Professional Documents
Culture Documents
Herkese merhaba. Ben Mehmet Ratip. “Siyasal Alanın Oluşumu: Baker’den Schmitt’e ve
Agamben’e göndermeler” başlıklı bir sunuş yapacağım. Sunuş boyunca temel hareket noktam
Ulus Baker’in 1995 yılında yazdığı, 2005 yılında yayımladığı “Siyasal Alanın Oluşumu
Üzerine Bir Deneme” adlı metni olacak. Pratik kaygılardan ötürü sunuş boyunca ben bu esere
“Deneme” adıyla değineceğim. Şimdiden sabrınız için teşekkürler.
Giriş
Biraz daha acımasız olmam gerekirse, yapmaya çalıştığımın “son kertede” hayli banal bir
“yorumlama” işi olduğunu söyleyebilirim. Ne de olsa bu salonda konuşurken, dinlerken,
tartışırken aslında dar bir alanda paslaştığımızı kabul etmemiz gerekiyor. Daha geniş olan alan
(tabir caizse, bizi paslaşmanın ötesinde gole götürecek olan alan) bu gibi salonların dışında.
Modern devrimler tarihinden, kuramsal düzeyde de olsa, biraz olsun nasiplenenler bu bariz
gerçeğin her halükarda farkına varırlar. İşte tam da bu sebepten Baker’in “Deneme”sinin çok
önemli olduğunu düşünüyorum. Dünyadaki birtakım politik eğilimleri ve olanakları bu
coğrafyaya yansıtan bir adam olarak Baker, “siyaset nedir?”, “siyasal alan neresidir,
nerededir?”, “siyasetin olanakları nelerdir?” gibi temel ve pratik dertleri olan soruları en geniş
kesimlere taşımanın önemini kısa “Deneme”siyle bize anlatabilmiştir.
Ulus Baker, ‘Deneme’sine oldukça anlamlı bir tespitle başlar. Aynen aktarıyorum:
Savaş, şiddet, terör ve soykırım bir tarafta, “uluslararası barış”ın güçsüz, paramparça ve
kırık dökük kurumları öte tarafta. Belki siyasi faaliyet alanının bu iki ucu arasında “ehven-i
şer”i [yani, kötü olanların içinde iyiyi] kabullenmek zorunlu buyruğunun baskısı altında
görebiliriz günümüzü. Belki de son yirmi yıl, yalnızca dev siyasal güçlere ve onların
“güvenilir” otoritelerine vurulan darbelerin dönemi olarak değil, siyasal alanın sonsuzca
daraldığı bir dönem olarak anılacaktır. (Deneme; 2)
Yapıtına bu giriş cümlesiyle başlayarak Ulus Baker’in Carl Schmitt’i henüz ilk etapta andığını
söyleyebiliriz. Meselenin bu boyutuna değinmeden önce, Baker’in kullandığı terimlere daha
yakından bir göz atalım: Savaş, şiddet, ve terörün kanlı zafer yürüyüşleri bir tarafta,
“uluslararası barış” umudunun kurumsal tökezlemeleri diğer tarafta... “Belki de “daha az
kötü” olanı, yani henüz hoş ama boş bir ideal olan “uluslararası barış” umuduna gerçeklik
kazandırma amacını seçmeliyiz,” demiyor Baker. Bunun “zorunlu bir buyruğa” dönüştüğünü
belirtiyor. Affınıza sığınarak, daha kaba haliyle ifade edersem, Baker’e göre günümüzde
“uluslararası barış” hedefini merkeze oturtan siyasal alanın eylem çağrısı şu: “Bu topal eşekle
bu kervana katılacaksınız kardeşim... Başka yolu yok!”
