırarak kürsüye getirt­
mek zorunda kaldı. Samih Rifat iyi ve bol konuşur, bilmeyenlerin
anlayışlarını tereddüde düşürecek dil ler sünnek marifetini göste­
rirdi. H üseyin Cahit yenilmemişti ama, ona cevap verenler yere se­
ri lmiş olmaktan kuıtulur gibi olmuşlardı. Toplantının sonunda ce­
vapçılardan bir kısmı Atatürk' ün etrafını almışlar:
- i şte Hüseyin Cahit bugün öldü! diyorlardı.
Atatürk gülümseyerek dinliyordu. H üseyin Cahit ise akşam
karanlığında saray bahçesinden dış kapıya doğru giderken, elini sık­
mak isteyenler birbirleri ile adeta itişiyorlardı.
ikisini de gördüm ve Ayaspaşa 'daki apaıtmanıına geldim. Da­
ha nefes almadan bir saray otomobili geldi, şoför:
- Atatürk sizi emretmişler, dedi.
Sofra aynı sofra idi. Ben bir ucuna oturdum. Atatürk dün ak­
şamki cevapçıların söylediklerini dinledikten sonra, bana dönerek :
- Çocuk senin hakkın varımş! dedi.
***

Birinci Dil Kurultayında "Türk Dili Tetkik Encümeni " ku­


rulmuştu. Samih Rifat reis idi. Ruşen Eşref ve Celal Sahir' den baş-

1 53
ka üyeleri zorlamacı ve özleştiııneci takımdan idiler. ,
Atatürk denemeye karar vermişti.
Sözüme dikkat ediniz. Atatürk, bir büyük Türk 'tür. O kadar
büyük bir stratejdir. Halk ağzından tarama kelimelerin, sadece gö­
rünürde ve sayı bakımından zenginliği ile öz ve ileri bir Türkçe da­
vası üzerine o kadar merakını uyandırmışlardı ki, bu bir deneme
değerdi . Atatürk ise denemeden ürkmeyen, onun bütün risklerini
kabul eden bir l ider idi. Öz bir dil denemesinde son neticeleri alın­
caya kadar, bu teze inanmış ve bağlanmış tesiri verecek, en acayip
kelimeleri bizzat kendisi Meclis kürsüsünde kullanmaktan çekin­
meyecekti.
Arapça olduğu için " ' şey"siz yazıp konuşacaktık . ipin öteki
ucunu da elden bırakmamak için, beni her toplantıda bulundurup
tenkitlerimi dinleıneğe tahammül gösteııııekte idi:
- Yapmayınız paşam, diyordum, bir mucize olsa da Anado­
l u'da ne kadar ölmüş Türk varsa hepsinin aynı anda diri lmesi müm­
kün olsa, hepsinin beraber i l k ağızlarından çıkacak keli me
· · şey' "dir. ' " Şey ' " o kadar Türkçedir.
Hiç unutmam. Atatürk, dil meselesine sarıldığından beri ken­
di dairesinin işleri ile uğraşmamasına pek sevinen vekil ile aynı
arabaya binmiştim. Bana dönerek:
- Falihciğim, sen de · · şey" gibi koyu Arapçaların Türkçe ol­
duğunu iddia edecek kadar i leri varma ! demesin mi'?
Bu vekilin dili de zevki de eskinin eskisi idi.
Komisyon üyeleri bir şikayette bul unmuşlar. Yeni kelimele­
ri üslüp sahipleri sevdirir ve benimsetir. Falih Rıfkı gibi yazarlar,
bu kel imeleri kullanmazlarsa işimiz nasıl yürür, demişler. Atatürk,
kendini seven başyazarları öz Türkçe yazmağa davet etti. Zavallı
Yunus Nadi, galiba bildiği gibi yazıp: " " Bütün yabancı kelimele­
rin asıllarını Tarama Dergisinden bularak koyarsınız, bulamadık­
larınızı da atarsınız" demiş olacaktı. Çünkü imzaladıklarını ken-