Belki de “ehven-i şer”, yani “topal eşek” hususunda bir not daha düşmeliyiz. Şüphesiz,
“uluslararası barış” hedefiyle geliştirilen kurumsal reflekslere çok da burun kıvırmamamız,
fazla sinik yaklaşmamamız gerekir. Politik suçluların uluslararası hukuk çerçevesinde
yargılanıp cezalandırılmalarına, hatta mahkum edilmelerine yol açtığı takdirde, politikanın
“uluslararası barış” adına kriminalize edilmesi, Ulus Baker’in pek de yüz vermek istemediği
ve iflas ettiğini söylediği “Aydınlanma retoriği”nin olgusal olarak belki de tek “yeniden
canlanma” fırsatı olacaktır. Bu “uluslararası politik kriminal” yaklaşım henüz türlü sorunlarla
ve çok-yönlü egemenlik talepleriyle karşılaşan bir eğilimdir. O yüzden, Baker’e göre, “ehven-
i şer”i bir kenara bırakıp, “siyaset alanının sonsuzca daraldığı ve imkansızlaştığı” tespitinden
hareketle, “siyasetin olanağı nedir?” sorusuna yanıt aramaya başlamalıyız.
Peki siyasal alan gerçekten bu denli daraldı mı ki yeni olanaklar arıyoruz? Diplomasinin sıcak
koltuklarına yaslanıp savaşın, şiddetin, terörün dehşet dolu ayıplarını belgeleyip kınayanlara
alkış tutmaktan daha “gerçekçi” bir siyasallığımız kalmadı mı? Bu soruya verilecek yanıttan
bağımsız olarak, bu sorunun sürekli karşımıza dikilip durması siyasal alanın daralma eğilimini
gözler önüne sermeye yeterlidir, diye düşünüyorum. Ulus Baker’in bu eğilimi tespit etmesini
takiben, henüz “Deneme”sinin “Önsöz”ünün başlarında yaptığı çağrı bu yüzden çok önemli.
Yine kendi sözlerimle ifade etmeme izin verirseniz, “Evet, siyasal alan daralıyor; evet, işte bu
yüzden daralmalıyız, bunalmalıyız,” diyor Baker. Ve kendi sözleriyle “bir bunalım tasarımı
olarak dünya” fikrini bize sunuyor. Umutsuzluk gölgesinde ya da epey kısıtlanmış umut
ışığında, siyasal alanın yeni oluşum süreçlerini incelemeyi “günümüz aydınının en büyük
sorumluluğu” olarak tanımlıyor ve dolaylı olarak siyasal alan daralırken aydın tanımını nasıl
da geniş tutmamız gerektiğini anımsatıyor bize. Baker’in “aydın” hususunda sessiz mesajı şu
bence: Siyaseten daralan, bunalan herkes, “aydın” olma olanağına ve sorumluluğuna sahiptir.
İlk başta, Baker’in “siyasal alanın sonsuzca daralması” tespitinin Schmitt’in 20. yüzyılı
tanımlamak için kullandığı “nötrleştirme ve depolitikleştirme çağı” tanımlamasıyla
örtüştüğünü görmemiz gerekir. Schmitt’e göre yaygın olan kanaat şudur: Teknolojinin
egemenliği ve yeni teknik buluşlar, siyasal karşıtlıklar ve düşmanlıklar tarafından işgal
edilmemiş bir barışcıl mutabakat alanı oluşturacaktır. Schmitt’in bu kanaate karşı getirdiği
eleştiri ise tarihsel bir “taraflılık-tarafsızlık” diyalektiğine dayanmaktadır. Schmitt, bu
diyalektik tarihsel süreci şöyle ifade eder:
Başlangıçta tarafsız olduğu varsayılan yeni alanda derhal şiddetli bir biçimde insanlara ve
çıkarlara ilişkin karşıtlıklar başgösterir; bu karşıtlıklar, yeni alanın ele geçirilme kararlılığı
oranında güçlenir. Avrupa’nın insanları [ki burada “günümüz modern insanı” diye bir
genelleme yapmak bence yerindedir] daima bir kavga alanından tarafsız bir alana geçerler,
yeni kazanılan tarafsız alan daima yeniden bir kavga alanına dönüşür ve bu nedenle de yeni
tarafsız bölgelerin aranması zorunlu hale gelir. (Siyasal; 109)
“Olağanüstü hal” kavramı, Schmitt’in politik duruşunun temel taşı, Agamben’in ise Schmitt’i
daha radikal noktalara taşımasını sağlayan kuramsal kilit taşıdır. Schmitt’in meşhur
hükmünden başlayalım: “Egemen, olağanüstü hale karar verendir,” der Schmitt. Baker’in
kavramsal çerçevesinde ifade edecek olursak, siyasal alanın kuralcı düzeni, görüşler arasında
gelip giden kararsız hâletiruhiyesi, ancak ve ancak kuralsız bir siyasal eylemin kararlılığıyla
kurulabilir. Bu görüşe göre, dar bir alanda bir anlığına cereyan etse de, siyasal eylem siyasal
alanı doğuran anadır ve her türlü modern kanaat toplumunun tam ortasında tam da bu
sebepten bir açıklık, hatta bir uçurum olarak bulunmaktadır. Akılcı bir kanaat getirmeye
ihtiyaç duymadan, Baker’in deyişiyle “soru sorulmadan cevap vermeye” dayanan siyasal
eylem, akılcı görüşlerin ve cevapları belirlenmiş soruların mekânı olan siyasal alanın varoluş
sebebidir. Schmitt’in “güçler ayrılığı” ilkesi üzerinden rasyonel-irrasyonel diyalektiğine dair
söylediklerini hatırlarsak, olağanüstü hal ilan etme hakkının niye yürütme erkinde saklı
olduğu da basit bir teknik detay olmanın ötesinde bir anlam ifade edebilmektedir. Schmitt
rasyonellik temsiliyetini parlamentoya, irrasyonellik hakkını da yürütmeye devrederken,
aklında elbette sistemin merkezinde yer alan sistem-dışı olgu, yani düzeni sağlamaya yarayan
düzen-dışı durum, yani politik yaşamı olağan haline dönüştürmeye yarayan “olağanüstü hal”
vardı. Türkiye’deki örnekleriyle, sıkıyönetimin ve darbelerin cumhuriyeti kurtarmaya yaradığı
fikri, bu olağanüstü hal teorisiyle örtüşmektedir.
Agamben’in Walter Benjamin’den hareketle iddia ettiği haliyle ise, olağanüstü hal artık
küresel boyutta kural haline gelmekte, genelleşmekte ve kalıcılaşmaktadır. Sistem sürekli
olarak kriz yaratarak kriz yönetebilmekte, yasadışılık ucube bir yasallığa dönüşmektedir.
Baker’in örnek verdiği protesto, terör, savaş gibi hırçın siyasal eylemler, görüş bildirme
özgürlüğünün, hayatta kalmanın kutsallığının ve güvenlik kaygısının hükmettiği bir barış
sağlama görevinin üzerine inşa edilmiş bir siyasal alanı meşru kılmaktadır. Örneğin, 11
Eylül’ün sistem-dışı, istisnai, terör dolu siyasal eylemleri, ABD’nin küresel sistemin polisi
olarak siyasal alanı denetlemesini mümkün kılmaktadır. Eylemler düzenli olarak kanaatler
toplumunun kodladığı uygun tartışma kategorilerine kanalize edilmekte, sokaklardan TV
kanallarına aktarılmaktadır. Herhangi bir şehrin işlek caddelerinin birinde bir canlı bombanın
patlaması akşam haberlerine baştan sona görüş ve kanaat malzemesi sunarken, o şehrin dünya
üzerindeki herhangi bir şehir olabileceği ihtimali küreselleşirken, olağanüstü hal
olağanlaşmakta ve en kansız bir protesto vasıtasıyla bile siyasal eyleme başvurmak kötü
anıları canlandırmakta ve sözel kınamaya tabi tutulmaktadır. Olağanüstü hal “her yerin
yasası” olurken, siyasal eylemci bir hiçlik ülkesine sürgüne gönderilmektedir. Agamben’in
“egemen iktidar” dediği olgu ancak bu şekilde, yani hayatın kutsallığını reddeden, ölümü
göze alan eylemi (sonu olmayan olağanüstü hali) kitleler için yasaklayarak, kendini yalın
hayatın, salt hayatta kalmanın korunması ve öldürmenin tek meşru kullanılabilirliğinin,
kısacası olağanüstü halin muhafaza edilmesi görevleriyle donatmaktadır.