1 54
disinin de sonradan anlamış olacağını tahmin etmiyorum.
Ben kolay yazan bir yazarım. Bir başyazıya yarım saat veya
kırk dakikadan fazla vakit ayırdığımı pek hatırlamam. Atatürk'ün
denemesi, bir dava. Ona yardım etmek, her fedakarlık pahasına,
benim için bir borç. Bir yandan da zevkim var. Kağıdı yemek ma­
sasının üstüne koyar, döner, döner, bir saatte yarım sütun kadar bir
şey yazardım. Bu yazılar öz Türkçe idi. Fakat sev i lmeyen kelime­
l erden de hiçbiri yoktu. Bir akşam, aşırıcılar gene benden şikayet
etmeleri üzerine, i smet Paşa o gün yazdığım bir başyazıyı okur:
- Bundan daha iyi Türkçe ne olabilir? der.
Atatürk: "Ama içinde bizim kelimeler yok ! " cevabını verir.
Halbuki Atatürk, Meclis nutuklarında ' 'baysal utku' ' sözünü
kullanacak kadar, hareketi teşvik ediyordu. Bizden de bunu isti­
yordu.
Özleştirmeci l erin "baysal utku" su, Osmanlıcanın "isal-i
peygam"ı kadar ölmüş değil midir?
Maarif Vek i l liğine gelen Safvet Arıkan, bizi anlayan bir ar­
kadaştı. �tatürk 'le konuşması pek cesaretli değildi ama, bir de biz­
lerle bir deneme yapması acaba nasıl oli.ır, gibi telkinlerde bulunu­
yordu.
Bir akşam Atatürk, sofra bittikten sonra, benim, yanı başın-
daki iskemleye oturmamı emretti ,
-Dili b i r çıkmaza saplamışızdır, dedi.
Sonra:
-Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır. Ama ben de işi baş­
kalarına bırakamam. Çıkmazdan biz k urtaracağız, dedi.
O vakit Safvet Arıkan'la beraber yeni l ügat komisyonu kur­
duk. Bu komisyona Hasan A l i , Necmeddin Sadak, Celal Esat,
Köprül ü Fuat, Reşat N uri, A l i Muzaffer gibi azalar seçmiştik. Ana­
dolu Kulübünde "Cep kılavuzu" denen Osmanlıcadan - Türkçe­
ye l ügatı hazırlamağa başladık. Usulümüz pek sade idi: Bir Türk-

1 55
çesi olan yabancı kelimeleri tasfiye �diyorduk. Kullanı l ır.Türkçe­
si olmayanları Türkçe olarak alıkoyuyorduk. Aıtık Türkçe kelime­
ler yapıfnıa devrine ginniş olduğumuzdan, şivenıizdeki ek ve kök­
lerden yeni kelimeler üretiyorduk.
Atatürk başlangıçtan pek hoşnut kaldı. Hatta bir ak�am, ra­
hatsız bul unan Başvekilin evine gider, ' " Bu çocuklar bizi çıkmaz­
dan kurtaracaklar," der. Beni Karpiç lokantasına yemeğe davet
ederek bu müjdeyi verdi idi.
Sonra bir gün:
-Niçin müfrit dediklerinizi de heyete almıyorsunuz? diye sor­
du. Yaptığınızın itiraz edilecek nesi var? Lügatin izi bitirdikten son­
ra tei1kit edeceklerine onlarla şimdiden münakaşa edersiniz, dedi.
Belki de özleştinııeei lerin müracaatı üzerine bir tavsiyede
bulunmuştu. Yalnız başımıza çal ışmamız imkanı olmadığını kü­
çük bir yoklama ile anlamıştım. Böylece bizim lügat komisyonu­
nu genişlettik.
Artık pek tartışmal ı toplantılar yapıyorduk. Aramızda Frenk­
çe hangi kelimeyi ortaya atsanız asl ının Türkçe olduğunu iddia e­
den rahmetli Yusuf Ziya veya Arapça kelimelerin köklerini Türk­
çeye çıkaran Naim Hazım üstadımız olduğu halde ve bir kelime­
nin kökü Türkçe ise onu bugünkü kullanı ldığı şekilde kul lanmak
gibi bir prensip üzerinde de anlaşmışken, hiçbir l üzumlu kelime­
yi lügatte bırakamıyorduk. Bu devirde biz şiveciler ne kadar kel i­
me teklif ettikse, hemen hepsi sevi lmiştir \'e dilde kalmıştır. Bun­
ların yekunu yüzlercedir. Özlcştiıınecilerin teklifleri ise uydurma­
cılık damgası yiyerek hareketin de kötülenmesine sebep olmuştur.
içlerinden biri demişti k i :
- Efendim Türkçede beş yüz kelime mi vardır? işte lügat bu­
dur, derim, üstünü yasak ederim.
Bir başkas ı :
- Kelimenin güzeli çirkini olmaz, diyordu.