Bu incelemeyi başlatmak adına da hem Agamben’in hem Baker’in aynı tarihsel politik örneğe
değinmeleri bizim analizimiz için eşşiz bir fırsat sunuyor. İki düşünür, Tiananmen
Meydanı’nda buluşuyorlar. 1989 yılında Tiananmen Meydanı’nı dolduran Çinli öğrenciler,
aydınlar ve işçiler, genel anlamıyla “otorite”ye başkaldırırken ne tür bir “siyasal eylemsellik
alanı” oluşturmuşlardı? Bu soruya, önce Baker’in, sonra Agamben’in verdikleri yanıtları
görelim.
Baker’e göre Çin, “dolaylı eylem”in ülkesidir. “Doğrudan temas olmaksızın yönetim, Çin
Devleti’nin ideal mantığını oluşturur”. Çin Devleti’nin dünya üzerindeki diğer yönetim
biçimlerinden bu içkin farklılığı, Baker’e göre, “gelişmeye bırakmak, büyümeye ve refaha
engel olmamak” üzerine kurulu bir “bahçecilik” düzeneğine işaret etmektedir. Elbette bahçeci
otorite zararlı otları dolaylı yoldan değil, doğrudan temizleyecektir, fakat esas olan bu
temizleme eyleminin dolaylı sonucu, yani doğal gelişim sürecinin önünün açılması, doğal
alanın varlığının korunmasıdır. Kötü otları temizlemek kendi içinde bir amaç teşkil etmez;
otları temizleme işi, bizi esas eyleme, bahçenin muhafaza edilmesine, yönelten dolaylı yoldur.
Çin’deki bu siyasal eylem mantığını tanımladıktan sonra, Baker Tiananmen Meydanı
protestolarına, çok da açık olmayan bir şekilde, değinir. Şöyle der Baker: “Belki Tiananmen
olayının ortaya çıkışını ve Batılı zihniyet tarafından asla nedenleri kavranamayacak
başarısızlığını bu tür bir [dolaylı] eylemin mantığında aramalıyız.” Metnin muğlaklığından
ötürü tam da emin olmamakla birlikte bu cümleden şu çıkarsamayı yapmak durumundayım:
Baker, bahçenin, yani siyaset alanının doğal hiyerarşisinin katı bir şekilde korunması işlevini
hayata geçiren Çin Devleti’nin Tiananmen olayının ortaya çıkışını “zararlı, kötü otların
bahçede belirişi” olarak yorumladığını ve bu yorumlama sonucunda da bahçeci yönetim
mantığıyla “zararlı otları temizlediğini”, böylece Tiananmen protestolarını tarihsel bir
başarısızlığa sevk ettiğini ima eder gibidir.
Fakat Tiananmen gerçekten de Batılı zihniyet tarafından asla nedenleri kavranamayacak bir
başarısızlık timsali midir? Agamben’in bu konudaki görüşlerine bakarsak, hem öyledir, hem
değildir. Öncelikle, Agamben’in politik eserlerindeki amacının bir Batılı zihniyet eleştirisi
olduğunu kesinkes söyleyebiliriz. Bu yüzden, Agamben’e göre de, Batılı zihniyet
Tiananmen’i tam olarak kavrayamamıştır, çünkü protestoları “demokrasi ve devlet
komünizmi arasındaki bir mücadele” olarak yorumlamaya kalkışmıştır. Dolayısıyla,
Tiananmen anlaşılamadığı ölçüde bir başarısızlık timsalidir. Yeni kategoriler ışığında
incelendiği takdirde ise, Tiananmen protestolarının başarısızlığı, yani eylemcilerin sert bir
yenilgiye uğraması, kendi içinde bir politik başarı potansiyeli barındırmaktadır. Agamben bu
durumu, yani Tiananmen’in potansiyelini şöyle açıklıyor: Meydanı dolduran protestocuların
tam anlamıyla net ve somut taleplerinin olmaması, meydanda ne istediğini bilen, kimliği ve
hedefi belli bir cemaatin bulunmaması, Tiananmen’in açığa çıkardığı esas olumlu niteliktir.
Bu olayları anlamak için “özgürlük ve demokrasi mücadelesi” nitelemesi yapılmışsa da, bu
tanım o muazzam kalabalığın ortak yönünü anlatamayacak kadar geniş ve muğlak bir
kavramsallaştırmadır, der Agamben. Tiananmen’in yeniliği, yaklaşmakta olan yeni bir siyaset
anlayışının yeniliğidir. Tiananmen meydanında, devlet aygıtında en berrak temsiliyeti bulan
bürokratik ve otoriter egemen iktidar makinasının karşısına herhangi bir kimliğe
indirgenemeyecek, herhangi bir somut iktidar projesine sahip olamayacak kadar tekilleşmiş
“herhangi varlıklar” birlikteliği çıkagelmiştir. Agamben’in kullandığı temel kavram
“herhangi”, yani “whatever”dir. Agamben’in “herhangi varlık” dediği şey, “şekilsiz,
niteliksiz, dolayısıyla sömürülemeyecek ve baskı altında tutulamayacak olan” anlamına
gelmekte ve her türlü biçimsel, rasyonel ve diktatörlüğe yatkın siyaset alanını biçimsizliği ve
içkin irrasyonalitesiyle aşabilecek yeni siyasal eylemci öznedir. Nesneleştirilmesi,
adlandırılması ve bir biçime sokulması, dolayısıyla hatta özneleşmesi git gide zorlaşan bir
özne olarak “herhangi varlık”… Baker’in iddiasının tersine, Agamben Çin devlet mantığının
protestoları bastırmaktaki görünür başarısının ardında acizlikten kaynaklanan bir vahşet ve
panik bulunduğunu söyler. Ve paradoksal olarak, Baker’in görüşünün tersine, Agamben
Tiananmen’in “toplumsal dönüşüm sağlama” bakımından görünürdeki başarısızlığının,
Tiananmen’in esas başarısı olduğunu ima eder. Agamben’in iddası şudur: Kategorize
edilemeyen “herhangi varlıklar” her türlü cemaatten ve kimlikten sıyrılıp meydanlarda
kendilerini barışçıl ve şiddetsiz bir şekilde ifade etmeye çalışdıkları anda, tanklarla
karşılacaklardır. Çünkü devlet ya da bürokratik makina ya da egemen iktidar, kategorize
edemediği, kimlik veremediği tekilliklerin birlikteliğinden korkar. Bu yüzden telaş içinde
“herhangi olanı”, net olmayanı hemen bastırmaya yönelir. Tiananmen’in o en bilindik anını
hatırlayalım: Protestoları tamamen bastırmak üzere tanklar geniş yolda ilerlerken, aniden
karşılarına “meçhul isyancı” ya da “tank adam” olarak bilinen figür dikilir. Bir adam tek
başına tankların karşısında öylece durmaktadır ve karşısındaki tank etrafından dolaşmaya
çalıştığında bile hemen tankın önüne geçmektedir. Diğer protestocular tarafından yolun
ortasından çekilene dek, bu adam tankları durdurmayı başarır. Agamben’e göre “herhangi
varlığın” başarısı işte bu görünürde hiçbir kudreti olmayan “herhangi”, “meçhul” ve “tekil”
isyancıda gizlidir. Tank adam, belki de tankların ilerlemesini sonsuza dek durduramamıştır,
ama egemen iktidarın vahşetinde beliren iktidarsızlığı afişe etmeyi başarmıştır. Tank adam,
“beni ezerseniz, haklılığım ortaya çıkacak” demiştir adeta. Egemen iktidara duyabileceği en
büyük tehditi savurmuştur.