1 56
Biz di)de ırkçıl ığa inanmıyorduk. Kullandığımız Türkçenin
ekleri ve kökleri i le. bu ilk ve esaslı ileri atılışta. bize yeteceğini de.
iddia ediy6fduk. Biz Fransızca kadar bağımsız bir Türkçeyi ideal
saymakta ve bunun bile. hayli uzun zaman sonra. mümkün olup
olmayacağını düşünmekte idik. Karşımızdaki lerden hele bazıları
yeryüzünde eşi olmayan ve eşle.nmesine ihtimal de olmayan öz bir
dil yaratmak hayalinde idiler. "Can " kelimesini Türkçeden kal­
dım1ak gibi isim verilmez sapıtkanlıklar meydan alınıştı.
Bir gün "hüküm" kelimesi üstünde dunnuştuk. Terimler ara­
sındaki "yargı" dışında bu kelimenin Türkçede kalmasından baş­
ka çare yoktu. Fakat bir türlü münakaşanın sonunu getiremiyorduk.
Dağı ldıktan sonra dostum Abdülkadir yanıma geldi. Kendi­
si bir defa demişti ki:
- Ben Asya Türklerinin çoğunun lehçelerini bil iyorum. Sizin
ve Yakup Kadri ' l erin lehçesini de anlıyorum. Benim aklımın er­

mediği bir lehçe varsa. o da Türk Dil Kurumunun lehçesi!


Dolmabahçe Sarayı 'nın üst holünde:
- Görüyorum ki. pek sıkılıyorsunuz, dedi. Siz bana güçlük çek-
tiğiniz kelimeleri söyleyiniz. Bir Türkçe asla vardırabiliıiz, dedi.
- i şte "hüküm" kelimesi. dedim.
- Yarına kadar müsaade ediniz.
Ertesi gün bazı lehçelerde "ök"ün "akıl " manasına geldiği­
ne, bunun birtakım lehçelerde " uk " şeklini aldığına ve Yakutça­
da "um" eki i le kelime yapılabildiğine dair vesikalar getirdi. Top­
lantı açıl ınca ben:
- Hüküm kelimesi Türkçedir, dedim.
Çünkü, "ük-üm" meseleyi halletmekte idi. Akşamlan komis­
yonun çalışmalarını Atatürk'e götürürdüm. Bu yakıştınna ile böy­
le ehemmiyetli bir kelime kazanmaklığımızdan pek memnun kal­
dı. istiyordu ki. Türkçe mümkün olduğu kadar çok kelime bıraka­
lım. ancak bu kel imelerin Türkçe olduğunu da izah edebi lelim.
Kılavuz çıktı. ama kimseyi tatmin etmiyordu. Atatürk bir

1 57
gün:
- ismet Paşa 'yı gördüm. Konuşamıyoruz, dilsiz kaldık, bu ka­
dar çalıştık, küçük bir kılavuz çıkardık, diyor, dedi.
1 93 5 sonbaharında Atatürk İstanbul ' dan Ankara 'ya rahatsız
dönmüştü. Kurum üyelerini yanına davet etti. Yatakta idi. Fran­
sızca yazılmış bir kısa etütten bahsetti. Bu etüt Viyanalı doktor
Kvirgiç tarafından yazılmıştı. Viyanalı doktora göre ilk tefekkür
güneşle alakalı idi. D i llerin doğuşu da güneşe bağlanmalı idi.
Bu ütetten i lham almışa benzeyen Güney-Dil Teorisi üstün­
de dunnak istemiyorum. Ben bu teoriye hiçbir zaman inanmaınış­
tıın. Atatürk' ün maksadı birçok yabancı kelimelerin Türkçe oldu­
ğunu isbat ettirerek, Türk lügatını dünyanın en zengin olanların­
dan biri haline getinnekti. Biz onun gayesine bakalım ve bağlana­
lım. Tarih tezleri için de birçok şeyler söylenmiştir ve Atatürk 'ün
uydunna bir tarih peşinde koştuğu ileri sürülmüştür.
Doğrusu şudur ki, dilimiz ve tarihimiz, ne Osmanl ı aydınla­
rının sandığı gibi hiçbir şey, ne de Atatürk devrinin zorladığı her
şey idi. Atatürk, aşırıları deneyerek doğruyu bulmak istemiştir. Ese­
rini sonuçlandırmaya ömrü yetmedi. Yazık ki, son dil çalışmaları
da Atatürk'ün eşsiz ve hayret verici sağduyusunu hayli zedeleyen
hastalık buhranlarına rasltadı.
Ama dil devrimi de olmuştur. Dil, büyük bir hızla kendi ken­
disini aramakta ve bulmaktadır. Terimler işinde milletlerarası pren­
siplere uyup da sağa ve sola doğru ifratlar arasında mi.ivazeneli bir
yol bulabi l irsek, gelecek nesile ansiklopedisini yazabilecek bir
milli dil bırakabiliriz. Bu da büyük, pek büyük bir iştir ve şerefi,
en başta Atatürk' ündür.
Atatürk, dilde Türkçec i liği devlete maletıniştir. Üniversiteye
mftletmiştir. Mekteplere mftletıniştir.
Atatürk'ün amacı zengin, güzel ve milli Türkçe idi. Bu gaye­
den ayrılmak için insan Türklüğünden uzaklaşmalıdır. Bugün ka-

1 58
dar yaptığımız. yapı lacak olanın belki yarısından da ileridedir. Di l­
de geri dönülemez.
Mesel<'ı benim scrnıediğim. beninısenıediğiııı ve kullanma­
dığım uydunııalardan bile geri denebilecek miyiz? "Genci " keli­
mesi herkesin pek kolayına gelmekte. yeni nesil . bu kelimeyi Türk­
çenin herhangi bir kelimesi gibi öğrenmektedir. " Metküre " nin uy­
durma olduğunu sonradan anlamış olanlar. alıştıkları bu kel imeyi
.
kullanmaktan vazgeçmişler midir? "Sel. sal. - men. nıan . ekleri­
nin binlerce soyadında. serbest vatandaşlar tarafından benimsen­
miş olduğunu görüyoruz. Telefon rehberindeki soyadlarından pek
çok çoğu bu eklerle yapı lmıştır.
Biz gençken çocuğu olanın ilk aradığı şey. bir edebiyatçıya
giderek hiç duyulmamış bir Farsça veya Arapça bir isim soruştur­
maktı. Bugün herkes duyulmamış bir Türkçe isim aramakta ve bu
isimler. yeniden yapılmaktadır.
Bu. şunu gösterir ki, artık "bir şeye inanılmamakta" ve "bir
şeye de inanılmakta· 'dır. inanılmayan şey Osnıanlıc�. inanı lan şey
Türkçedir.

1 59

You might also like